Daha önce de ODTÜ Mezunlar Derneği Edebiyat Kulübünde ele
aldığımız kitaplar hakkındaki notlarımı bu blogda yazmıştım. 29 Nisan 2013
akşamı John Fowles’in “Fransız Teğmenin
Kadını” [1] kitabını tartıştık. Bugün de bu kitap üzerinde bir şeyler
yazmak istiyorum. Kitap iki kez Türkçeye çevrilmiş.1972’de Nihal Yeğinobalı
çevirisini Altın Kitaplar “Bir Başka Kadın” adıyla basmış. 2003’de Aslı Biçen
çevirisini Ayrıntı Yayınları “Fransız Teğmenin Kadını” adıyla basmış.
Niye yalan söyleyeyim romanın ilk birkaç bölümünde biraz
koktum. Kitabın İngilizce metnini okuyordum ve –dediğim gibi ilk birkaç
bölümde- ağır bir dille yazılmış düşük tempolu alışılagelmiş bir aşk romanı izlenimi
aldım. Oysa 1970-80’lerde dünyayı sarsan bu romanın ve 1981’de Karel Reisz’in
çektiği filmde Meryl Streep’in oyununun övgüsünü çok duymuştum. Ayrıca Fowles’dan da varoluşçu felsefe ile yoğrulmuş
yorumlar bekliyordum. İlk sayfaları aşınca ise beklediğimden fazlasını buldum.
Diline alıştım. Yalnızca yapısı güçlü ve sürükleyici bir romanın ötesinde
kendimi 1800’lerin ikinci yarısında İngiltere’de yaşarken buldum. Üstelik yazar
mizahi bir üslupla 1960’lardan Kraliçe Victoria İngiltere’sine bakıyordu.
Romanın öyküsü oldukça bilinen bir konu: İki kadın arasında
seçim yapmak zorunda kalan bir erkek. Nişanlısı ile evlenerek toplunum
onayladığı yolda ilerleyebilir. Oysa gönlü toplumsal düzeyine hiç de uygun
olmayan gizemli bir başka kadında. Dediğim gibi bu iki cümlelik özet oldukça
bilindik bir konu gibi görülüyor. Oysa karakterler o denli güzel işlenmiş,
romanın geçtiği Kraliçe Victoria dönemi İngiltere’si o denli güzel aktarılmış
ki günümüzde klasikler arasına giren büyüleyici bir roman çıkmış ortaya. Konu
üzerinde durmadan karakterleri ele alalım.
Karakterler
Edebiyat Kulübünün toplantısında romanın ana karakterinin
Charles mi yoksa Sarah mı olduğu çok tartışıldı. Roman Charles’a yakın biçimde
anlatılıyor; ama gerçek gizem de Sarah’ta. Yine de biz Charles’dan başlayalım: Charles Smithson tipik bir centilmen,
Cambridge eğitimli bir asilzade. Belki
Kafka romanlarındaki kadar bunalım içinde değil ama ait olduğu dönemin ve
sınıfın bütün çelişkilerini yaşıyor. Bilimin önemini kavramış, paleontolojiye
gönül vermiş, Darwin savunucusu bir aydın (s. 50). Sınıfından bekleneceği gibi
paleontoloji çalışmalarını büyük bir tutkuyla ama zevk için yürüten bir amatör
(s. 297). (Herhalde Fowles’un çökmekte olan bir sınıfın temsilcisini fosillere
tutkun yapması bir rastlantı değil!)
Roman boyunca Charles’ın ve ailesinin mali durumunun giderek
kötüleştiğini görüyoruz. Bu kuşkusuz yaşadığı çağda aristokrasinin
zayıflamasını yansıtıyor. Bu “kötüleşme” romanın ana çizgilerinden birini
oluşturmakla birlikte henüz deyim yerinde ise “kuyruğu dik tutabiliyorlar”. 32
yaşındaki bu bekar ve yalnız adam Belgravia’daki yirmi odalı (s. 265) büyük evi
boşaltıp Londra Kensington’daki mütevazı (!) evinde uşağı, aşçısı ve iki
hizmetçisi ile yaşıyor (s.16). Uşaksız bir yaşamı hayal edemiyor (s. 44). Bugün
anlamakta zorluk çektiğimiz biçimde mesleği olmadan, gelir getirici hiçbir işte
çalışmadan yaşıyor ve gönlünün çektiği biçimde Avrupa’da yolculuklar yapıyor. Bir-iki
makale yazdıysa da yolculuk izlenimlerini kitap haline getirmesi önerisini
küçültücü ve çok yoğun bir iş buluyor (s.16). Fowles da Charles’in en ayırt
edici özelliğinin tembellik olduğunu belirtiyor ve ekiyor “çoğu çağdaşı gibi” (s.17).
