İnsanoğlu kendini çevreleyen doğaya bakınca çok eski
çağlardan beri var olan dağlar-denizler-akarsular gördü. Kendinden daha hızlı
koşan, kendinden çok daha güçlü yırtıcı hayvanlar gördü. Her halde ilk algısı
bu çevre içinde bir “küçüklük-güçsüzlük” oldu. Onu zaman içinde güçlü kılan da zayıflığının
bilincine varması oldu. Çünkü zaman içinde doğaya karşı verdiği savaşla zayıf-eksik
yönlerini gidermenin yollarını buldu.
Bu zayıflık duygusunun karşı ucunda insan bir yandan da
çevresindekilerden üstün olduğunu düşündü. Özellikle daha ahlaklı, erdemli, akıllı
olarak her yönden kendini geliştirebileceğini de gördü:
- · Platon geleneğinde kusursuz insan-Anthropos Teleios
- · Hermetiklerde insan insan- Ontos Anthropos
- · Taoculukta ruhsal insan-Cheng Jen
- · Budizmde büyük insan- Mahâpurusa
- · Gnostiklerde büyük insan- Megas Anthropos
- · Tasavvufta ergin insan-İnsan- Kâmil
Kendini geliştirme amacına yönelik çabaları sırasında ilk
adım “Kendini bil” olarak öne çıktı. Latincede “nosce te ipsum”, İngilizcede
“know thyself” olarak birçok düşünsel
metinde bunu buluyoruz. Hemen hemen bütün dinlerde inzivaya çekilmek, çile
doldurmak, manastıra kapanmak… kendinde bir şeyler arama çabası olarak belirdi.
Antik Mısır’daki Luksor (MÖ. 1400) tapınağı iki bölümlüydü.
Halkın girdiği birinci bölümün duvarında “Beden
Tanrının evidir” yazardı. Bu nedenle insanın kendini irdelemesi ve tanıması
tanrıya giden yolun ilk adımı sayılırdı. Tapınağın ikinci bölümüne ancak
belirli bir erişkinlikten ve sınavlardan sonra geçilirdi. Bu bölümde ise bu
emrin açıklaması yer alırdı: “İnsanoğlu,
kendini bil böylece Tanrıları bileceksin”
Antik Yunan’da da bu söz çok anılmış. Kimi kaynağı Thales’e
(MÖ. 624-546), kimi mitolojideki şairlere (Apollonun kızı Phemonoe) dayandırmış.
Bu nedenle Delfi adasında Apollon Tapınağının üzerinde “Kendini Bil” yazdığı söylenir ve Sokrat’ın yapıtlarında bu aforizma
Delfi yazısı olarak anılır. Bilindiği gibi Sokrat karşılıklı konuşma (dialog) yöntemiyle gerçeği bulmaya
çalıştı ve yazılı eser bırakmadı. Sokrat’ın diyalogları öğrencisi Platon
tarafından kaleme alındı. İşte bu diyaloglarda “Kendini Bil” birçok yerde geliştirilen bir düşüncedir[1].
ESKİ İÇREK GÖRÜŞLERDE “KENDİNİ BİL”
Antik dönemde geliştirilen birçok içrek (ezoterik – batınî) görüş çerçevesinde
kendini öğrenme kendini geliştirmenin ilk adımı olarak ele alınır. Batı uygarlığı
kendi düşünsel temellerini Antik Yunan’da bulsa da, birçok düşünce akımının
köklerini çok daha önceki uygarlıklarda buluyoruz.
“Kendini Bil” kapsamında ilk olarak değinme istediğim içrek düşünce
akımı Hermetizm. Mısır’da MÖ. 3000’lerdeki kutsal metinler Hermes’in tanrılar
döneminde yaşadığını anlatır. Hermes sözcüğü ise Eski Yunancada insansız
bölge-çöl anlamına gelen “eremities”den
kaynaklanır. (Burada yüzyıllar sonraki Tevrat metinlerindeki “çölde dolaşmak”
kavramına bir gönderme de yapabiliriz.)
Ku’anı Kerim’de (19: Meryem Suresi Ayet: 56-57 ve 21: Enbiya
Suresi 85) İdris Peygamber olarak geçen Hermes, Anadolu Türkçesindeki “ermiş” sözcüğünün de kaynağını
oluşturur. Tevrat’ta Hermes (Enoch) Hz. Âdem’in torunu ve Hz. Nuh’un
büyükbabası olarak anılır. Antik Yunan kaynaklarında özellikle İskenderiyeli
Clement ve Askleipos onu Trimegistes
Hermes (“üç kez bilge” Hermes) olarak anar [2].
