ODTÜ Mezunlar Deneği Edebiyat Kulübünün 22 Ekim 2013 tarihli
toplantısında Marguerite Yourcenar’ın Hadriansus’un
Anıları adlı yapıtı tartışıldı (Çeviri: Nili Bilkur, İstanbul: Helikopter
Kitap Yayınları, 2008).
İtiraf edeyim: Tanımadığım bir yazarın duymadığım bir
kitabıydı. Kitabı elime aldığımda da ilk olarak biçimini anlamaya çalıştım.
Yazar Hadrianus olsa bir anı kitabı diyeceğim; ama yazar Yourcenar, bir
romancı. Roman diyeceğim; ama düşünsel veya sözel diyaloglar olur; bu ise uzun
bir mektup biçiminde yazılmış monolog. Okumaya başladım. Beğendiğim fikirleri,
aforizma diyebileceğimiz anlatımları işaretlemeye başladım. Kısa bir süre sonra
gördüm ki bütün satırları işaretliyorum. Evet! Bir tarihsel bir kişiliğin, bir
imparatorun yaşamından ve kişiliğinden yola çıkarak mektup biçiminde
kurgulanmış bir roman. Aforizmaların yoğunluğu kitaba bir “deneme” tadı
veriyor. Ama hayır! Anlatılan kişilik o denli güzel yansıtılmış ki bu bir
roman. Hem de tipik bir tarihsel roman da değil. Birçok tarihsel romanda
ister-istemez olaylar öne çıkar, karakterlerin kişiliklerini, psikolojilerini
bastırır. Burada olaylar değil, Hadrianus önde.
MARGUERITE YOURCENAR
Yazar Marguerite Yourcenar (1903-1897) Belçika doğumlu çok
ilginç bir Fransız yazarı. Üstün yetenekli bir çocuk olduğu oldukça erken
yaşlarında anlaşılmış. 10 yaşında Latince, 11 yaşında İngilizce ve 12 yaşında
Yunanca öğrenmiş.
1921 ve 1922’de yayımlanan 2 şiir kitabının ardından ilk
romanı Alexis 1929’da
yayınlamış. 1939’da İkinci Dünya Savaşı
başlayınca Amerika’ya yerleşmiş ve New York’ta İngiliz Edebiyatı öğretmeni
Grace Frick ile yaşamaya başlamış. İki kadın 1950’de Maine’de Mount Desert
adasına yerleşmişler ve 1979’da Frick’in ölümüne kadar orada yaşamışlar.
Yourcenar, çok sayıda şiir, roman antoloji, öykü, anı yazmış;
Virginia Woolf, Henry James, James Baldwin ve K.Kavafis’ten çeviriler yapmış.
En ünlü yapıtı hiç kuşkusuz 1951’de basılan Hadrianus’un
Anıları adlı roman olmuş. 1980’de Fransız Akademisinin ilk kadın üyesi
olmuş. Anekdotlara göre bu o denli değişik bir olaymış ki Akademide “Erkek” (Gents) tuvaletlerinin yanına “Yourcenar”
tuvaletleri yapılmış.
Ölümünden sonra Mount Desert adasındaki “küçük eğlence” (petite plaisance) adlı evi müze haline
getirilmiş. Karşı kıyıdaki mezar plakasında “insan yüreğini yaşamın tüm
boyutlarına genişletebilen kutlansın”[1]
yazıyor.
HADRIANUS
Romanın konusu olan İmparator Hadrianus, Roma İmparatorluğu
tarihinde Nerva-Antonine hanedanında yer alıyor. Yandaki imparatorluk şemasında
görülen imparatorlar “Beş İyi İmparator”
olarak anılıyor. Bence bu dönemde imparatorların çok başarılı olmasının
nedenlerinden biri imparatorluğun babadan oğula değil, imparatorun seçkin bir
çevreden en iyi yetişmiş adayı “evlat edinip” varis olarak belirlenmesi (Imperatori Adottivi).