Bu söylediklerimden Charles’in romanda olumsuz bir karakter olarak
çizildiği izlenimi çıkmasın. Bence bu karakter çok gerçekçi biçimde çizilmiş ve
sınıfının çelişkisini çok güzel yansıtıyor. Bir kere çok dürüst. Cambridge’li
arkadaşlarının şımarıklıklarına karşı tutumu, iki yerde gördüğümüz çocuk
sevgisi, uşağına veya Londra’daki fahişeye yönelik insanca davranışları
yüreğindeki bu iyi yönü vurguluyor. Paleontoloji’ye ilgisi de çok samimi. Dini dogmalara
karşı çıkıyor. “Varoluştan çıkarabildiği
birazcık tanrı kavramını da İncil’de değil Doğada buldu” (s.16).İngiliz Hristiyanlığını “bağnaz” buluyor (s.
130). Herkesin “trajedi” olarak andığı “Lekeli” bir kadına duyduğu yakınlık
veya “Madame Bovary” romanını Fransa’da on yıl önce okumuş olması (s. 120)
ahlak konusunda çağının oldukça ilerisinde olduğunu gösteriyor. “Demokrat”
olarak niteleyebileceğimiz bir tutumu var. Amcasının muhafazakarları desteklemesine karşın Charles –adeta sınıfının çıkarlarını göz ardı ederek- Anayasal
Monarşiyi savunanlardan yana (s.17). Amerika’da –özellikle Boston’daki- özgürlük
ortamını benimsiyor ve kendisine paralel düşünen bir çevre buluyor. “Amerika deneyimi … özgürlüğe olan inancını
tazeledi”(s. 438). Ama diğer yandan sınıfının ön yargıları da çok belirgin.
Gerçekleşmeyen gelecekteki kayın pederi Mr. Freeman’ın ticari işlerine ortak
olması yönündeki çağrısını büyük bir hakaret olarak görüyor. “O bir centilmendir ve centilmenler ticaret
yapamaz” (s. 290). Bu iş teklifini “karısının
drahomasını kazanmak” amaçlı olarak niteler (s. 291).
Bu “hiçbir şey olmama” kararı bence varoluşçu bir seçim: “Birden hiçliğinde ilginç bir kendine saygı
duydu. Hiçbir şey olmayı seçmişti. Bir kıymıktan başka bir şeye sahip olmamak
bir centilmenin son yüceliği, son özgürlüğüydü” (s. 297). Kuşkusuz bu özgür
olduğunu bilincine varılması bir “terör
durumudur” (s. 344).Charles’ın izleyen bölümlerdeki sıkıntı ve bunalımını
da sanırım varoluşçu bir seçim sorumluluk yükü olarak görmeliyiz: “En büyük düşmanı sıkıntıydı” (s. 432).“Hemen hemen Avrupa’nın her kenti onu gördü.
Piramitler onu gördü, Kutsal Topraklar da… fakat kendileri görünmeden; bunlar
hiçlikle, nihai boşlukla, tam bir amaçsızlıkla arasındaki ince bir duvardan başka
bir şey değildi”(s. 428) .
Sarah Woodruff ise
romanın en tartışmalı karakteri. Her halde okuyucuyu en çok düşündüren –ve
roman ilerledikçe kendisi hakkındaki yorumlar en fazla değişen- roman karakteri
Sarah. Romandaki diğer kadınlara göre daha iyi bir eğitim almış belki çok güzel
değil ama 30 yaşında etkileyici bir kadın. İlk karşımıza çıktığında günahının
altında ezilen ve bu nedenle kendini cezalandıran melankolik, terk edilmiş
mahzun bir kadın. Zamanla mücadeleci kişiliği belirginleşiyor. “Başkalarının anlayamadığı bir özgürlüğe
sahip olduğumu düşünüyorum. Hiçbir aşağılama, hiçbir suçlama bana dokunamıyor”
(s. 176). Belki de onu değişik ve çekici kılan bu bağımsızlık tutkusu: “Ne isem o olmak istiyorum. Ne kadar nazik,
hoşgörülü olursa olsun bir kocanın karısından bekleyeceği gibi değil”
(s. 453).
