27 Mayıs 2025 Salı

POST HÜMANİZM

 Bu ay “post hümanizm” konusuna değinmek istiyorum.

Önce şu “post” önekini ele alalım. “Post modernizm”, “post truth” gibi örneklerde görüldüğü gibi bu “post” giderek yaygınlaşıyor.  Ben birçok durumda bunu zamansal bir sonralıktan çok bir iyi yönlerini koruyarak ve kazanımlarını aşma, ötesine geçme, anlamında değerlendiriyorum. Aslında Johann Gottlieb Fichte tarafından formüle edilmiş olsa da Hegel’e atfedilen diyalektik tez-anti tez-sentez aşamalarındaki “sentez” anlamında. Aksi durumda örneğin modernizmin bütün kazanımlarını görmezden geleceğiz, ki bu hiç istemediğim bir şey.

Neyse bu konuyu derinlemesine incelemeyi bir kenara bırakalım ve “hümanizme” geçelim. Bildiğiniz gibi Avrupa düşüncesinde yüzyılarca süren Hristiyan dogmasının insanı arka plana atan, hatta zaman zaman yok sayan döneminin ardından rönesans ile “Hümanizm” ışığı parlamıştı.


Hümanizm, insanı ve onun potansiyelini, bireyin değer ve onurunu, akılcı ve bilimsel düşünüşü, Antik Yunan - Latin düşünce ve sanatını yüceltmişti.

Yaşadığımız dönemde ise bu düşünce çizgisinin aşırıya götürülmesinin bazı sakıncalarını görüyoruz ve Post hümanizm gündeme geliyor. Kısaca ifade edersek Post hümanizmin, insana bir çeki düzen verme, onu tahttan indirme, haddini bildirme çabası olduğunu söyleyebiliriz.

Post hümanizm, ilk olarak edebiyat, sinema, tiyatro, güzel sanatlar gibi alanlarda, üniversitelerin beşeri bilimler (humanities) bölümlerinde görülüyor. Hümanizmin de en güçlü biçimde heykel, resim, şiir (Michelangelo, Leonardo da Vinci, Francesco Petrarca) gibi alanlarda kendini ifade ettiği düşünülünce bu hiç de garip değil. Ardından Post hümanizm, felsefe alanına taşıyor. Doğa bilimlerinden, özellikle biyolojiden, çevre bilimlerinden, iklim sorunundan çok etkileniyor.

Her şey bir yana Hümanizmin insan merkezli yaklaşımı, insanın diğer yaşam biçimlerinden üstün, biricik  ve doğadaki tek “zeki” yaratık olarak görülmesine yol açtı. İnsan, aslında doğanın kapsamı içinde bir varlık iken doğaya egemen olan -veya olmak isteyen bir varlık oldu. Çevre ve iklim sorunlarına neden oldu. Öyle ki, yaşadığımız jeolojik çağ artık Anthropocene (insan çağı) olarak niteleniyor (“The Future of Nature -Documents of Global Change”, Yale University Press, Paul Crutzen ve Eugene Stormer, 2000).


Hatta “insanlar” arasında bile bazıları öne çıkarıldı. Rönesans heykel ve tablolarda güzel/yakışıklı insanlar vardı. Daha sonra da sinema filmlerinde, televizyon dizilerinde, reklamlarda izlediğimiz genç, çok güzel/yakışıklı, iyi eğitim almış beyaz ırktan, “Batılı”, sağlıklı insanlar, -zaman içinde moda ile biçim değiştirse de- “ideal insan” modelleri oluşturdu. Böylece kendi anlayışımıza göre yeterince güzel/yakışıklı olmayan insanlar, -en azından- toplum dışına itildi. Bu türcü ve ırkçı bir bakış açısına yol açtı.

Konuyu felsefe açısından ele alırsak Hümanizm, insan söylemine çok önem verildiği için epistemolojinin (bilgi-felsefesinin) vurgulanmasına yöneldi ve felsefenin diğer dalını, ontolojiyi (varlık felsefesini) ikinci plana itti. Post hümanizm, bu yaklaşıma da karşı çıkarak ozon deliğinin, doğa katliamının, sera etkisin, biyolojik çeşitliliğin azalmasının bilimsel gerçekler olduğunu vurguluyor.

Günümüzde bir dizi etik soru ile karşı karşıyayız. Örneğin:

    • Çocuk – kadın - yaşlı – engelli… hakları nasıl korunabilir?
    • Çevre – iklim adaleti nasıl sağlanabilir?
    • Doğa/canlı hakları ile ilgili bir hukuk sistemi kurulabilir mi?
    • Hayvanlar üzerinde tıp deneylerini nasıl yapmalıyız?
    • Diş dolgusu – implant – protez bacak - yapay kalp – beyinde çip… hibritleşen bu insan figürü nereye kadar gidebilir?
    • İnsan genetik olarak geliştirilince ne olacak?
    • Robotların, yapay zekalı makinelerin hakları olmalı mı?
    • Yeryüzünü bir çöp gezegen olarak terk edip başka bir gezegenlere gidelim mi?

Ve daha bir sürü soru …

Kısacası Post hümanizm, bizi biyoloji, teknoloji, doğa ve makinelerin birbirine karıştığı bir dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini yeniden düşünmeye davet ediyor.