İnsanın hakikatin kaynağı olduğu görüşünü Hermetizmde
görürüz: “Asıl nur insandır. İnsanlar bu
nuru tanımazla ve onu fark etmezler; ancak hakikat budur. Nur her yerde, her
kayada ve her taşta vardır. Diğer her şey geçicidir; ancak nur süreklidir. Nur
insanın yaşamıdır. Her insan için bu nur her şeyden daha yakındır.” Bu
kendindekini arama anlayışında yalnızlığın yanında “kapalılık” öğesi de
vurgulanır. Bu nura herkes kavuşamaz. Çünkü
insanın içindeki “nur” kutsal üstün bir varlığın bilincidir. Birçok durumda bu
inanç yerleşik dinlerle, onların dogmaları, ruhban sınıfı ve uygulamaları ile
çatışma içindedir. Nura kavuşmak için her açıdan yeterli bir bilinç düzeyinde
olmak ve ilgili ritüele göre düzenlenen bir (veya birkaç) eriştirme – yükseltme
– tekris (initiation) töreni ile bu
bilge kişiler topluluğuna kabul edilmek gerekir. Burada günümüze kadar uzanan
tarihte birçok din ve düşünce akımındaki “kapalılığın” kaynağı bulunabilir. (O
kadar ki örneğin İngilizcede hava sızdırmayan bir paketleme “hermetic sealing” olarak tanımlanır.)
Batı uygarlığının daha çok doğa ile savaşım temelinde
gelişmesine karşın Doğu düşünce biçimlerinin öteden beri insan bedeninin ve
ruhunun incelenmesine yöneldiğini görüyoruz. Günümüzde oldukça popüler hale
gelen Yoga, Akupunktur, Feng Shui gibi düşünce ve uygulamalar Doğu’nun bu içe
dönüklüğünün göstergeleri.
Hint düşünce sisteminin birkaç dönemde ele alınması
gerekirse de temelinin “bireyin kendi özünü araştıran derin düşünce ile
hakikate, kurtuluşa ulaşması” olduğu belirtilebilir. Eski “veda” yazıları (MÖ.
2000-1000) ile başlayıp Brahmanizm, Hinduizm, Budizm (Guatama Buda – MÖ. 500)
bu geleneği sürdürdüler.
Hinduizm’in birçok tanrısı arasında Krişna’nın en tanınan ve
sevilen tanrı olmasının nedenini sanırım sarı bir peştamala sarılmış, alçak
gönüllü, neşeli bir sanatçı kişilik sergilemesinde aramalıyız. Sözcük anlamı
“duman gibi karanlık” anlamına gelen Krişna’da Hintliler kendilerini buldular.
Tanrı, yani sonsuz hakikatin, sonsuz güzelliğin ve sonsuz iyiliğin, aşktan ve fedakârlıktan
aldığı kuvvetle gökyüzüne doğru fışkıran kurtarıcı bir şuurla insanda ortaya
çıkması fikri Krişna’da simgelenmiştir.
Hindistan’da Buda’nın yaşadığı MÖ. 500’lerde Çin’de Konfiçyüs’ü
(Kung-fu Tse-üstad Kung) görüyoruz. Bilindiği gibi Konfiçyüs düşüncesini
toplumun en iyi biçimde yönetilmesi konusunda yoğunlaştırdı. Ama toplum için
iyi olana ulaşmanın yolu olarak insanın kendini tanıması ve geliştirmesi
olduğunu savundu:
“Eskiler devletlerini bir düzene koymaya
çabaladılar. Devletlerini düzenlemek isteyenler önce evlerine çeki düzen verme
gereğini gördüler. Evlerini düzene koymak isteyenler önce kişiliklerinin
geliştirmelerinin gerektiğini anladılar.”
Konfiçyüs metafizik sorunlarla uğraşmaktan çok insanın iyi
yetiştirilip topluma yararlı olmasına öncelik verdi. Felsefe Sohbetleri adlı kitabında öğrencisi
Tseu-Lu “Üstadımızdan erdem ve
yetenekleri ile seçkin bir adamın oluşumu için gereken nitelikleri dinledik.