Roman boyunca Charles’la birlikte okuyucu da bu gizemli
kişiliği çözmeye çalışıyor. Bu aramada anlatıcı devreye girerek Sarah hakkında “masumluk-klinik
dehşet” arasındaki ikilemde seçim yapmaya çalışan Charles’ın durumunun –biz
okuyuculardan- çok daha acı olduğunu belirtiyor: “Hegel’e rağmen Victoria dönemi insanları diyalektik biçimde
düşünmezlerdi. Bir bütünün doğal zıtlıklarının; artı ve eksilerinin doğallığını
kabul etmezlerdi. Çelişkiler onları rahatlatmaz rahatsız ederdi. Varoluşçu
anlardan değil, neden sonuç zincirleri, her şeyi açıklayan dikkatlice
geliştirilmiş ve hassaslıkla uygulanan pozitif kuramlardan yanaydılar”. Ama
burada Fowles çağımıza da takılmadan edemiyor: “Onlar kuşkusuz, yapmakla meşguldü. Biz o kadar uzun zamandır yıkmakla
meşgulüz ki yapmak bize baloncuk üflemek gibi kısa süreli bir etkinlik gibi
geliyor”(s. 250).
Miss Ernestina
Freeman, Charles’ın nişanlısı ve romanın “güzel” kızı. Birçok kişi oldukça
“sığ” bir kişiliği olduğunda görüş birliği içinde. Şiirler okuyor (s.113),
günlüğüne romantik satırlar yazıyor, el işi yapıyor. Tek gelişmiş yönü zevk
anlayışı. Bildiği de kıyafetlere ve mobilyalara büyük paralar harcamak (s.
192). Bu özellikleriyle lüks seven tipik bir “zengin” kızı olarak karşımıza
çıkıyor. Ama bir başka boyutunu da belirtmeliyiz. Aynı zamanda bir “bujuva iş
adamının” kızıdır, feodal bir asil kızı değil. Gereğinden büyük bir malikane istemez. Bu tür evleri yöneten kadınların bir “general” karakterine büründüğünü
gözlemiştir. Erenestina’nın ise askeri bir isteği yoktur. “On beş oda yeterliyken otuz oda bir deliliktir” (s. 255).
Ernestina’nın Charles’ı sevdiği kesin. Ama onunla evlenmek istemesinin bir
boyutu da evlilikle gelecek asalet unvanı. Bu noktada Fowles’un kentsoylulara
yönelik acı bir eleştirisi gündeme geliyor: “… sınıfının sürekli yanlışının, kendine güvensizliğinin kurbanı oluyor.
Sınıf sisteminin başarısızlıklarını, bu sistemin tümüyle kalkması için neden
olarak görmek yerine, daha yüksek sınıfa atlama isteğinin gerekçesi olarak
gördü” (s. 255).
İşte kendi yaşam yolu konusunda Charles’ın önündeki seçenekler
bu iki kadın – iki yaşam arasındadır. Birinci seçenek nişanlısıyla evlenip
“normal” bir yaşam sürmektir. İkinci seçenek ise gizemli Sarah’ın peşinden
koşmaktır. Charles kilisede kendi iç sesiyle hesaplaşırken –veya Tanrı ile
konuşurken- varoluşçu seçimin bütün ağırlığını duyar: “Seçimini biliyorsun. Devrinin görev, şeref, kendine saygı adını verdiği
hapishanede kalabilirsin ve rahatça güvende olursun. Veya çarmıhta özgür
olursun. Yol arkadaşların dikenler, taşlar, herkesin sırtını sana dönmesi,
nefret ve kentlerin sessizliği olur” (s. 365).
Ernestina’nın babası Mr.