 

 

28 Nisan 2025 Pazartesi

CRISPR

 Biliyorum ülkemizde ve Dünyada öyle gelişmeler oluyor ki bunları hayret ve kaygıyla izlemekten dikkatimizi başka bir şeye yöneltemiyoruz. Oysa çeşitli bilim ve teknoloji alanlarında, özellikle birkaç çizgide, çağımızı etkileyen, yarınımızı şekillendirecek gelişmeler oluyor. Elektronik – bilgisayar – yazılım -  yapay zeka, uzay - astrofizik ve moleküler biyoloji – gen - genom, çizgileri bunların arasında ve ne yazık ki ülkemizde bu alanlara katkı vermek bir yana izlememiz bile çok zor.

Ben bugün moleküler biyoloji – gen - genom kapsamında, CRISPR-Cas9 teknolojisine değinmek istiyorum. Bedenimizde yaklaşık 30 Trilyon hücre olduğunu, hücre çekirdeklerindeki DNA (Deoksiribo Nucleic Acid) sarmallarında genlerin dizildiğini (gen: özel bilgi parçası) bu genlerin genom (genom: bir organizmanın genetik materyalinin tümü) oluşturduğunu ve insan genomunda yaklaşık 20 – 30 bin gen olduğunu biliyoruz. Birçok özelliğimizin anne-babamızdan bu genlerle aktarıldığını da biliyoruz. Ama bu konuda birçok bilmediğimiz de var. Bir özellik birçok gen tarafından belirleniyor ve biz tam olarak hangi genlerin özellikleri belirlediğini bilmiyoruz. Örneğin “zeka” gibi oldukça karmaşık bir özelliğin genetik yönü yüzlerce genden kaynaklanıyor ve bunlar farklı zamanlarda “aktif” oluyor.

İnsanlar on binlerce yıldır; beğendikleri tohum ve fideleri seçerek, ağaçları aşılayarak, damızlık hayvanları çiftleştirerek… bir bakıma “Tanrıyı oynuyorlardı”. Ama bunun mekanizması ve bilimsel temeli olan DNA – gen – genom öyküsünün yaklaşık 55 yıllık bir geçmişi var. 1970’lerde DNA’nın spiral yapısı gözlendi. Ardından DNA’nın bütünü ve parçaları bir bakteriden alınıp diğerine eklendi, canlılar kopyalandı, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanlar üretildi. Genetiği değiştirilmiş bakteri, bitki, sivrisinek veya fare gibi canlıların genlerinin gelecek kuşaklara aktarılması sağlandı. İnsan DNA’sında genom dizimini inceleme (insan genomu – human genom) projesini 1990’da Bill Clinton ve Tony Blair’in başlatmasını hatırlarsınız belki. Clinton “bugün Tanrının yaşamı yaratırken kullandığı dili çözüyoruz” demişti. 1996’da gazetelerde Doly adında bir koyun boy göstermişti. Yapay klonlanmış (Yapay Klonlama: DNA’nın bilim insanları tarafından laboratuvarda bir hücreden alınıp başka bir hücreye aktarılması) Doly bayağı da ünlü olmuştu. Burada “yapay” sözcüğünü vurguluyorum. Çünkü “doğal” klonlama, bakterilerin çoğalması, bir bitkiden yeni sürgünler çıkması, tek yumurta ikizlerinin oluşması gibi birçok örnekte görülebilir.

Genlerimizin nasıl dizildiğini öğrendikten sonra, kuşkusuz onları değiştirme çalışmaları gelecekti. Ve CRISPR-Cas9 ile bu da oldu. Çok kısaca CRISPR-Cas9 teknolojisi, uzun DNA dizisinde belirlediğimiz genleri kesip çıkarmamızı ve yerine istediğimiz başka bir dizi parçasını yerleştirmemizi sağlıyor. CRISPR projesi de 2010’ların ortalarında başlıyor ve 2020’de öncüler Emmanuelle Charpentier ile Jennifer A. Doudna kimya alanında Nobel ödülü kazanıyor.  

Teknolojinin adı çok ürkütücü CRISPR (Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Rereats) ama ben yukarıda andığım Fransız bilim kadınının bir anısını seviyorum: Emmanuelle Charpentier bu konuda çalışmalar yapmak üzere İsveç’deki bir laboratuvara gidiyor. Bekleneceği gibi İsveç, onu kar altında karşılıyor. E. Charpentier karda yürürken çıkan krisp – krisp sesine dayanarak geliştirdikleri teknolojiye CRISPR adını veriyor!

Genlerle oynayıp istediğimiz değişiklikleri güvenli biçimde yapabilirsek önümüzde geniş ufuklar açılacak. Örneğin

·         Yoğurt-peynir-bira-şarap yapımında bakterilerin etkin olduğunu biliyoruz. Bu bakterilerin genleri ile oynayarak yeni lezzetler yaratabilir, plastikleri-çöpleri yedirtebilir, yakıt üretebiliriz,

·         Fibrozis, Anemi, Talasemi, Huntington… gibi genetik hastalıklardan kurtulabiliriz,

·         Kanser, HIV/AIDS. Tüberküloz, Alerji, Viral Enfeksiyonlar, Enflamatuvar sorunlar… gibi genetik olmayan hastalıklara karşı bağışıklık geliştirebiliriz,

·         İnsan embriyosundaki genlere müdahale ederek istediğimiz özellikte (örneğin yeşil gözlü ve siyah saçlı) veya çeşitli açılardan olağanüstü güçlü (örneğin büyüyünce çok hızlı koşacak) bebekler tasarımlayabiliriz,

·         Genlerin bir zamanlama düzenine sahip olduğunu, belirli bir anda etkin olmaya başladıklarını (örneğin ergenlik); belirli bir anda etkinliklerini yitirdiklerini (örneğin yaşlılık) biliyoruz. Belki de genleri kesip biçerek yaşlanmayı durdurup bin yıl yaşayabiliriz!