Ama göksel yol hakkında bir şey dinlemedik” diye yazar. Aynı kitaptaki bir
diyalog yine Konfiçyüs düşüncesini yansıtır:
Ki-Lou-Ruhlara ve cinlere nasıl hizmet edilebilir?
Kofiçyüs-Henüz insanlara hizmet edebilecek bir halde
değilken ruhlara ve cinlere nasıl hizmet edilebilir?
Ki-Lou- Öyleyse ölümün ne olduğunu sormama izin
veriniz.
Kofiçyüs-Yaşamın ne olduğu nasıl bilinebilir?
MÖ 5. ve 6. Yüzyıllar düşünce akımları açısından çok ilginç
bir dönemdir. Bu dönemde biraz daha Batı’ya İran’a geldiğimizde Zerdüşt’ü
buluyoruz. Efsane Zerdüşt’ün (Zoroastrian) MÖ. 1000 dolaylarında
yaşadığını söylerse de bir din olarak MÖ. 6. Yüzyılda İran’da gelişti. Yeryüzünü
iyi yaratıcı tanrı Ahura Mazda ile
yıkıcı ruh Angra Mainyu arasındaki
çatışma alanı olarak belirleyen bu dinde insan Ahura Mazda tarafından yaratılan
“iyilerin” safında yer alır. Tanrının insanın içinde olduğu inancı açıkça
vurgulanır.
GNOSTİKLERDE “KENDİNİ BİL”
Hıristiyanlıkta özellikle Gnostik (Antik Yunanca Gnostikos – öğrenenler) öğreti kendini
tanımaya çok önem verdi. Aslında Gnostik düşünce biçimi Hz. İsa’dan biraz önce
başladı. Hıristiyanlıkla birlikte 2. - 3. Yüzyıllarda Roma İmparatorluğunda
özellikle İran, Ortadoğu ve Akdeniz çevresinde yayıldı. Hıristiyan Gnostikleri
için hareket noktası Hz. İsa’nın İncil’deki “Tanrı'nın Egemenliği göze görünür
bir şekilde gelmez. İnsanlar da,
‘İşte burada’ ya da, ‘İşte şurada’ demeyecekler. Çünkü Tanrı'nın Egemenliği
aranızdadır.” (Luka 17:20) gibi sözleridir.
Hz. İsa söylencesinin
öncesine uzanan bir Tevrat-İncil kaynağı Filistin’de, Kumran (Qumran) vadisinde 1946-1956 döneminde
bulunan ve karbon analizi ile MÖ. 33’e (±200) tarihlenen “Ölü
Deniz El Yazmaları”dır. Muhammed
Edh-Dhib adlı bedevinin 1946’da bulduğu ve 1956’ya dek 11 mağarada yapılan
kazılarda çıkarılan el yazmaları günümüzde İncil olarak bildiğimiz en eski
metinleri oluşturuyor.
Gnostik yapıtlar konusundaki
en büyük kaynak ise Nag Hammadi kitaplarıdır. 1945’de Yukarı Mısır’da Nag Hammadi
kasabasında Muhammed Ali Samman adlı bir köylü kapalı bir kavanoz içinde 52
papirus üzerine yazılmış el yazması buldu. Kitapların buradaki bir manastıra
ait olduğu ve 4. Yüzyılda Hıristiyanlık açısından “yasal” olmayan kitapların lanetlenmesiyle
(Piskopos Athanasius, MS. 367) gömüldüğü tahmin ediliyor. Bu el yazmalarının en
önemlilerinden Thomas’ın (yarışmacı) Kitabı’nda “Tanrı’nın egemenliği göklerdeyse, kuşlar O’na sizden daha yakın.
Denizde ise balıklar daha yakın. Oysa egemenlik sizin içinizde ve dışınızda.
Kendinizi tanıdığınız zaman O’nu tanıyacaksınız” denir. Hıristiyan dünyasın
ana akımında bu mistik yaklaşımın kısa sürede terk edildiğini ve yerini çok
daha güçlü bir merkezî otoritenin aldığını belirtmeliyim.