Freeman gelişen kapitalist sınıfın başarılı bir örneği. Zengin bir tüccar.
İnsanların “maymundan geldiği fikrine” şiddetle karşı çıksa da gelişimin yarışma
ile sağlandığı görüşü işine gelir ve toplumsal geleceğin iş dünyasında olduğuna
inanır: “Bu evrim kuramının amacı ne
demiştin? Türler hayatta kalmak için değişmelidir. Çevredeki değişime uyum
sağlamalıdır” (s. 290).
Yukarıda aristokrasinin zayıfladığına değinmiştim. Kuşkusuz
gelişen sınıf burjuvaziydi. kuşkusuz onun içinde de amansız bir yarış vardı. 1850-1870
arası İngiliz ekonomisinde büyük bir değişim yaşandı. Vurgu fabrikadan dükkana,
üreticiden tüketiciye kaydı (s. 284). Bu ortam da perde ve döşemelik satışı
yapan becerikli iş adamı Mr. Freeman’ın işlerinin gelişmesi için çok uygun bir
ortam oluşturdu. Bu tipik kentsoylu doğal olarak asiller hakkında hiç de iyi
düşünmüyor: “ince davranışlar, ödenmeyen
faturalar” (s. 386). “Temel ilkeleri,
sırasıyla, Kâr ve İçtenlik”
Charles’ın uşağı Sam
ise sınıf atlama arzusunun simgesi. Küçük bir perdeci dükkanı açmak amacıyla
kendi değimiyle “kartları doğru oynuyor”
(s. 423). Giyimine ve tavırlarına çok özen göstermek, Charle’ın kibar
tavırlarını taklit ederek hanımların dikkatlerini çekmek gibi masum adımlarla
başlayan serüveninin düzenbazlığa uzandığını görüyoruz. Kartları doğru oynamak
kapsamında mektup zarlarını açıp içeriğini okumak, kendi çıkarları için
sakıncalı bulduğu mesajları göndermemek, yalan, düzenbazlık da var. Romanda amacına
tam olarak ulaşıp iş adamı olamadı ise de bir aristokratın uşağı olmaktan
kurtulup, bir tüccarın çalışanı olmayı başarabiliyor. Sam’in kıssasından hisse: Kapitalist olmak o
kadar da kolay değil, kapital gerekiyor!
Lyme Regis’in doktoru Dr.
Grogan ilginç bir roman karakteri olarak çizilmiş. Bir yandan Charles gibi
bilimden yana bir tutum benimseyen, Darwinci doktor son derece güvenilir bir
karakter çiziyor. Diğer yandan Sarah hakkında yaptığı ruhbilimsel değerlendirmeler
çok olumsuz. Bu da romanın son sayfalarına dek Charles’ın ve okuyucunun
kafasını karıştıran soru işaretleri ekiyor.
Yukarıda Charles’ın "demokrat", bilim adamı gibi boyutlarına
değinmiş ve tipik bir aristokrat olmadığını belirtmiştim. Cambridge’den
arkadaşı Sir Thomas Burgh ise Fowles’in
iğneli diliyle tipik bir aristokrat olarak tanımlanıyor. “Ataları çok eski çağlardan beri avcılık, atıcılık yapmış, içmiş ve
fahişe kovalamıştı. O da uygun bir gelenek duygusu içinde bunları yapıyordu”
(s. 301). Charles kulübünün seçkin atmosferi içinde bu eski arkadaşıyla
karşılaşıyor. Aristokrasi 19. Yüzyılın ortasında çöküyor; ama bir yandan da
kapalı çevresinde ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. Örneğin bu kulübe Mr.
Freeman gibi “ticaretle yakın ilişkisi
olanların” girmesi söz konusu değil (s. 302).
Romanda bir dizi karakter daha var. Bunlara dönemi yansıtmak
için prototip kişilikler olarak görüyorum. Örneğin dinsel dogmatizmin ve
bağnazlığın prototipi Mrs. Poulteney,
kötü ve gammaz Mrs. Fairey, iyi
kalpli teyze Tranter, güzel ve
sevimli hizmetçi Mary.
Victoria Dönemi
Roman bu karakterlerin nitelikleri, Lyme Regis gibi sahil
kentlerinde, Marborough House, Winsyatt Gladstone malikâneler ve Londra, Exeter
gibi şehirlerde geçen dokusu ile bence tam bir “dönem romanı”. “Bence” diyorum
çünkü Edebiyat Kulübümüzde dönem romanlarının o dönem içinde yazılması
gerektiğini savunan bu nedenle 1960’larda yazılmış ve 1860’ları anlatan bir
romanın “Victoria dönemi” romanı olamayacağını vurgulayan edebiyat severler de
var. Bence Fransız Teğmenin Kadını okuyucusuna Victoria dönemini yaşatan bir
roman ve bu nedenle en azından- okuyucu açısından bir “dönem romanı”. Üstelik
bu dönem romanın arka planını oluşturmakla kalmıyor; adeta özgün bir karakter
gibi bütün boyutlarıyla işlenmiş.
Tarihçiler 17. Yüzyıla “İspanyol yüzyılı”, 18. Yüzyıla
“Fransız yüzyılı”; 19. Yüzyıla da “İngiliz yüzyılı” derler. Gerçekten de
temelleri daha öncelere uzansa da 19. Yüzyılda Büyük Britanya ve İrlanda
Birleşik Krallığı’nın “üzerinde güneş batmayan” görkemli bir imparatorluğa
ulaştığını görüyoruz. Kraliçe Victoria’nın 64 yıl süren saltanatıyla (1837-1901)
bu döneme adını vermesi bu nedenle önemli.
İmparatorluğun dünyadaki egemenliği tartışılmaz bir
öncelik iken içteki politik tartışmalar da sürüyordu. Bunun belirgin boyutu 1680-1850
dönemindeki mutlak krallık savunucusu Tory’ler
ile anayasal meşrutiyet yanlısı Whig’ler
arasındaki geleneksel çatışmaydı. 19. Yüzyıldaki gelişmeler paralelinde Tory’ler kral ailesi ve aristokratlardan
yana tavır alırken Whig’ler
parlamentonun krala üstünlüğünü savunup gelişen kent soylular sınıfını ve
serbest ticareti desteklediler.
19. Yüzyılda Tory
çizgisini Muhafazakar Parti temsil ediyordu. Bu parti parçalanıp bir kanadın Whig’ler ve Radikallerle birleşmesi ile 1859’da
Liberal Parti doğdu. Bu süreçte önde gelen isim de daha geniş bir seçmen
tabanını savunan ve bu nedenle “halkçı William” olarak bilinen W. E. Gladstone’du
(burada Charles’ın amcasının Gladstone nefretini anlayabiliyoruz). Muhafazakar
partinin ana kanadı Muhafazakar Parti olarak varlığını sürdürdü. Bu partinin
lideri B. Disraeli 40 yıl hükumette görev aldı, iki, kez başbakanlık yaptı ve
–bekleneceği üzere- Kraliçe Victoria’ya yakınlığı ile tanındı.
İşte romanımızın geçtiği 1867-1869 dönemi Disraeli ile
Gladstone arasındaki amansız çatışma ile tanınır. Bu çatışmanın en çetin
konularından biri de romanda kısaca “Reform Bill” olarak anılan resmi adı “The Representation
of the People Act 1867” olan yasaydı. Bu yasa ile kentli erkek işçilerin önemli
bir kısmına oy hakkı tanındı. Bu yasadan önce İngiltere ve Galler’deki 5 Milyon
erkekten yalnızca 1 Milyonunun oy kullanma hakkı vardı. Yasa ile bu iki katına
çıktı. Burada “erkekler” diye vurguluyorum çünkü kadınlara oy hakkı verilmesi
bu yasanın tartışmalar sırasında J.S. Mill tarafından gündeme getirilmiş, ama
gülüşmelere yol açıp ezici bir çoğunlukla reddedilmişti (s.115) [2].
Bu dönemde İngiliz imparatorluğu gerçekten zirvede. Ama
bunun temelsiz bir ırkçılık boyutuna çıkması Fowles’un alaylı bir biçimde değindiği
konulardan biri. “Çingeneler İngiliz
değildi, bu nedenle yamyam oldukları hemen hemen kesindi” (s. 90).