Kısacası hayal gücünün bizi taşıyacağı sınırsız bir evren var. Çok da hayal gücü demeyelim. Çin’de bir araştırmacı -yukarıda tasarımlanmış bebek olarak nitelediğim biçimde- insan embriyosuna müdahale edip bağışıklık düzeyi çok yüksek iki bebeğin doğmasını sağlamış. Embriyoya müdahale suçundan hüküm giymiş, ama tahliye olduktan sonra genetik kan hastalıklarının tedavisi konusunda çalışıyormuş. Yani cin şişeden çıktı bile!      

Gen konusundaki bu uygulamaların bir güzel tarafı da giderek kolaylaşmaları, sürelerinin kısalması ve ucuzlamaları. Maliyetleri zamanla artan ve süreleri uzayıp giden projelere çok alıştık. Burada durum tersine! Evde CRISPR deneyi yapmanızı -kuşkusuz insan üzerinde değil, bakteriler üzerinde- sağlayan kitler 150-170 dolara satılıyor!

Birçok yeni teknolojide olduğu gibi burada da pek çok sorun var. Önce etik konular akla geliyor. Örneğin bir genetik silah yapıp, birkaç kuşak içinde yeryüzündeki tüm zencilerden kurtulabiliriz(!) Yukarıda andığım J. A. Doudna bir gece kabus görüyor ve Hitler kendisine tekniğin olanakları konusunda sorular yöneltiyor. Ayrıca yanlışlıklar da olabilir. Ne de olsa her şey bu konudaki videoların animasyonlarında gösterildiği gibi güzel ve kolay olmayabilir. Ya yanlış genleri kesersek?

Teknik ve etik konuları tartışmak beni aşıyor. Yalnızca bu ilginç alandaki gelişmelere dikkat çekmek istedim. Beni asıl üzen nokta ise hızla günlük yaşamımıza giren ve girecek olan bu gibi teknolojik gelişmelerin uzağında kalmamız. 

 

31 Mart 2025 Pazartesi

Mitolojiden Demokrasiye

 Bu günlerde krizler yaşamımızı ve düşüncelerimizi alt-üst ediyor. Gerek yurdumuzda gerekse uluslararası boyuttaki kaygı verici birçok gelişme bizi “demokrasi” kavramı üzerinde yeniden düşünmeye itiyor. Ama madem “mitolojiden demokrasiye” dedik, mitolojiden başlayalım.

Antik Yunan Mitolojisinde yer alan öyküde kayalık sahili olan bir ada varmış. Denizciler bu adanın yanından geçerken siren adlı deniz kızlarının söylediği çok güzel şarkılarla büyülenip gemilerinin kontrolunu kaybeder ve kayalara çarpıp boğulurlarmış. Bu adaya yaklaşan Odysseus bu güzel şarkıları dinlemek, ama gemisinin kayalarda batmasını önlemek için adamlarına kendisini gemi direğine sıkıca bağlamaları ve başka herkesin de kulaklarını tıkamaları talimatını vermiş.

İşte Kardeşlerim, burada demokrasiye geliyoruz, demokrasinin çalışması için yürütme erkinin yasa, kural ve kurumlarla sıkıca denetlendiği (direğe bağlandığı) bir sistem kurulması gerekiyor. Aksi durumda yönetici(ler) yönetimin sağladığı büyük olanakların sesine uyup gemiyi kayalara sürebiliyor.

Sanırım demokrasi, kolay tanımlanamayan, kökleri antik çağlara kadar uzanan, çok farklı biçimlerde uygulanan ve bir kavram olarak içselleştirilmesi gereken bir konu.  Belki de neyin demokrasi olmadığını düşünmek daha kolay. Monarşi, aristokrasi, otokrasi, totaliterlik, despotizm, diktatörlük, oligarşi, plütokrasi, popülizm … gibi kavramların da sınırlarını çizilmesi zor, ama daha da önemlisi demokrasiden bu yönlere sapma olunca, bu sapma açıkça görülebiliyor

Demokrasi kavramı insan hakları, düşünce – ifade - gösteri özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla genişletilebilir ama özünde halk egemenliğine dayanıyor. (Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi -  Government of the people, by the people, for the people, Abraham Lincoln, Gettysburg 1863).

Kökleri Platon ve Aristoteles’e kadar uzanan ve John Locke tarafından 17. Yüzyılda geliştirilen “Erklerin Ayrılığı Doktrini” kapsamında Montesquieu’nün, hükümet kurumlarında yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımladığını ve bu erklerin ayrılığını savunduğunu biliriz (Yasaların Ruhu – De l’esprit des lois, 1748).

Siyaset Bilimcileri halka karşı sorumlu ve hesap veren bir yönetim sisteminin kurulması için yürütme erkinin sorumluluğunu düşey ve yatay olarak gruplandırıyorlar. Düşey sorumluluk, yasal olarak temsil ettikleri halka karşı tanımlanıyor ve özgür ve dürüst seçimler, referandumlar, plebisitler ile sağlanıyor. Ayrıca kamuoyu araştırmaları ve anketler de geri besleme sağlıyor. Bu düşey ilişkide halkın karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, kamunun çok kademeli bir yapı içinde örgütlenmesinin gerekliliği ve ilişkinin yönünün aşağıdan yukarıya doğru olmasının önemi vurgulanıyor. İlişkinin yönü konusunda ilginç bir örnek Antik Yunan uygarlığı döneminde yaşanmış. Platon çok yetkin bir felsefeci olarak ünlenmesi üzerine Sicilya’nın Syracusa halkı Platon’u “Filozof Kral” olarak kenti yönetmeğe çağırmış. Platon Syracusa’ya gidip kendi düşündüğü ve iyi olduğuna inandığı bir yönetim sistemi kurmuş. Kurduğu sistemi pek bilmiyoruz, ama kent halkının ne istediğine hiç önem vermemesi büyük bir huzursuzluğa, hatta ayaklanmalara yol açmış ve Platon, bir yıl içinde Syracusa’dan kaçıp canını kurtarmış. Günümüze dönersek, Avrupa Birliği kuralları kapsamında anılan kademeli idari sistem ve yerel yönetim koşulunun düşünsel temelinin bu düşey ilişkide olduğunu söyleyebiliriz.