Bu imparatorlardan
hiç biri arasında biyolojik baba-oğul ilişkisi yok. Örneğin Hadrianus’un babası
Aelius Afer adlı bir asil, Trajan ise kuzeni. Bu iyi yetişme konusunu Hadrianus
örneğinde ele alırsak on beş yaşından önce başlayan acemi askerlik ardından felsefe
temelli matematik, hukuk ve tıp eğitimleri ile geçen öğrenim dönemi
görüyoruz. Gençlik döneminde miras
davalarına bakan bir mahkemede yargıçlık (s. 40), Balkanlardan İran’a uzanan
topraklarda bir dizi savaşta subaylık (s. 48, s. 53, s. 56), senatörlük, konsüllük,
İmparator’un sözcülüğü (s. 59), Suriye’de Valilik ve Germanya bölgesinin
yöneticiliği (s. 130) gibi görevler üstleniyor. Bu alanlardaki başarılarından
sonra imparator tarafından evlat ediniliyor ve senato onayı ile imparator
oluyor.
STOACI DÜŞÜNCE
Bu dönem
imparatorlarının önemli bir özelliği de felsefe dünyasının içinde yer almaları.
Bu dönemde Roma İmparatorluğu adeta Eflatun’ın Devlet’te önerdiği “filzof krallar”a sahip oldu. Kuşkusuz bu
konudaki en bilinen örnek en önemli Stoacı düşünürlerden biri olan Marcus
Aurelius. Özelikle 12 ciltlik Meditasyon
-Kendime Düşünceler adlı kitabı Stoa felsefesinin önde gelen yapıtı. Bu
kitabın Büyük
Frederick, John Stuart Mill, Matthew Arnold, Goethe, Wen Jiabao ve Bill Clinton’un en sevdiği itaplar arasında
olduğunu belirtelim. Tabii bizim açımızdan Hadrianus’un
Anıları’nın Marcus Arelius’a yazılmış bir mektup olması da bu imparatoru
ilginç kılıyor.
Antik Yunan felsefesinin Batı düşüncesinde ne kadar önemli
bir yer kapladığını biliriz. Roma İmparatorluğu dönemi ise felsefe dünyasına o
kadar büyük bir katkı sağlamamış. Yunanistan, özellikle Atina bir düşünce
merkezi olarak önemini korumuş. Ama o parlak günleri artık geçmişte kalmış.
Antik Yunan felsefesinin altın çağından sonra Roma dönemine
iki ana düşünce çizgisi kalmış:
- · Sisam’lı Epikür’ün hazcı (hedonist) çizgisi. (Doğru ve yanlışın ne olduğunu bize zevk veren ve korkutan, acı veren şeylerin neler olduğunu değerlendirerek anlayabiliriz. Dostlarımız arasında mutlu ve sakin bir yaşam sürmeliyiz. İnsanoğlunun temel korkusu ölümdür. Oysa ölümden korkmamıza gerek yoktur. Çünkü ölünce fiziksel, duygusal veya ruhsal yaşam sona erer ve fiziksel, duygusal veya ruhsal bir acı çekmemize olanak kalmaz.)
- · Tarsuslu Zenon’un Stoacı çizgisi. (Yıkıcı duygular yanlış kararlardan kaynaklanır. İnsan özgürlüğü ile evrensel kaçınılmazlık arasında büyük bir çekişme vardır. İnsan eğer doğa ile uyum içinde bir yaşam sürerse yanlış karar almaz, özgürlüğü bir çatışmaya girmez ve yıkıcı duygular oluşmaz)
Epikür’cü çizgi dinsizliğe-Tanrısızlığa yöneldiği ve Stoacı
çizgi tanrısal gücü ve kaderi öne çıkardığı için Stoacılık Roma döneminde daha uygun
bir ortam buldu. Genellikle “Beş İyi İmparator” dönemi, özellikle de burada ele
aldığımız Hadrianus açısından Stoacı düşüncenin egemenliği belirgindir.
Bildiğimiz gibi Roma İmparatorluğunun sonuna doğru Yeni
Platonculuk (Plotinius, 3. Yüzyıl) Hıristiyanlık (Hippo’lu St. Augustine, 4
Yüzyıl) gibi düşünce akımları öne çıktı. Günümüzde bir “ara dönem” olarak
niteleyebileceğimiz Stoacı ve Epikürcü düşünce sistemlerinden çok az iz kaldı[2].
Hadrianus’a dönersek onun on altı yaşında Atina’da bir Stoacı
düşünür olan Isaeus tarafından eğitildiğini ve bütün yaşamının alt yapısını Stoacı
düşüncenin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu alt yapıyı kitabımızda kolayca buluyoruz. Ordudaki sert
acemi asker eğitiminden sonra Isaeus’un eğitimini şöyle anlatır: “Atina’yı görür görmez sevdim; bu beceriksiz
öğrenci, bu arpacık kumrusu ama gayretli genç, o ince havanın, hızlı
konuşmaların, yıldızlı gecelerde uzun yürüyüşlerin, tartışma ve zevklerin bir
aradalığının eşsiz rahatlığını ilk kez orada tattı” (s. 39).