Victoria dönemi katı ahlakçı bir dönem olarak bilinir. Bunun
da çok öne çıkartılıp propagandası yapılan ama yüzeyde kalan bir konu olduğu
gerçeği vurgulanıyor. Lyme Regis kasabasının saygıdeğer kadınları, âşık
gençlerin kol kola yürüyüp denizi seyrettiği kırsal bölgenin (Ware Commons)
yayalara kapatılması için kampanya yürütüyorlar (s. 90). Hristiyanların Paskalya Yortusu öncesindeki
kutsal günlerde* –dini içerikli bile olsa- bir konser düzenlenmesi yadırganıyor
(s. 127). Ama bu yüksek ahlak görüntüsü yalnızca bir kabuk. 19. Yüzyıl İngiltere’sinde
özellikle büyük kentlerde sefalet ve fuhşun çok yaygın olduğunu biliyoruz. On
üç yaşında kızlar birkaç şiline satılıyor; Londra’da atmış evden biri genelev
(güncel oran altı binde bir); veliahttan başlayarak hemen her önde gelen
kişinin skandallarla dolu bir yaşamı var (s. 268). Londra’da oluşan bu fuhuş
yuvalarına da Fowles mizahi diliyle vurguluyor: “Ahlaki açıdan karanlık olan çoğu yerler gibi burası (Mrs. Endicott’un
genelevi) da çok ışıklı ve canlıydı” (s. 360). Kırsal ve yoksul kesimde de
evlilik öncesi cinsel ilişki son derece yaygın. Ancak hamilelik çok belirgin
hale gelince çiftler evleniyor (s.272). [3].
Victoria dönemi siyasal-toplumsal boyut yanında
düşünsel-sanatsal açıdan da çalkantılı bir dönem. Bu sanatsal boyuta romanın
birkaç yerinde değiniliyor. Ama özellikle Sarah’ın Mr. Rossetti’nin evindeki
büyük değişiminin ele alındığı bölümde Charles’ın olumsuz tepkisi çok çarpıcı
[4]. Yukarıda da değindiğim gibi Charles birçok açıdan ilerici-demokrat bir
centilmen. Belki olayların sürüklemesi ile olduğu söylenebilir. Ama yine de
içinde yaşadığı toplumun birçok değerine karşı çıkma yürekliliğini
gösterebiliyor. Charles’in bile bu masum
sanat akımına gösterdiği tepkiyi düşününce, romanımızın geçtiği tarihten
yalnızca birkaç yıl sonra Fransa’da ilk empresyonist resimlerin görülmeğe
başladığında (Société Anonyme Coopérative des Artites Pintres,
Sculpteurs, Graveurs sergisi 1874) toplumda bu resimlere duyulan yabancılık
duygusunu daha iyi anlıyorum.
Fowles’da ilgimi çeken bir konu da giyim biçimlerine verdiği
büyük önem oldu. Giyim birçok romancı için karakterleri okuyucunun gözünde
canlanması için bir betimlemedir. Fowles için ise bunun çok ötesinde bir şey.
Bir yandan dönemi anlatan diğer yandan roman karakterini tanımlayan bir öğe.
Örneğin Charles’in fosil aramaya çıkarken giydiklerine ve taşıdığı araç-gerecin
fazlalığını vurgularken Victoria dönemini anlatıyor: “Bu gün gülüyor ve Charles’ın nasıl olup da hafif giysilerin daha rahat
olacağını göremediğini merak ediyoruz. Belki de neyin en rahat olduğu ile neyin
salık verildiğinin ayrımında hayran olunacak bir şey vardır. Burada bir kez
daha iki yüzyıl arasındaki savın özünü görüyoruz: bizi yönlendiren görev mi? Değil
mi? Eğer bu giyim titizliğini, her şeye hazırlıklı olmak tutkusunu yalnızca bir
aptallık ve deneyime körlük olarak alırsak atalarımız hakkında büyük –hatta
yanıltıcı- bir hata yaparız. Çünkü Charles gibi gereğinden fazla giyimli ve
gereğinden fazla araç gereç yüklenen insanlar günümüz modern biliminin
temellerini attı” (s. 48). “… onlar keşfedilecek
şeyler olduğunu biliyordu ve keşif insanlığın geleceği en önemli şeydi. Biz (bir
araştırma laboratuarında yaşamıyorsak) keşfedilecek bir şey olmadığını
düşünüyoruz” (s. 49).