Yürütme erkinin yatay sorumluluk ilişkisinde ise yargı, yasama, siyasal muhalefet, basın – yayın organları, yolsuzluğu önleme – mali denetim kurumları, sivil toplum kuruluşları, merkez bankaları, sendikalar, odalar, üniversiteler, … diye uzayıp giden uzun bir liste var.

Çağımızda bu konuda gözlenen gelişmeleri çok kaygı verici buluyorum. Daha önce demokrasi karşıtı olduklarını açıkça belirten otoriter liderler vardı. 21. Yüzyılda ise popülist liderler demokrasiden yana olduklarını ısrarla belirtiyor, ama yürütme erkini ele geçirdikten sonra, yukarıda değinilen düşey ve yatay sorumluluk ilişkilerini birer birer yok ederek sistemi çalışamaz duruma getirip giderek otoriter – totaliter bir yönetime yöneliyorlar. Otokratların sokaklarda tanklarını yürüttüğü darbeler geçmişte kaldı. Artık darbeler adalet, güvenlik, muhalefet veya medya gibi erkleri yöneterek ve “özgürlük”, “milli irade” gibi kavramları kullanarak yapılıyor. Bu durum da daha dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Dilerim ki halkımız Odysseus gibi kendinin direğe bağlanmasını isteyen bir yürütme erkini seçer ve bizler de çağdaş yönetime doğru ilerleyen bir ülkede yaşarız.

 

 

 

28 Şubat 2025 Cuma

Liberalizm Üzerine

Bugün sizlerle “liberalizm” üzerine bazı kuşkularımı paylaşmak istiyorum. Liberalizm, zaman içinde “neoliberalizm” veya “libertanizm” gibi kalıplara bürünse de temel ilkeleri açısından güncelliğini koruyor. Hem ABD hem Avrupa’da geniş halk kitlelerinin huzursuzluğunun arttığı, kurulu düzene karşı olan politik eğilimlerin güçlenip yeni bir siyasi düzene yönelindiği günümüzde, bu konuyu bir kez daha düşünmek gerekiyor.

Orta çağdan beri Avrupa’da kralların, derebeylerinin, kilisenin baskısına karşı “insanı” öne çıkaran eğilimler gelişiyordu. Ama klasik anlamda liberalizmin 17 ve 18. Yüzyılda tanımlandığı söylenebilir. John Locke konuyu daha çok toplumsal ve düşünsel açıdan ele almıştı (Yönetim Üzerine İki Tez - Two Trearatises of Government, 1689). 18. Yüzyılda Vincent de Gournay tarafından dillendirilen “laissez faire, laissez passer” (bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler) sloganı yayıldı. Adam Smith, ekonomik yönü vurguladı ve “invisible hand” (görünmez el)in (serbest pazarın) bir denge oluşturup yanlış giden bir şey varsa düzelteceğini savundu (Milletlerin Zenginliği – Wealth of Nations, 1776). Bu görüşler özellikle İngiltere’de ve ABD’nin kuruluşunda benimsendi.

19. Yüzyılda kapitalizmin vahşi biçimde uygulandığını, kapital sahibi güçlü bireylerin, toplumun işçi – kadın – çocuk gibi zayıf kesimlerinin emeğini sömürdüğünü ve marksizmin yeşerdiğini görüyoruz.   

20. yüzyıl başında Dünya Savaşları, 1929-30 krizi ve bu krizden çıkmak için uygulanan Keynes’ci politikalarla devletin talep artırma yöntemleri liberalizm tartışmalarını arka plana attı. II. Dünya Savaşı sonrasında da Batı dünyasında büyüme ve refah devleti uygulamaları sürdü. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki artışın tetiklediği ekonomik kriz, liberal ekonomiyi yeni bir yapı içinde gündeme getirdi. 1980’lerde Batı dünyasının (Thatcher – Reagan) “neoliberalizm” uygulamalarıyla liberalizm yeniden güdeme geldi. Özelleştirmeler yapıldı, birey öne çıktı. (“Toplum diye bir şey yoktur. Erkek, kadın bireyler ve aileler vardır -  There is no such thing as society. There are individual men and women and there are families." Thatcher, 1987).

Ama işler pek de iyi gitmedi. 2007-8’de ABD’de emlak balonunun patlaması ile başlayan kriz yayıldı ve çeşitli boyutlarıyla günümüze kadar uzandı. Büyümenin sınırlı kalması, sosyal devlet uygulamalarına son verilmesi, geniş halk kitlelerinin kemer sıkmaya mecbur bırakılması; buna karşılık merkez bankalarının özel sektörü kurtarmaya çalışması her ülkede eşitsizliği artırdı. Ve günümüzde ekonomik, siyasal, transatlantik, çevre, iklim… gibi birçok boyutu olan çoklu kriz içinde yaşıyoruz.

Liberal düşüncedeki bireyin ve haklarının öne çıkartılması, başkasını kısıtlamadıkça herkesin istediği gibi yaşaması, düşünmesi, inanması, davranması, liberal demokratik ortamdaki insan hakları ve ifade özgürlüğü… olumlu gibi görünüyor. Ama bireyler arasında ekonomik ve toplumsal farklılıklar büyüdükçe, oluşturulan “serbest” ortamda güçlünün güçsüzü ezmesine nasıl engel olunacak?  Bu “bireysel” yaklaşım, “toplumsal” bir varlık olan homo sapiens sapiens’in dayanışma, adalet ve ahlak gibi temel duygu ve ilkeleri için ne kadar uygun?

Liberal bireyin dogmalara, bağnazlığa saplanması durumunda bu eğiliminin giderek yayıldığını görüyoruz. Örneğin bir komplo teorisine inananlar başka komplo teorilerine de inanıyor. Bir dinsel dogmaya inanan, -o dinle hiç ilgisi olmasa da, aşı karşıtlığı, kendi ırkının üstünlüğü gibi- bir sürü bağnaz inanca kolayca yöneliyor.

Ekonomik sorunların toplumsal - siyasal sonuçları da oluyor. Az gelirli kitlelerde huzursuzluğu artırıyor ve popülist liderlerin yolunu açıyor, demokrasiden, uluslararası düzlemde adalet – vicdan gibi ilkelerden uzaklaşılıyor. Kısacası zor günler yaşıyoruz.

Gramsci’nin dediği gibi, “eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarların zamanı”.

İşte bu ortamda liberalizmin yenilenmiş bir biçimde karşımıza çıktığını görüyorum. Düşüncelerimi sizinle paylaşmamın, sizleri de düşünmeye ve düşüncelerinizi paylaşmaya çağırmamın nedeni de bu!

Bir yandan toplum içindeki bireyin, özgürce kendini geliştirmesini; diğer yandan sömürülmeden, yoksulluğa mahkum olmadan, eşitsizliğe uğramadan yaşamasını sağlayacak sistemi nasıl kurabiliriz? Sanırım yine akıl ve bilim yolumuzu aydınlatmalı.

 

 

31 Ocak 2025 Cuma

Ekonomi - Fen Bilimleri

Genel olarak toplum bilimlerinin fen bilimlerinden oldukça farklı olduğunu biliyor ve tarih, sosyoloji gibi alanların fen bilimlerinden çok farklı olmasını yadırgamıyoruz. Oysa konu ekonomi olunca sanki bir fen biliminden söz ediyormuşuz gibi değerlendiriyoruz. Sanırım ekonomi kitaplarındaki modeller, eğriler, formüller, sayılar… bizi etkiliyor ve -en azından benim bildiğim- üniversitelerde “tek doğru” öğretiliyor ve toplumda da “tek doğru” çerçevesinde tartışıyoruz. Bu çelişki benim hep ilgimi çekti.

Fen alanındaki gelişmelerin toplumun gelişimine çok önemli katkılar sağladığını gördük. Eğer ekonomi de fen alanı içinde olsaydı, ekonomi politikalarında “doğru ve yanlış” belirgin olur ve -bundan da önemlisi- toplumun ekonomik sorunlarına “bilimsel” bir çözüm bulması beklenebilirdi.

Geçenlerde bu konuda ilginç bir kaynak ile karşılaştım ve yeniden biraz öğrendim / düşündüm. Burada yalnızca iki noktaya değinmek istiyorum.

1)        Toplum, ekonomi konusunda, doğru veya yanlış haberlerden etkileniyor ve ekonomi, uzmanların öngördüklerinden (bilimsel modellerden, geçmişteki örneklerden, ekonominin “yasası” olarak bilinenlerden) farklı davranıyor.

Çok güvenilir bir ekonomi uzmanının bilimsel bir modeli çalıştırarak “önümüzdeki hafta ABD Dolarının değeri yükselecek” dediğini düşünelim. Birçok kişi Dolar almak isteyecek, talep artınca da Doların fiyatı yükselecek. Uzmanın modelinin girdilerinde bu talep artışı olmasa da adeta “kehanet kendini doğrulayacaktır”.

Bazı durumlarda gelişme ters yönde de olabilir. Örneğin güvenilir bir trafik uzmanı, yine bilimsel bir modelin çıktısı olarak “yarın saat 17:00 dolayında İnönü Bulvarında büyük bir trafik yoğunluğu olacak” dediğinde, araçlar o bulvarı kullanmazsa trafik tıkanmayabilir.

Oysa örneğimizi fen bilimlerinden, fizik alanından, alır ve “sabit bir hacim altında bir gazın basıncı sıcaklıkla doğru orantılıdır (Gay-Lussac Yasası)” dersek bu her zaman – güvendiğimiz uzman ne derse desin- geçerlidir. Çünkü gazın insanların ne dediğinden haberi bile yoktur.

2)        Diğer bir farklılık da aynı ekonomik olguya, farklı bakış açıları ve dünya görüşleri ile bakıldığında, farklı yorumlar yapılabilmesidir.

Bu konuda örnek olarak temel ürünü pirinç olan, köylülerin açlık sınırında yaşadığı yoksul bir köyü ele alalım. Ürünün bol olduğu yıllarda pirinç fiyatının 10 lira/kg, ürünün az olduğu kıtlık dönemlerinde fiyatın 20 lira/kg’a çıktığını varsayalım. Şimdi bu köye zengin bir adamın gelip depolar yaptığını, ürünün bol olduğu yıllarda 10 liradan pirinç alıp depoladığını; ürünün az olduğu yıllarda ise depoladığı ürünü 15 liraya sattığını düşünelim.

Bir bakış açısıyla, ürünün az olduğu kıtlık yıllarında pirinci 20 lira/kg’dan satamayan köylünün büyük zarara uğradığı, belki de açlıktan ölecekleri, depo sahibi adamın çok zararlı bir iş yaptığı söylenebilir. Diğer bakış açısıyla ise pirinç fiyatının 10-15 lira/kg bandında kaldığı, fiyat istikrarına büyük katkı sağlandığı ve depo sahibinin çok yararlı bir iş yaptığı söylenebilir.  Burada depoları çiftçi kooperatifinin veya kamunun yapması gibi hiçbir çözüm önermiyor, olayın aynı olduğuna, yalnızca bakış açısının, verilen önceliğin, dünya görüşünün – kısacası “felsefenin”- farklı olması nedeniyle yorumların da zıt olduğuna dikkatinizi çekiyorum.

Oysa yine fiziğe dönersek gazın sıcaklığını ölçen bilim insanının “felsefesi” ne olursa olsun aynı hacim-sıcaklık ilişkisini ölçüp Gay-Lussac yasasını doğrulayacaktır.

Pekiyi ekonominin toplum bilimi olması, fen bilimlerinden çok farklı olması sonucu bizi nereye götürecek?

  • Tıpkı felsefe derslerinde, örneğin, Kant’ın Spinoza’dan üstün olmadığını anlattığımız gibi, ekonomi eğitiminde de öğrenciye “tek doğru” olmadığı anlatılmalı, farklı ekonomik sistemler gösterilip tartışılmalı. (Burada özgür olan, bağnazlıktan uzak bir üniversite gereksinimine geliyoruz.)
  • Toplumların da farklı ekonomik sistemleri tam bir demokrasi içinde tartışmalarını, önceliklerini belirlemelerini, bilinçli seçimlerini yapmalarını sağlamalıyız.

 

30 Aralık 2024 Pazartesi

Takvim

Bu günlerde her yerde bir telaş, yeni bir yılı karşılamaya hazırlanıyoruz. Ben de “takvim” konusunda bir şeyler yazayım dedim.

İnsanların yeryüzündeki döngüselliği “avcı-toplayıcı” bir yaşam sürdürdükleri dönemde fark ettiklerini biliyoruz. Hava ısınıp soğuyup ısınıyor, bitkiler uyuyup canlanıyordu. Aynı döngüsellik, hem de eşzamanlı olarak gökyüzünde yıldızlara da vardı.

Bu döngünün bir yandan kayda geçirilmesi, gelecek yıllara ve kuşaklara aktarılması; diğer yandan ekim-hasat gibi tarıma ilişkin etkinliklere işaret eden bölümlere ayrılması gerekiyordu. Özellikle Mısır ve Sümer gibi tarım toplumlarında mevsimleri ve Güneş yılını temel alan “takvim” kavramı gelişti.

Akad’ca, Süryanice, Arapça, İbranice gibi kökleri Bereketli Hilal’in eski dillerine uzanan dillerde üç sessiz harften türeyen (ve yalnızca bu harflerin yazıldığı) kelimeler olduğunu biliriz. KVM harflerinden insanları bölen kavim gibi yılı bölen takvim veya KMS harflerinden kısım gibi Kasım türetildi.

Antik Mısır uygarlığında Nil nehrinin taşma dönemini öngörme çok önemliydi. Her yıl orta Afrika dağlarında karlar eriyip yağmurlar başlayınca ülkenin bazı bölgelerinde nehir 1000 metreden fazla yükseliyor, ardından sular çekilince de çok verimli alüvyonlu topraklar ortaya çıkıyordu.

Bu arada Mısırlılar bir şey daha gözlediler: Nil’in taşma döneminde gökyüzünde Sirius yıldızı (Ak Yıldız- kuzey yarıkürede bahar aylarında görülen, köpek takımyıldızındaki çok parlak bir yıldız) görülüyordu. Bu da Nil’in taşma vaktinin geldiğine ilişkin önemli bir işaret oluşturdu.

Güneş takvimi (Şemsi Takvim) kullanımı yanında aynı bölgedeki tarımla ilgisi yeterince güçlü olmayan bazı toplumların Ay takvimi (Kameri Takvim) kullandıklarını da görüyoruz. Ay takvimi kullanmak, kuşkusuz çok daha kolaydı, gökyüzüne bir göz atmak yaklaşık olarak ayın hangi gününde olduğumuzu anlamak için yeterliydi. Diğer yandan yalnızca 354 günlük bu takvim Güneş yılının, dolayısıyla mevsimlerin döngüsünü gözlemek için yetersizdi. Yetersizliği tarım yapılmayan Arap yarımadasında sakıncalı değildi, ama özellikle vergi yükümlülüğünün Ay takvimine göre belirlenmesi İran’da sorun oluşturdu ve Ömer Hayyam başkanlığında bir grup yıldız bilimci 11.Yüzyılda Güneş yılına dayanan Celali takvimini geliştirildi.

Yıl Ne Zaman Başlamalı?

Döngüselliğin farkına vardıktan sonra bu çemberin bir noktasının “başlangıç”, “yılbaşı” olarak belirlenmesi gerekiyor. İlk olarak doğanın yenilenmeye başladığı bahar dönemi akla geliyor. Çok eski çağlardan beri, gündüzlerin uzamaya başladığı 21 Mart gündönümü gözleniyordu. Birçok uygarlıkta Mart ayının yılın başlangıcı olduğunu görüyoruz. 

Roma imparatorluğu döneminde veya 1840’dan sonra Osmanlı’da kullanılmaya başlanan Rumi takvimde yılının ilk günü 1 Mart’tı.

Bunun ilginç bir izi günümüzde de gözleniyor. Birçok Batı dilindeki September, October, November, December gibi ay isimleri Latincede yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu kelimelerinden kaynaklanıyor. Dikkat edilirse bunlar günümüzde kullandığımız takvime göre 2 ay kayıyor (örneğin Latince Septem – 7 demek, oysa September - Eylül günümüzde 9. Ay). Çünkü Roma Takviminde yılbaşı 1 Ocak değil,1 Mart.

Yılın Ayları

Şimdi de kullandığımız takvimdeki aylara bir göz atalım.

Bugün Ocak dediğimiz Ay, Rumi takvimde Kânun-i Sani (Aralık da Kânun-i Evvel). Buradaki Kânun, yasa veya enstrüman anlamındaki “kanun” ile karıştırılmamalı. Kanun Arap alfabesindeki KAF ile yazılıyor. Oysa Kânun KEF ile yazılıyor ve “ocak, soba” anlamına geliyor.

Bu oldukça ağdalı Arapça sözcüklerin yerini Dil Devrimi ile halk arasında öteden beri kullanılan Ekim-Kasım-Aralık-Ocak sözcükleri almış.

Dilimize Süryaniceden gelen Şubat “duraklamak” anlamına geliyor: Soğuk kış günlerinin ardından bahar ayları öncesinde bir duraklama. Bu sözcüğün kökeni Akad’lara kadar uzanıyor. Musevilerin Şabat uygulaması da haftalık çalışmalardan, yoğun günlerden sonra bir duraklama. Arapça SBT (sebat, sabit de aynı kökten).

Baharın gelmesi genellikle çok olumlu çağrışımlara yol açıyor. Ama olumsuzlar da var: Artık ordular sefere çıkabiliyor. Antik Yunan ve Roma’nın savaş tanrıları (Mars, Ares) Mart ayına adını vermiş. Ayrıca Mars (Arapça Merih) bir gezegen.

Nisan Arapça Saniye (2) kökünden geliyor (Yine Mart birinci ay ise Nisan yılın 2. Ayı).

Mayıs adının kaynağı tanrıça MaiaMaia (Latince Maius), Antik Yunan mitolojisinde Atlas’ın kızı ve Hermes’in annesi, orman perisi ve bereket tanrıçası.

Haziran’ın dilimize nasıl geldiği çok daha belirgin: Süryanicede “hazıran” sıcak demek.  

Temmuz Sümerlerde Dummuz, çiftçi ve çoban tanrısıydı. Arapça’da da bu aya tammüz denildiğini görüyoruz. (Batı dünyasında ise July, Juillet, Juli, Julio… gibi ay isimleri ile karşılaşıyoruz. Bunlar ünlü Roma devlet adamı Jül Sezar - Giulio Cesare kaynaklı).

Ağustos, açık bir biçimde Roma İmparatoru Augustos’tan kaynaklanıyor. Hatta Augustos, “Benim adımı taşıyan ay Giulio’nun ayından kısa olmasın” deyince, (o zaman en son ay olan zavallı) Şubat’tan bir gün alınarak, 30-31-30-31 gün diye giden düzen bozulup, Ağustos da 31 gün yapılmış. 

Eylül Akad – Süryanice’ de “üzüm” anlamında kullanıyor. Ayrıca İbranicede “elül” ayı var.

Haftanın Günleri

Biraz da haftanın günlerine bakalım

Ay isimlerindeki kaymanın benzerini gün isimlerinde de görüyoruz.Türkçede haftanın Çarşamba – chahar/cihar (4 veya 4.) şabba/samba, Perşembe panj/penç (5 veya 5.) şabba/samba gibi bazı günleri Farsçadan geliyor. Çarşamba, günümüzde haftanın 3. günü, ama 4. gibi adlandırılmış. Bunun da temeli eski İslam takvimleri: Cumartesi hafta tatili, Pazartesi değil Pazar haftanın birinci günü.

Benzer biçimde Arapça selase (3) Salı olmuş.

Cuma Arapça kaynaklı. CMM veya CM kökünden türetilen “topluluk, toplanma” ile ilişkili cami, cem, cemaat, camia, cemiyet, cumhur gibi bir dizi sözcükten biri.

Ay ve gün isimlerinde, farklı kültürler olarak tanıdığımız Sümer, Akad, Arap, İbrani, Süryani, Dürzi, Fars, Antik Yunan, Roma ve kuşkusuz Türk kültürlerinin nasıl iç içe geçtiğini görüyoruz. Günümüzde birbiriyle çatışan, hatta savaşan ülkelerin, uygarlıkların geçmişe uzanan ortaklıklarının bugüne örnek olmasını ve 2025’in hepimize mutluluk getirmesini dilerim.