“Nesnelere sözlerden
çok değer vermeyi, formüllere güvenmemeyi,
karar vermektense gözlemi yeğlemeyi bana onun (Isaeus’un-KY) açık zekâsı öğretti. Bana yöntemi öğreten
de bu acılı Yunanlı olmuştu” (s. 40).
O dönemde bir İmparatorun sahip olabilecekleri ile
karşılaştırıldığında kişiliğinin sadeliği dikkat çekicidir: “İmparator olduktan sonra aşırılığa
götürdüğüm yalın bir giyinme biçimini benimsemiştim; bilezik takma, koku sürme
günlerim geride kalmıştı” (s. 58).
“Kötü yanlarımızdan
bir kısmının nedenini birçok insanın utanç verici düzeyde zengin olmalarında,
birçoğunun da akıl almaz derecede yoksul olmalarında aramak gerek. …
imparatorların ve derebeylerin büyük boyuttaki zenginlikleri artık tarihe
karıştı. Trimalchion ve Neron öldüler…. İktidara geçince kentlerin imparatora
gönüllü katkılarını reddettim…” (s.112-113).
Hadrianus’un Stoa dışında içrek (esoteric, batınî) konulara da meraklıydı. Örneğin Eloisis[3]
düşünce akımı ile de ilgilendiğini biliyoruz. Ülkede barış ve refahın
sağlanmasıyla halkın Hadrianus’u tanrılaştırılması karşısında kendi kişiliğini
korumak ister: “… kibirli haddini
bilmezlik tehlikesi ya da çılgınlığı yerine, kendimi, bir kısıtlama, yüce
bilgeliğin bir kısmını kendi yeteneklerime ekleme uğraşı, bir sonsuzu örnek
alma zorunluluğu içinde buldum. Her şeyi tartıp biçersek tanrı olmak imparator
olmaktan daha çok erdem gerektirir. On sekiz ay sonra Eleusis’te giriş törenim
gerçekleşti” (s.139).
Ayrıca Doğu kültüründen de etkilenmiş. Burada oldukça genç
yaşında katıldığı Part (Antik çağdaki İran-Afganistan bölgesi) seferinin büyük
etkisi olmuş: “Asya’nın ta içlerindeki
garnizonlardan garip tanrılarla geri dönen çevremdeki küçük teğmenler grubunun
da etkisiyle, olağanüstü coşkulu bir devir yaşadım. Part seferimizden sonra
yaygınlaşan ama o zamanlar pek bilinmeyen Mithra mezhebi, askeri hayatımızın tek
düze sertliğini ölüm, kan, demir tutkusuyla evrensel bir savaşım düzeyine
çıkararak, katı sofuluğu, irademin
yaylarını geren gücüyle geçici olarak kanıma girmişti” (s. 53).
Hadiranus’un temel özelliklerinden biri antik Yunan kültür
ve uygarlığına olan hayranlığıdır. Çok genç yaşında başlayan bu hayranlık
Senatoda eleştirilmesine de yol açmıştır: “Senatörler
arkamdan ‘Yunancık’ diyorlardı”(s. 43). Antik Roma’nın en büyük tapınağı,
Venüs ve Roma Tapınağı ve Pantheon (bütün Tanrılara) özellikle Hadrianus’un -Yunan eğilimli- mimari anlayışına örnek olarak verilebilir.
Hadrianus’un gençliği büyük savaşlarla geçmesine rağmen
(belki de o nedenle) imparator olduktan sonra Romalıların komşularıyla barış
içinde yaşadıklarını görüyoruz: “Tehlikeli
olabilecek tüm fetihleri bir kalemde sildim… barışı zorladım …Hüsrev de (Part
Kralı Hüsrev ile Fırat nehri sınır olmak üzere yapılan anlaşmadan söz ediyor-KY) en aşağı benim kadar barış taraftarıydı.
Partlar Hindistan’la aramızdaki ticaret yolunu açmaktan başka bir şeyle
ilgilenmiyorlardı” (s. 93).