Romanın sonlarında Sarah’taki değişimi anlatırken de aynı
giysi vurgusunu görüyoruz.
“ Ve (Sarah’ın)
giysisi. O denli farklıydı ki bir an başka biri olduğunu düşündü. Onu her zaman
dul karanlıktan yükselen perili bir yüz olarak önceki giysileri içinde düşünmüştü.
Oysa bu, saldırgan biçimde dikkat çekici, çağdaş kadın modasının tasarımını
reddeden Yeni Kadının tüm üniforması içindeydi” (s.446) [5].
Biçim Özellikleri
Anlattığı dönemi yansıtırken 1860’ların İngilizcesinden
yararlandığını ve bunun kullandığı dili ağırlaştırdığını belirtmeliyim. Bence
okuyucu yapıtı aslından okumak istiyorsa, kolay okunan bir macera romanı
beklememeli ve kapsamlı bir İngilizce sözlüğü yakında bulundurmalı. Ama diğer
yandan Fowles yazar-okuyucu ilişkisinde çok sıcak bir üslup geliştirmiş.
Zaman-zaman öykünün anlatımını kesiyor ve günümüze gelip okuyucu ile sohbet
ediyor. Bu yöntemin başka birçok yazar tarafından kullanıldığını biliyoruz. Osmanlı
dönemi romancılığında, örneğin Ahmet Mithat Efendi’de- bu tekniğin okuyucuyu
bilgilendirmek için kullanıldığını biliyoruz.
Burada yazar “… demişken … Avrupa'da giderek yaygınlaşan …” gibi
bölümlerle okuyucuya ek bilgiler veriyordu. Batı Edebiyatında Çenişevski’nin
“Nasıl Yapmalı” (1863) romanında veya daha güncel edebiyatımızda Ferit Edgü’nün
“O / Hakkâri’de Bir Mevsim”inde de bu tekniğin ustaca kullanıldığını
görüyoruz. Fowles ise okuyucuyla konuştuğu bu bölümlerde 1960’ların
penceresinden Victoria İngiltere’sine bakıyor ve çoğunlukla -1860’lar veya
1960’lar- üzerine mizahi yorumlar yapıyor. Romanın gelişimini okuyucu ile
paylaşıyor. Roman karakterlerinin yazarın sözünü dinlemediklerinden kendi bildiklerini
yaptıklarından dert yanıyor (s. 96). Burada varoluşçu felsefenin romana
yansımasıyla karşılaşıyoruz.
Romanın seçenekli biçimde gelişmesi ve sonlanması da ilginç
bir yazın yöntemi. Sarah’ın Exeter’den ayrılması üzerine Fowles romanı bitirmeyi
düşündüğünü söylüyor. Ama “Victoria devri
romanları sonuca varmadan bitmez” diyerek yazı tura atıp hangi çizgide
devam edeceğine karar veriyor! (s. 408-409).
Romanın sonlanması konusunda birinci seçenek düz mantığın
bizi götürebileceği biçimde Charles’ın Ernestina ile evlenmesi ve Sarah’ın
ortadan kaybolmasına dayanıyor (s. 340). Bir anlamda bizim “onlar ermiş
muradına biz çıkalım kerevetine” diye biten masallarımıza benziyor. Kitabın son
iki bölümünde sergilenen ikinci (s. 456) ve üçüncü seçenekler (s. 466) ise
yazarın saatini on beş dakika geri alıp son sahneyi iki ayrı biçimde yazması
biçiminde verilmiş. Sanırım burada yine bir varoluşçu seçim var. On beş
dakikada farklı tutumlar alınarak her şeyin nasıl değişebileceği vurgulanmış.
Fowles roman karakterlerinin isimleriyle oynamayı seviyor.
Charles adı Darwin’i çağrıştırıyor. Burjuva’nın adı Freeman; Miss Woodruff
adını değiştirip Mrs. Roughwood yapıyor. Kitabın sonunda karşımıza çıkan küçük
bebeğin adının Lalage* olması da kuşkusuz bir rastlantı değil. Fowles’in çok
sevdiği Thomas Hardy’nin şiirine yapılan bir gönderme*.