 

30 Kasım 2024 Cumartesi

Birleşik Krallıkta Kargaşa

 

Endüstri Devriminin 1700’lerin ikinci yarısında Britanya’da başladığı ve toplum yapısını değiştirdiği bilinir.  Bu kapsamda buhar gücünün dokumacılıkta (James Watt, 1765), gemilerde (Symington, 1802) ve demiryollarında (Trevithick, 1803) kullanılması, sülfirik asit gibi temel kimyasal ürünlerin üretimi (Ward, 1736), reveber ergitme fırınlarında dökme demiri cüruftan ayırma (Onions, 1783) gibi uygulamalar Endüstri Devriminin köşe taşları olarak belirtilir. Pekiyi bunun öncesinde toplumsal durum nasıldı? Bu soru beni hep ilgilendirdi. Bu gelişmelerin büyük çoğunluğu İskoçya’da gerçekleşiyor. Ama adanın -ve ardından “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” kuran- baskın ülke İngiltere’yi biraz gözümüzde canlandırmaya çalışalım:

16. yüzyıl ikinci yarısı, Kraliçe I. Elizabeth (1559 – 1603) dönemi, İngiltere Krallığı’nın “altın çağı” veya “İngiliz rönesansı” olarak nitelenir. Bu kısa iç barış döneminde, hem geçmişteki taht kavgaları (örneğin Güller Savaşları – War of the Roses), hem de süregelen Anglikan/Protestan/Katolik mezhep çatışmaları (örneğin Kraliçe I. Mary – Bloody Mary) yatıştı. 17. Yüzyıl başında İngiliz – İspanyol savaşı sona erdi. İspanya, İngiltere’nin Protestan bir ülke olmasını kabul etmiş, İngiltere de İspanya’ya bağlı olan Hollanda’da isyancıları desteklemekten vaz geçmişti (Londra Antlaşması, 1604).

Ne yazık ki bu dönem kısa sürer. Kraliçe Elizabeth çocuk sahibi olmadan ölünce Tudor Hanedanı sona erer, İskoçya Kralı, I. James olarak İngiltere tahtına oturur ve Stuart hanedanı başlar. Bu yalnızca bir hanedan değişimi değil, -ülkeler değilse de- İngiliz ve İskoç kraliyet yönetimlerinin (Union of the Crowns) birleşmesidir (ülkelerin birleşmesi çok sonra gerçekleşecek Act of Union, 1707). Her şey bir yana Stuart’lar Katolik'tir ve Protestanlar bu gelişmelerden hiç memnun olmazlar, huzursuzluklar başlar ve I. James bir dizi suikast girişimleri ile karşılaşır. Sonunda I. James’in oğlu I. Charles döneminde krallık ile parlamento taraftarları arasında İç Savaş başladı. Parlamento ordularının komutanı Oliver Cromwell savaşı kazandı, Kral I. Charles idam edildi (1649), cumhuriyet ilan edildi ve Cromwell devlet başkanı (Lord Protector) oldu (1653).

Bu arada I. Charles’ın oğlu Charles, önce İskoçya’ya, ardından Fransa’ya (Fransa Kralı XIV Luis kuzeniydi) ve Hollanda’ya kaçar. Bu dönemde Jacobite hareketinin hem İngiltere’de hem de kıta Avrupa’sında çeşitli girişimlerini görüyoruz. (İngiltere tarihinde Katolik Stuart hanedanından -ve onun önde gelen isimleri James’lerden- yana olan Jacobite hareketi var. James adının kaynağı olan Latince Jacobus’dan kaynaklanan bu terim, Fransız devrimi ile ünlenen Jacobin klübü Société des Jacobins, amis de la liberté et de l'égalité ile karıştırılmamalı.)

İngiltere’de cumhuriyet yönetiminin pek de başarılı olmaması soncunda Charles, adaya dönüp II. Charles olarak tahta geçer ve “restorasyon” -yani yeniden krallık- dönemi başlar (1660). Fakat bu da sorunludur. Özellikle II. Charles’ın ölümünden sonra (1665) tahta geçen II. James’in koyu bir Katolik olması yine mezhep çatışmalarını gündeme getirir ve çözüm devrimdir (Glorious Revolution, 1688). Hollanda’dan William (William of Orange) gelir, II. James kaçar, parlamento güçlendirilir (Bill of Rights), Kral III. William ve karısı Kraliçe II. Mary ülkeyi birlikte yönetecektir. Kralın Protestanlığı bu kez Katolikleri kızdırır ve yukarıda anılan Jacobite’lar, III. William’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunur. III. William’ın ardından (1702) tahta oturan Kraliçe Anne, Katolik Stuart hanedanındandır, ama Anglikan olarak yetiştirilmiştir ve anlaşmaya göre (Act of Settlement, 1701) bundan sonra hanedan hep Anglikan olacaktır. Öyle de olur; Kraliçe Anne çocuk sahibi olmadan ölünce Almanya’dan Hannover’ler gelir ve bu hanedan Birleşik Krallıkta günümüze kadar sürer.

Kısacası çok isim ve tarih içinde büyük bir kargaşa. Yukarıda yalnızca iç-içe geçen taht ve mezhep çatışmalarını özetlemeğe çalıştım. Kuşkusuz bu dönemde siyasal olayların yanında, coğrafi keşifler; veba salgını (1665); büyük Londra yangını (1666); Hobbes (1589 – 1679), Montesquieu (1689 - 1755), Voltaire (1694 - 1778), Hume (1711 – 1766), Rousseau (1712 - 1778)… gibi düşünürlerin fikirleri; bilim, teknoloji ve sanayideki gelişmeler toplumu alt üst etmişti.

Evet, tarihte toplumların kargaşa içine düşmelerinin ardından ileriye doğru büyük sıçramalar yapmalarının birçok örneği var. Günümüzde de Dünya böyle bir kargaşa içinde. İklim ve çevre krizi, acımasız savaşlar, ulusal ve uluslararası hukuk düzenlerinin çökmesi, demokrasiye olan güvensizliğin artması, yaygınlaşan ekonomik zorluklar, artan eşitsizlik … Sorunlar saymakla bitmiyor. Dileyelim ki bu durum bizi umutsuzluğa itmesin ve bu kargaşanın ardından daha iyi bir Dünya kurabilelim.