Bu ay “post hümanizm” konusuna değinmek istiyorum.
Önce şu “post” önekini ele alalım. “Post modernizm”, “post
truth” gibi örneklerde görüldüğü gibi bu “post” giderek yaygınlaşıyor. Ben birçok durumda bunu zamansal bir
sonralıktan çok bir iyi yönlerini koruyarak ve kazanımlarını aşma, ötesine
geçme, anlamında değerlendiriyorum. Aslında Johann Gottlieb Fichte tarafından
formüle edilmiş olsa da Hegel’e atfedilen diyalektik tez-anti tez-sentez aşamalarındaki
“sentez” anlamında. Aksi durumda örneğin modernizmin bütün kazanımlarını
görmezden geleceğiz, ki bu hiç istemediğim bir şey.
Neyse bu konuyu derinlemesine incelemeyi bir kenara
bırakalım ve “hümanizme” geçelim. Bildiğiniz gibi Avrupa düşüncesinde yüzyılarca
süren Hristiyan dogmasının insanı arka plana atan, hatta zaman zaman yok sayan döneminin
ardından rönesans ile “Hümanizm” ışığı parlamıştı.
Hümanizm, insanı ve onun potansiyelini, bireyin değer ve onurunu,
akılcı ve bilimsel düşünüşü, Antik Yunan - Latin düşünce ve sanatını yüceltmişti.
Post hümanizm, ilk olarak edebiyat, sinema, tiyatro, güzel sanatlar
gibi alanlarda, üniversitelerin beşeri bilimler (humanities)
bölümlerinde görülüyor. Hümanizmin de en güçlü biçimde heykel, resim, şiir (Michelangelo,
Leonardo da Vinci, Francesco Petrarca) gibi alanlarda kendini ifade ettiği
düşünülünce bu hiç de garip değil. Ardından Post hümanizm, felsefe alanına
taşıyor. Doğa bilimlerinden, özellikle biyolojiden, çevre bilimlerinden, iklim
sorunundan çok etkileniyor.
Her şey bir yana Hümanizmin insan merkezli yaklaşımı,
insanın diğer yaşam biçimlerinden üstün, biricik ve doğadaki tek “zeki” yaratık olarak görülmesine
yol açtı. İnsan, aslında doğanın kapsamı içinde bir varlık iken doğaya egemen
olan -veya olmak isteyen bir varlık oldu. Çevre ve iklim sorunlarına neden
oldu. Öyle ki, yaşadığımız jeolojik çağ artık Anthropocene (insan çağı)
olarak niteleniyor (“The Future of Nature -Documents of Global Change”, Yale
University Press, Paul Crutzen ve Eugene Stormer, 2000).
Hatta “insanlar” arasında bile bazıları öne çıkarıldı. Rönesans heykel ve tablolarda güzel/yakışıklı insanlar vardı. Daha sonra da sinema filmlerinde, televizyon dizilerinde, reklamlarda izlediğimiz genç, çok güzel/yakışıklı, iyi eğitim almış beyaz ırktan, “Batılı”, sağlıklı insanlar, -zaman içinde moda ile biçim değiştirse de- “ideal insan” modelleri oluşturdu. Böylece kendi anlayışımıza göre yeterince güzel/yakışıklı olmayan insanlar, -en azından- toplum dışına itildi. Bu türcü ve ırkçı bir bakış açısına yol açtı.
Konuyu felsefe açısından ele alırsak Hümanizm, insan
söylemine çok önem verildiği için epistemolojinin (bilgi-felsefesinin)
vurgulanmasına yöneldi ve felsefenin diğer dalını, ontolojiyi (varlık felsefesini)
ikinci plana itti. Post hümanizm, bu yaklaşıma da karşı çıkarak ozon deliğinin,
doğa katliamının, sera etkisin, biyolojik çeşitliliğin azalmasının bilimsel gerçekler
olduğunu vurguluyor.
Günümüzde bir dizi etik soru ile karşı karşıyayız. Örneğin:
- Çocuk
– kadın - yaşlı – engelli… hakları nasıl korunabilir?
- Çevre
– iklim adaleti nasıl sağlanabilir?
- Doğa/canlı
hakları ile ilgili bir hukuk sistemi kurulabilir mi?
- Hayvanlar
üzerinde tıp deneylerini nasıl yapmalıyız?
- Diş
dolgusu – implant – protez bacak - yapay kalp – beyinde çip… hibritleşen
bu insan figürü nereye kadar gidebilir?
- İnsan
genetik olarak geliştirilince ne olacak?
- Robotların,
yapay zekalı makinelerin hakları olmalı mı?
- Yeryüzünü
bir çöp gezegen olarak terk edip başka bir gezegenlere gidelim mi?
Ve daha bir sürü soru …
Kısacası Post hümanizm, bizi biyoloji, teknoloji, doğa ve
makinelerin birbirine karıştığı bir dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini
yeniden düşünmeye davet ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder