25 Ekim 2015 Pazar

TEZER ÖZLÜ ve YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK




Tezer Özlü (1943-1986) edebiyatımızın belki çok ünlü olmayan ama çok özgün “gamlı prensesi”. Kendisini ilk kez okuyacaklara bir önerim olacak. Yaşama olumsuz baktığınız günlerde Özlü’nün kitaplarına başlamayın.

Tezer Özlü adını ilk kez 1980’lerde duymuş ve sanırım Yeni Dergi ’de birkaç öyküsünü okumuştum. Kafka’da Camus ’de gördüğümüz karabasan havasını bu öykülerde de bulduğumu hatırlıyorum. 

ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübünün okuma listesinde “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı anlatısını görünce biraz çekindiğimi itiraf edeyim. Kitabın önce “Auf dem Spur eines Selbsmords-Bir İntiharın İzinde” adıyla Almanca yayınlandığını okuyunca daha da korktum. Kitabı aldım ve okumaya başladım. Tanıtım paragrafında da belirtildiği gibi “hayata ender görülen acılıkta bir perspektiften tanıklık eden” kitabı okumayı ilk denemede sürdüremedim. Oysa ikinci ele alışımda adeta kitaba gömüldüm ve kendimi bu gamlı prenses ile birkaç günlük bir yolculuğa çıkmış gibi hissettim. Diyeceğim okuyucunun psikolojisi uygunsa bence kitap çok güzel ve etkileyici.

Tezer Özlü 10 Eylül 1943’te Kütahya Simav’da doğmuş. İlkokul yılları, öğretmen olan ana-babası ve iki kardeşi ile Anadolu’nun küçük ilçe ve bucaklarında (Simav, Ödemiş, Göreme) geçiyor. Bu küçük kasabalardaki yaşamın kısıtlılığını bir karabasan olarak hatırlıyor (Çocukluğun Soğuk Geceleri). Tezer on yaşındayken aile İstanbul’a taşınıyor ve Avusturya Lisesindeki yıllar başlıyor. Temelinde bir rahibe okulu olan bu okuldaki baskı da Tezer Özlü ’yü yıldırıyor.

“Almanca, İngilizce, Latince. Goethe. Shiller. Rus-Alman savaşları. Karlofça-Pasarofça antlaşmaları. Fen bilimleri. Sayıların kökleri, köklerin kareleri. Tüm dünya ülkeleri. Tüm dünya ülkelerinin savaşları. Ne alıp ne sattıkları…..Nasıl yurttaş olunabileceği. Askerlik görevleri. Savunma. Müslümanlığın koşulları. …Bulutların oluşması. Ezberlenen şiirler, ezberlenen sözcükler, ezberlenen formüller…Bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).

“Nefret ettiğim okulları görmezden geliyorum.’ (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 112).

Öte yandan okulla gittiği bir Avrupa gezisinde (1961) gördüğü aile-okul-toplum baskısından uzak yaşam olanağını seviyor. Liseyi bırakıp uzun bir Avrupa turuna çıkıyor (1962-63)(Liseyi 1965’de dışarıdan tamamlayacak).  

Tezer Özlü iki kez evleniyor. İlk aşkı ve evliliği romanlardaki gibi başlıyor. Yağmurlu bir günde Paris Montparnasse ’da Cafe Select ’e sığınmışken içeriye Güner Sümer giriyor! 1964’de evleniyorlar. Evliliklerinin ilk yılları Ankara’da geçiyor. Güner, Ankara Sanat Tiyatrosunda yönetmen, oyuncu, yazar; Tezer de Ingmar Bergmann, Ossip Piatnizki, Heinrich Böll, Kafka, Hans Magnus Enzensberger gibi yazarlardan çeviriler yapıyor ve Kafka üzerinde çalışıyor. Büyük bir aşkla başlayan evlilik birkaç yıl içinde Tezer için bir karabasana dönüşüyor ve 1968’de sona eriyor.

1967-72 arasındaki dönem Tezer Özlü için özellikle çok zorlu bir dönem. Birkaç kez psikiyatri kliniklerine girip çıkıyor. Elektroşoka dek uzanan tedaviler görüyor. İntihar girişimleri var. Hatta bunları çok büyük bir açık yüreklilikle yazıyor:

“Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).

Bu “depresif” dönemin ardından “manik” dönem geliyor:

“Sonraki günlerde yıldırım gibi hızlı bir gelişme oluyor. Dünya çok güzelleşiyor. Gerçek dışı bir güzellikte yaşadığımı algılıyor uykularımı kısaltıyorum. Sanki yeteneklerim gelişiyor. Her şeyi daha iyi anlıyorum. Kısa uykular beni daha diri daha canlı kılıyor. Yorulmadan çalışıyorum. İnsanları her zamankinden daha çok seviyorum. Sanki onlar da beni daha çok seviyor daha çok arıyor. Yaşamın doğal akışı hızlanıyor.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).

Bu tür bipolar kişiliklerde coşku içinde eserler verilen yaratıcı dönemin manik dönem olması beklenir. Oysa Tezer Özlü ’nün depresyonu ve yaşadığı bunalımı çok güzel aktardığını görüyoruz. En sorunlu dönemlerinde bile kendine dışarıdan bakıp değerlendirme, yazma, yaşama tutunma, yeni çıkış yolları arama isteği çok ilginç. 

Bu günler için yazdıklarını bir kızgınlık mı yoksa ironi ifadesi mi olduğuna karar veremiyorum:

“Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 58).
 
Tezer Özlü, 1968’de İstanbul’a taşındı ve yönetmen Erden Kıral ile evlendi. Türk-Alman Kültür Merkezi’nde çalışarak Alman radyoları için Türk öykücülerin öykülerini çevirmeye başladı. Yeni çevresi Ferit Edgü, Leyla Erbil, Onat Kutlar, Can Yücel gibi sanatçılarla doluydu. 1973’te bir kızları oldu. Deniz Gezmiş’e duyduğu sevgiden ötürü bebeğinin adını Deniz koydu.

Kendi “devrimciliğine” bakışı da çok samimi. Yukarıda değindiğim elektroşoklardan birinde bilincini yitirip sayıklamaya başlamış ve “Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün” demiş. Bu olayı anılarında büyük bir açık yüreklilikle yorumluyor:

“Ne 12 Mart döneminde, ne öncesi ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz… Doğal bir istek. Benimle büyümüş, benimle gelişmiş, varoluşumun özü devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını istemek. Ölümle burun buruna gelince, kendiliğinden dışa yansımış bir dilek.”

1977 yılında 1 Mayıs katliamı yine bir yerlere gitmek isteğini alevlendirir, bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin eder ve Leylâ Erbil’e “burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” der. 1980 darbesi ile ağabeyi yazar Demir Özlü ’nün vatandaşlıktan çıkarılması aile için ek bir darbe olur:

“Evimizin kapısı kırılabilir. Silahlar üzerimize dayanabilir. Bunlar günlük olay. Neresinden tutacağız bu ülke üzerine kâbus gibi çöken yaşamı.” (Eski Bahçe – Eski Sevgi).

Tezer Özlü ’nün ikinci evliliği de iyi gitmedi. Zaten evlilik kurumu sanırım Tezer Özlü için pek de uygun değil:

“Bir ilişkinin başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu. ….Tek bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da herkesten nefret ettim. Kendi dışımda.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 43).

Sanatçı 1981’de kızını alıp Berlin’e taşındı, Erden Kıral ’dan ayrıldı. 1982 de Berlin’de tanıştığı İsviçreli ressam Hans Peter’e âşık oldu. İstanbul’a yerleşme çabaları da olumsuz sonuçlandı. Zürih’e yerleştiler.

Tezer Özlü henüz 43 yaşındayken meme kanseri sonucu 18 Şubat 1986’da Zürih’te yaşamını kaybetti. İstanbul’da Aşiyan mezarlığında yatıyor.

ODTÜ Mezunlar Derneği Kitap Kulübünde ele alınan “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı yapıtı 125 sayfa. Bir roman değil, bir “Anlatı”. Olaylar, gözlemler, yorumlar yok. Kuşkusuz bir bunalım anlatımı. Zaten kaynak da bu:

Yazın kötümserlikten doğar.” (s. 104).

Yazar birkaç gün içinde Avrupa kentlerini turluyor. Berin-Hamburg-Prag-Viana-Zagreb-Belgrad-Niş-Trieste-Venedik-Torino-St. Stefano Balbo. Ama bu kentleri anlatmıyor. Her gece başka bir otelde kalarak, bazen farklı erkeklerle birlikte yalnızlığını yaşıyor. Zaten “gitmek-kaçmak” Tezer Özlü ’de çok önemli –belki de en önemli- öge. Gitme isteği çocukluğunda başlamış: 

“…..kesik burunlu otobüsler saat kulesi önündeki alanda duruyor. Seyahat eden, büyük kentlere gidip gelen bu insanlara özlemle bakıyorum. Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım diye geçiyor içimden….” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).

“Pazar günleri… şimdilerde….Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse ….odaların içine asılmış çamaşır görürsem… radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).

Sürekli gitmek istemek de bir yerde, Hiçbir yerde olmak istememek değil mi.” (s. 53).

Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek.” (s. 59).

“Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı GİTMEK olarak algılıyorum” (s. 52).
‘’Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için’’ (s. 19).

Durağan yaşamı, evleri, hatta birkaç gece kalınan otelleri bile sevmiyor:

“Aslında hiçbir evi sevmem. Bir kez girilen, sonra çıkılan ve bir daha ayak basılmayan evler benim için en rahatlatıcı yerler.” (s. 85).

 “Trieste ’de kaldığım üçüncü gece, taşındığım üçüncü otelin odasındayım. Kentten ya da ülkeden ayrılmadığım günlerde oteli değiştiriyorum. Kendi kendimden böyle bir rahatlıkla, çıkıp gitmeyi nasıl da isterdim.” (s. 91).
Pavase’nin bir kahramanının dediği gibi “Biz kendimizi kendi köyümüz dışında her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.(s. 55).

Kuşkusuz bu “gitmek-kaçmak” kavramının en büyük düşmanı da “duvarlar”. Çocukluğundaki evin duvarları ile başlayıp Berlin duvarının simgelediği özgürlük karşıtlığına uzanan duvarlar:

“Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla.” (s. 15).

Genel olarak “yolculuk-gitme” ögesinin yanında özellikle bu kitapta anlatılan yolculuk, edebiyat dünyasında yapılan bir yolculuk. Prag’da Kafka’nın, Trieste ’de Italo Svevo ’nun mezarlarını ziyaret ediyor; çok sevdiği bu yazarların soluduğu havayı soluyor; akrabaları ve dostları ile konuşuyor; Pavase’nin intihar ettiği otel odasına gidiyor.

“Bu yolculuğum süresince, yazarlarımın çevrelerinde, sokaklarında, kahvelerinde, bulvarlarında, mezarlarında, evlerinde, dünyaya baktıkları yörelerde çıktığım bu yolculukta, içimde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek bir bende birleştiğini sezinliyorum. İçinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuzluğunu, tüm sınırsızlığını hem ardımda hem önümde kavrıyorum.” (s. 121).

Ayrıca yolculuğun ilginç bir diğer yönü var. Eğer yolun sonunda Trieste-Torino yönüne gitmek istiyorsa neden Niş ’e kadar iniyor? Üstelik bunun da farkında! Zagreb’den Belgrad’a giderken “Gideceğim yönün tam aksine yol alacağım bütün gün. Ne değişir. (s. 54) diyor. 