Oluşturduğu barış ve güvenlik ortamı kitapta uzun cümleler
ve oldukça şiirsel bir dille anlatılır. “Büyük
bunalımdan birkaç ay sonra, Asi Irmağı kıyılarında, kervanların yeniden
kurulduğunu görmenin sevinci içindeydim; vahalar, yeniden akşam ateşinin
pırıltısında tüccarların haberler üzerine yorum yaptıkları, her sabah
bilinmeyen yerlere taşıdıkları mallarla birlikte, gerçekten bizim olan bir sürü
düşünce, sözcük ve geleneği paketleyerek, fetih askerlerinden daha güvenli bir
biçimde yavaş yavaş yeryüzünü ele geçirmeye başladıkları yerler haline gelmeğe
başlamıştı” (s. 93).
Hadrianus dönemi Roma’nın uygarlık merkezi olduğu ve bu
uygarlığı İngiltere’den Anadolu’ya uzanan topraklara yaydığı bir dönemdir. Hadrianus
21 yıllık İmparatorluğu süresince 12 yıl topraklarını gezmiş, çeşitli kentler
kurmuş, yollar, köprüler, mabetler, limanlar… yaptırmış. Roma dönemi
Britaya’sının kuzey sınırı Hadrianus’un yaptırdığı duvarla çizilmiştir. Edirne’nin
(Hadrianopolis) kurucusu olmasının yanında “Roma’nın gezgin imparatoru” Anadolu’yu
defalarca karış karış gezmiş ve günümüze dek uzanan izler bırakmıştır. Bunlar
arasında
- · Antalya Hadrian kapısı,
- · Efes Hadrian mabedi,
- · Kyzikos (Bandırma-Erdek) Hadrian mabedi,
- · Hadrianeia atik kenti (Balıkesir-Dursunbey),
- · Sagalasos (Burdur) Hadrian heykeli,
- · Phaselis (Antalya-Kemer) Hadrian kapısı,
- · Andriake (Antalya-Demre) Hadrian limanı,
- · Patara (Antalya-Kaş) Hadrian deposu,
- · Aphrodisias (Aydın-Geyve) Hadrian hamamı
sayılabilir.
HADRIANUS’UN ANILARI
Sanırım romanın en etkileyici özelliği çok büyük bir tutkuyla
yazılması. Yourcenar gençlik yıllarında, 1924’de 21 yaşında bir genç kızken bu
kitabı yazmaya başlamış. Sonradan bu dönemde yazdıklarını imha ettiyse de
konudan hiç uzaklaşamamış. On yıl sonra kitabı yeniden ele almış. Bu dönemde
yazdıklarından yalnızca bir cümleyi korumuş. 1940’larda kitap yeniden ele
alınmış. Kitabın ilk baskısının 1951’de Édition
Plon’dan “Mémoires d’Hadrien” adıyla
yapıldığını düşünürsek yazarın bu kitap üzerindeki çabasının 30 yıla yaklaştığını
söyleyebiliriz. Yukarıda değindiğim gibi bu kitap Yourcenar için bir tutku,
yaşamının çok önemli bir parçası olmuş.
Kitabın arkasında yer alan Not Defteri
ve Kaynakçaya İlişkin Bilgiler bölümleri Yourcenar’ın bu inanılmaz çabasının
boyutunu ve nedenlerini anlamamız yardımcı oluyor: “Bu kitap yalnız kendim için bir araya getirmiş olduğum geniş bir
çalışmanın kısaltılmışıdır. Her akşam, otomatik bir biçimde, zaman içinde başka
bir döneme kendimi yakınlaştırarak elde ettiğim sonuçları yazmak alışkanlığı
edindim. … ancak her sabah bir gece öneki çalışmaları yakım” (s. 294).
Antik Yunan ve Latin kültürüne özel bir önem veren
yazarın Roma İmparatorluğunun bu dönemine neden tutkuyla bağlandığını şurada görüyoruz: “II. Yüzyıl bana çok çekici
geldi uzun bir süre; insanın tam bir özgürlük içerisinde düşünüp kendisini anlatabildiği
son yüzyıldı. Bize gelince, belki de o zamanlardan çok uzağız şimdi” (s.
296). Gençlik yıllarında Gusave Flaubert’in bir cümlesinin altını birkaç kez
çizdiğini belirtiyor: “Tarihte İsa’nın
henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların ise artık olmadığı, Cicero ile Marcus
Aurelius dönemleri arasında insanın tek başına direndiği benzersiz bir an
vardır.”