MANİCİLİK
3. Yüzyılda yukarıda değindiğimiz Zerdüştlüğün izlerinde bir
başka din akımının, Maniciliğin geliştiğini görüyoruz. Sasani İmparatorluğu
döneminde bu dinin İran, Mezopotamya’da yaygınlaştığını, Orta Asya’ya
uzandığını, 762’de Uygur hükümdarı Bügü Kağan’ın bu inancı resmi din olarak
duyurduğunu görüyoruz [3]. Burada Zerdüştlükteki
ikiliğin insana da yansıdığını ve Mani’nin oldukça şiirsel bir dille insanın
içindeki iyi yönü geliştirmesini önerdiğini görüyoruz: “İçinizdeki nur güzellikle ve bilgiyle beslenir. Yalnızca bedeni
beslemekle yetinmeyin; içinizdeki nuru da besleyin. Dokunma, görme, işitme
tatma ve koklama duyuları size nuru damıtmanız için verildi. Onlara güzel
renkler, nağmeler, kokular sununuz.”
Maniciliğin yayıldığı coğrafya Hıristiyan Roma’ya komşuydu.
Bu ikili (dualist) ve hümanist görüşler
Roma düzeninin dağılmasıyla oluşan siyasal kargaşa ortamında, Papalığın zengin
ve dogmatik görüşlerine karşıt bir tutum olarak İsa’nın ilkel ortakçılığı
biçiminde yayıldı. Paulusçular (8. Yüzyıl Ermenistan), Bogomiller (10.yüzyıl
Makedonya-Bulgaristan) ve Katharlar’a (12.-13. Yüzyıl Fransa) kadar uzanan
coğrafyada bu görüşlerin, başkaldırıların ve baskıların izini sürüyoruz.
TASAVVUFTA “KENDİNİ BİL”
Yukarıda Doğu ve Batı düşünce sisteminden örnekler verdim.
Ama bence bu ilkenin en güzel biçimlerini bizim kültürel köklerimizde
buluyoruz. Özellikle yarattıklarının Yaradan’ın bir yansıması olduğunu öne
süren Tasavvuf varlık birliği (vahded-i vucut)
temel ilkesiyle bu konuda çok zengin bir kaynak oluşturuyor. Tasavvufun bu görüşünün temelini bir Kutsi
Hadis (Kuran’da yer almayan, Hz. Muhammed’in ifade ettiği Allah’a ait olan söz)
oluşturuyor: “Ben gizli bir hazineydim.
Bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım”. Bu durumda dünyadaki bütün varlıklar ve tüm evren Tanrı'nın yansımalarıdır. İnsanlar Allah'tan gelip yine Allah'a dönecektir.
Yarattıklarının özünde Yaradan varsa, Ona ulaşmanın en
belirgin yolu kendi içimizde Onu aramak. Örneğin Yunus Emre benliğinde
kendinden “içeri” olan bir varlık bulur:
“Beni bende demen,
bende değilim,
Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Hatta kendini içine yönelmeyen “âlim”lerle alay eder:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır?
Hacı Bektaş-ı Veli de hakikatin kaynağını insanda bulur:
Hakikat yolunu bilenlerdeniz
İlhamı insandan alanlardanız
Cevherin hasını bulanlardanız
Foyalı boncuklar dizen
değiliz.
O da softalarla alay eder:
Dervişlik hırkada taçta değildir,
Hararet nardadır, saçta değil,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de
Hac’da değildir.
Zaten İslam kurallarına uymak (Şeriat), Bektaşilikte dört
aşamanın ilkidir. Ardından Tarikat-Hakikat-Marifet kapılar gelir. Yukarıda
Hermes-İdris Peygambere değinmiştim. İslam kaynaklarına göre İdris Peygamber
(Hermes-i Herâmise) ilk terziydi. Bu terzilik de Tasavvufta hal elbisesi (Hûlle) ile simgelenir. Yunus Emre
İdris Nebî hûle biçer
Gezer Allah deyu deyu
derken bu hal elbisesini anar.
Tasavvufta kendini yetiştirmenin nedeni Allah’ın benliğimizde
yerleşmesidir. Şemseddin Sivasî’nin (16. Yüzyıl) dilinden bunu söylersek:
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak
Padişah girmez saraya
hâne mamur olmadan
(Hak’kın görünmesi için gönülden yabancı her şeyi çıkart.
Çünkü ev düzenlenmeden Padişah saraya girmez)
Sanırım bu düşünceyi en vurgulayıcı biçimde “Ben Tanrıyım- ene’l Hak” diyen Hallac-ı Mansur ifade
etti. O kadar vurgulayıcı biçimde ifade etti ki Bağdat’taki yönetimin buna göz
yummasına olanak yoktu; 922 yılında büyük işkencelerle idam edildi. Bu acı olay
400 yıl sonra tekrar yaşandı ve benzer görüşler ileri süren İmadeddin
Nesimî 1425’de Halep’de idam edildi [4].