Kitap yazarın Cesare Pavase ’nin “Acının Durgunluğu” nu okuması ile başlıyor. Bu yazarın intiharı adeta müzikteki ana tema gibi kitap boyunca gündeme geliyor. Birkaç sayfada bir ondan alıntılar var.

“Niçin burada hep Pavase okuyorum… Nedir. Benliğimi onunla bu denli özdeşleştirmemin nedeni nedir.” (s. 7). 

Yolculuğunun hedefi Pavase ’ye ulaşmak:

“Gitmem gerek. Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek. Bu kez S. Stephano Belbo’ya dek. Otuz iki yıl önce intihar eden bu yazar, sanki orada beni bekliyor. Onun tepelerini, onun evlerini, onun caddelerini görmek, onu koşullandıran doğa parçasını yaşamak, biraz da onu yaşamak olmayacak mı.’’ (s. 59).

Bence anlatının en ilginç yönü yazarın içinde olduğu bunalım havasını, yaşamın ucuna yapılan yolculuğu okuyucuya yaşatması. Günlük yaşamımızda böyle bir durumla karşılaştığımızda çoğunlukla basmakalıp nedenler ararız. “Sevgilisi terk etmiş”, “ölümcül bir hastalığa tutulduğunu anlamış”… gibi nedenlere ulaşınca da adeta rahatlarız. Hayır! Tezer Özlü ’nün anlattığı bunalımın böyle bilindik bir nedeni yok. İçindeki sınırsız özgürlük özlemini, yalnızlık, bağımsızlık duygusunu, ölüm düşüncesini çözümlemeye çalışıyor.

Yazın açısından da kitabın ilginç yönleri var. Ana yapıda “Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor” (s. 9) gibi birinci tekil şahıs kullanılmış. 

Bazen kendi ile sohbet ediyor ve ikinci tekil şahsa sesleniyor:

“Tanımadığın bir kentte ne denli isterdin yitip gitmeyi…ama öyle kolay değil. Henüz rüzgarlara doydun mu. Yeterince haykırabildin mi henüz” (s. 62).

Hatta zaman zaman biriyle dertleşir gibi kendinden üçüncü tekil şahıs olarak söz ediyor:

“Böylesi bir kişiyi ne kadar süre taşıyabileceksin. Hiç doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm kentlerde dolaştırdım. Gölcük’ün Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar gerisinde kendisini kaybetmek isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın en derin gecelerine, en uzak kentlerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına getirdim. Gene de doyumsuz” (s. 13).

Yine ilginç bir yazın özelliği –yukarıdaki bazı alıntılarda görüldüğü gibi- kitapta hiç soru işareti kullanılmaması. Acaba bunlar gerçek sorular değil gözlemler mi?  Yanıtlarının nasıl olsa bulunamayacağına emin olduğu için yazar bir ümitsizliği mi yansıtıyor?

Kitabın genel yapısı ile bunalımı yansıttığını vurguladım. Diğer yandan Tezer Özlü ’nün büyük bir çaba içinde olduğunu, yaşadığı birliktelikler, edebiyat ve meslek yaşamını sürdürme yönünde gösterdiği çaba, en bunalımlı anlarını yapıtlarına hem içeriden, hem de dışarıdan bakan bir gözle yansıtmaya çalışması dikkat çekici:

Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. (s. 57).

Hatta umut veren tümceler bile var:

 “Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek. İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem de olacak.” (s. 59).

Yukarıda kitabın Pavase ile başlayıp sürdüğüne değinmiştim. Kitap, onun yaşadığı kentte, intihar ettiği otelde sona eriyor: “Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.”