Yourcenar bu döneme damgasını
vuran Hadrianus’u bulmuştur: “hayatımın
büyük bir bölümü, her şey ve herkesle sıkı bağları olan ama yine de tek başına
var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık” (s.
279).
Marcus
Aurelius’a hitaben yazılmaya başlanan mektubun (270 sayfalık bir kitaba
dönüşmesine kendi de şaşar: “Sana hastalığımın ilerleyişini anlatmak için
yazmaya başladığım bu mektup, giderek … anılarıyla başbaşa kalmış hastanın
yazılı düşüncelerine dönüştü” (s. 25).
Hadrianus’ın anıları hızlı okunacak bir kitap
değil. Ben yaz tatili boyunca her gün kendime bir kahve koydum, bir saat kadar
okuyup ardından denize bakıp düşündüm. Kitabın birçok cümlesi hem Hadrianus’un
kişiliğini yansıtıyor, hem de okuyucunun üzerinde düşünmesini, derin bir tat
almasını sağlayacak malzeme oluşturuyor. Birkaç örnek daha vereyim:
“Benim ilk
anayurdum kitaplar olmuştur” (s. 36).
“Biz
İmparatorlar Ceaesar değiliz; biz devletin memurlarıyız. Bir gün, sonuna kadar
dinlemeyi reddettiğim bir davacı kadın, onu dinlemeye zamanım yoksa, ülkeyi
yönetecek zamanım da olmadığını söylediği zaman haklıydı. Ondan özür dilemem yalnızca
biçimsel değildi” (s.116).
“Yavaş
yavaş beni terk etmeye başlayan keyiflerim arasında en değerlisi, belki de en
sıradanı uyku. Başının altına bir sürü yastık sıkıştırılmış, bölük pürçük
uyuyabilen bir insanın bu keyif konusunda düşünecek çok zamanı oluyor” (s.21).
“Suç ortaklığından
daha kaba bir şey olamaz. Gençlik yıllarımda bile, en iyi şarabı başkalarından
esirgeyip bana aklayan taverna sahibinin anlamlı bakışları Roma eğlencelerine
karşı iştahımı kaçırmaya yetmiştir. Bir yaratığın arzularımı önceden kavrayıp
yararlanması, benim istediğim şey sandığı duruma hemencecik ayak uydurmaya
çalışması canımı sıkar” (s. 20).
“Latin adak
ya da mezar taşları kadar güzel hiçbir şey olamaz: Taş üstüne yazılmış o birkaç
sözcük dünyaya dair bilinmesi gereken her şeyi görkemli bir tarafsızlıkla
özetler” (s. 39).
Yedi yıllık sevgilisi
genç oğlan Antinous’un Nil nehri sularında intihar etmesi üzerine şunları
düşünür: “Aşk tanrıların en
akıllısı…Ancak, bir akarsunun taşıdığı altının kumla karışık oluşu gibi aşk da
tutkuya, umursamazlığa, sertliğe, duyarsızlığa ve kendi kendisini aldatan yaşlı
adamın lafta kalan mutluluğuna karışır; bundan sorumlu tutulamaz aşk” (s.
188).
Bu olağanüstü
yapıt hakkında düşüncelerimi sonlandıracak en güzel satırlar, sanırım mektubun
son satırları olacak: “Cancağazım,
şaşkınım, biriciğim: gövdemin yoldaşı, misafirim. O çorak, soluk, donuk topraklara
gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç
göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara bir daha bakalım. Ölüme
gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim” (s. 274).
[1] “Plaise à Celui qui Est peut-être de dilater
le coeur de l'homme à la mesure de toute la vie”
[2] Çok az
iz kaldı derken, hiç kalmadı demek istemiyorum. 18-19. Yüzyıllarda yeniden
gündeme geldi. Örneğin Amerikan Bağımsızlık bildirgesindeki “pursuit of happiness” (mutluluğun
kovalanması) terimi ile özetlenen ana fikir Epikür’cü bir fikir olarak
nitelenebilir [Sam Atkinson (Ed.) “The
Philosopy Book”, New York: DK Publishing, 2011 (s.65)].
[3] Kökleri
Miken uygarlığına kadar uzanan ve Antik Yunan kültüründe gelişen kapalı kendini
geliştirme amaçlı bir mistik sistem (Eleusinian
Mysteries).