Fowles her bölümün başına bir veya iki epigraf * yerleştirmiş.
Kitapta 61 bölüm olduğuna göre bu konuya ne kadar önem verdiği belli. Ana
metinde yer alan bölümlerin yanında bölüm başlarındaki bu alıntılar da dönemi
çok güzel yansıtıyor. Marx’tan, Darwin’den aktarılan metinler, Thomas
Hardy, W.E. Clough, W. Barnes, A.
Tennyson’ın şiirlerinden dizeler, Jane Austen’den satırlar okuyucuyu 1860’ların
sanat ve düşünce dünyasına götürüyor.
Dikip batıya gözlerini
Denizde bir noktaya
Sert olsun olmasın rüzgar
Hep dururdu orada
Büyülenmiş gibi;
Sadece oraya
Mıhlanırdı gözleri
Başka yerde yoktu asla
O noktanın sihri.
HARDY, “Bilmece”
Clough ile gelişiyor:
Yerli yerinde yol yordam
Arama bunda bir anlam
Git kiliseye-herkes bekler bunu senden
Baloyu da ihmal etme- bunu da hepsi bekler senden
Evlen- annen baban böyle ister
Okul arkadaşların ve kardeşler.
….
Görev-yani boyun eğmek,
Senden her beklenene…
Görüntüyü kurtarmak,
Kurcalamadan anlamını
Derhal amansızca bastırmak,
Korkunç bir günah gibi,
Her arayışını ve aldanışını
kemik kafes içindeki ruhun.
Korkakça rıza göstermek
Kaderin buyruğuna…
CLOUGH, “Görev”
Ben de yazıma kitaptan kitabın düşünsel boyutunu veren üç
epigrafla son vereyim:
Her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin
onarılmasıdır.
K.MARX, Zur Judenfrage (1844)
Tarih insanları amaçlarına ulaşmak için kullanan bireye
benzemez. Tarih kendi amaçlarına ulaşmak için uğraşan insanların eylemlerinden
başka bir şey değildir.
K. MARX, Die Heilige
Famillie (1845)
Evrim basitçe rastlantının (doğal radyasyon nedeni ile
çekirdek asidi sarmalındaki rastgele mutasyonun) giderek çevreye daha uyumlu
yaşayan yapılar yaratılması için doğal yasa ile işbirliği yapmasıdır.
Martin GARDNER, The
Ambidextrous Universe (1967)
.............................................................................................................
[1] Fowles, John. “The French Lieutenants Woman”, London:
Vintage Books, 2004. (İlk Basım Jonathan Cape tarafından 1969)
[2] İngiltere’de kadınlara oy hakkı uzun mücadelelerden
sonra 1928’de sınırlı biçimde verildi. Erkeklerle eşit oy hakkına sahip
olmaları ise 1928’de sağlandı. Daha önce olduğu gibi bu yasada da ayrıcalıklı
kişilere birden fazla oy hakkı tanınıyordu. Herkese eşit oy hakkı (Kuzey
İrlanda hariç) 1949’da tanındı. Kuzey İrlanda’da bu hak 1968’de tanındı.
[3] Bu olgunun ekonomik bir yönü de var. Bu dönemde “eşit
işe eşit ücret” kavramı hiç yok Ücret zorunlu gereksinime bağlı. Bekâr
erkeklere yarım ücret veriliyor ve bu bekarların iş bulmasını
kolaylaştırıyor.
[4] Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) İngiltere’de “Raphael
Öncesi Kardeşliği / Pre-Raphaelite
Brotherhood” olarak bilinen sanat-düşünce akımının önderi. Bu akım Raphael
sonrasında sanatın ve sanat eğitiminin bozulduğunu öne sürüyor ve klasik –
erken Rönesans dönemini savunuyordu.
[5] Yeni Kadın (New
Woman) 19. Yüzyılda bir feminist hareketi tanımlamak için kullanılan bir
terim. Özellikle Amerikalı yazar Henry James (1843 – 1916) tarafından
yaygınlaştırılmış. Avrupa ve Amerika’daki eğitimli, bağımsız ve çalışan kadını
niteliyor.