İNSANCILIK VE AYDINLANMADA “KENDİNİ BİL”
Günümüz Batı düşüncesinin kökleri -birçok düşünce biçimi
gibi- çok eski çağlara kadar uzanabilir. Ama her halde çağdaş anlamda baskın
bir nitelik kazanması Rönesans-Reform ile başlayıp Aydınlanma ile gelişen
çizgidir. Ortaçağın insanı görmezden gelen dinsel-dogmatik, tanrı-merkezli çizgisinin
ardından Rönesans döneminde insanı merkeze alan insancı (humanist) düşünce ve sanat gelişti. Bunu 18. Yüzyıldaki Aydınlanma
izledi. Bu dönemin akılcılığının en yetkin ismi Kant’ın geliştirdiği ahlak
felsefesinin temelinde, ahlaklı davranışın ne olduğu konusunda temel
kavramların insan bilincinde doğal biçimde olduğu kavramı yer alır: “ahlak, insan aklına ve vicdanına dayanır”
[5] . Kant bu bilince büyük bir hayranlık duyar: “İki şey var ki, ne kadar çok ve derin düşünürsem, her zaman gönlümü
hayranlık ve yücelik duygusu ile dolduruyor: Başımın üstündeki yıldızlı gökyüzü
ve içimdeki ahlak yasası”. İşte içimizdeki bu yasayı uygulamak ve yine
insanın yüce yeteneği aklını kullanmak Aydınlanma için tek yoldur. [Kant’ın Sapere Aude (Usunu kullanmaya cesaret et!) sloganına bu blogun başka bir
bölümünde (Aydınlanma Dönemi-Genel Çerçeve) değinmiştim.]
Zamanda büyük bir sıçrama yapıp 20. Yüzyıla gelelim: Rudyard
Kipling (1865-1936) “If – Eğer”
başlıklı ünlü şiirinin son dizlerinde kendini geliştirmenin amacını “Adam” olma
olarak belirtir (Çev: Emre Kongar):
“İşte o zaman Dünya ve içindeki her şey senindir
Ve daha önemlisi-sen artık Adam olmuşsundur oğlum!”
Ve daha önemlisi-sen artık Adam olmuşsundur oğlum!”
Adam olmak deyince aklıma “Parmak Damlası” geliyor. Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (1890-1973) (Halikarnas Balkçısı) “Parmak Damlası”
romanında ilginç bir aşk öyküsü anlatılır. Büyük kentlerde yetişmiş ve öğretmen
olmuş kültürlü bir genç kız, görevli olarak geldiği Akdeniz kıyısındaki küçük kasabada bir
sünger avcısına âşık olur. Bu sevgiyi onaylamayan çevresine genç kızın
gösterdiği gerekçe ilginçtir: “O adam gibi adam” der.
SON SÖZ
Tarihsel gelişim içinde çeşitli
düşünce akımlarının farklı neden ve yorumlarla da olsa “kendini bil” çağrısı
çevresinde birleştiklerini görüyoruz. Bu uyarıyı kimi zaman “sen güçsüzsün haddini bil” anlamında birçok
zaman ise “sende Tanrısal bir öz var onu
içinde ara” veya “kendi aklını
kullan, ahlak ve erdem ilkeleri senin içinde onları kullan” anlamında
değerlendirebiliriz. Ya da daha pratik bir görüşle “kendi eksiklerini ve yeteneklerini öğren; onlardan yola çıkarak kendini
geliştirebilirsin” diye düşünebiliriz. Hangi yaklaşım biçimi bize uygun
gelirse gelsin sanırım bu unutmamamız gereken bir çağrı: Kendini Bil.
[1] Russell, Bertrand. History of Western Philosophy. London:
Unwin Universty Books, 1946.
[2] Shuré, Edouart. Büyük
İnisiyeler. İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları, 2005.
[3] Maaluf, Amin. Les
Jardins de Lumiére. Paris: Jean-Clode Lattès, 1993.
[4] Öztürk, Yaşar Nuri. Hallac-ı
Mansur: Darağacında Miraç.
İstanbul: Yeni Boyut Yayınları, 2011, s. 31.
[5] Kant, Immanuel. Critique of
Practical Reason (Kritik
der praktischen Vernunft), 1788.