20 Haziran 2015 Cumartesi

SØREN KIERKEGARD (1813-1855)



Kierkegard’ı özellikle Varoluşculuk (existentialisme) çizgisindeki düşüncenin hazırlayıcısı olarak tanırız.  Burada ise Kierkegard’ı dinsel bakış açısı ile aydınlanma ve daha genel olarak modern çağ düşünce sistemine oldukça kapsamlı biçimde karşı çıkan bir düşünür olarak ele almak istiyorum.
Günümüzde Kierkegard’ın bir felsefeci mi, teolog mu psikolog mu; yoksa insanlara ilham veren bir yazar mı olduğu tartışılıyor. Hatta bir idealist düşünür mü yoksa idealizm karşıtı mı olduğu; ilerici mi, gerici mi olduğu da tartışılıyor. Belki de bunun nedeni uyguladığı “Sokratesçi” yöntem.

SOKRATES İLE İLİŞKİ

Kierkegard’ın düşünce serüvenini anlamak için “Sokrates’in İronisi” adlı uzmanlık tezinden başlamamız gerekiyor.  [Concept of Irony, 1841] Adlı yapıtında “ironi” sözcüğünü, “gerçek olmayan”, “komiklik derecesinde yanlış” anlamında kullanır.
Bilindiği gibi Sokrates yazılı bir yapıt bırakmadı. Onun hakkında bilgilerimizi öğrencileri Xenophon ve Platon’un yazdıklarına ve çağdaşı Aristophanes’in oyunlarında anlattıklarına borçluyuz. Sokrates ünlü diyaloglarına kendisinin hiç bir şey bilmediğini, buna karşılık karşısındakinin uzman olduğunu belirttiği bir konuda sohbet ederek başlar. Sorduğu bir dizi soru sonrasında karşısındakini zor durumda bırakır. Böylece Sokrates’in de bu konuyu çok yakından incelediğini, konu üzerinde derinlemesine düşündüğünü anlarız. Örneğin Euthyphro öyküsünde babasını mahkemeye veren ve “bu konuları çok iyi bildiğini” söyleyerek öğünen Euthyphro’ya sorular soramaya başlar [Plato, Atinalı Sokrates]. Sokrates’in soruları karşısında bir yandan babasından mahkemede şikâyetçi olan; diğer yandan büyüklerine saygısızlık etmenin ahlak acısından pek de doğru olmadığını bilen Euthyphro’nun çelişkileri o kadar rahatsız edici bir hal alır ki sonunda dayanamaz ve Euthyphro “benim ivedi bir işim var” diyerek uzaklaşır. İşte Sokrates’in ironisi budur: Bir yandan Sokrates alçak gönüllü davranıp aslında birçok şey bildiği bir konuda bilgili olmadığını söylerken; bilmediğini bilmeyen, kabul etmeyen, düşünmeyen, sorgulamayan insan ironiktir.  Kuşkusuz bu “sorgulama” düşüncesi, egemen fikirlerin doğruluğundan kuşku duyulmasını istemeyen kent yöneticilerinin hiç işine gelmez. “Sokrates devletin benimsediği tanrıları ret ettiği, onların yerine kendi kutsal değerlerini yerleştirdiği ve gençleri ayarttığı için suçlu” bulunur.  [Xenophon, Memorabilia Kitap 1] ve bildiğimiz gibi ölüme mahkum edilir.
Sokrates tartışmalarında kendi fikrini söylemez. Sürekli bir olumsuzlama içindedir. Bir konu hakkında Sokrates’in neyin doğru olduğuna inandığını değil, neyi eleştirdiğini biliriz. Bu nedenle herkes onda kendi düşüncesini destekleyecek bir şeyler bulabilir. Eğer kendi “doğru bildiğini” yazsaydı bazıları buna karşı çıkabilirdi. Oysa Sokrates insanları yalnızca düşündürmek istedi. İşte Kierkegard da bu yaklaşımı benimser ve bu nedenle de okuyucu tarafından farklı biçimlerde yorumlanabilir.
Sokrates’in diyaloglarında karşılaştığımız önemli bir kavram “aporia-yanıt veremeyecek duruma düşmektir”. Tartışma bir sonuca varmadan sona erer: aporedic dialogue. Bu yaklaşım Kierkegard için de geçerlidir. “Concept of Irony”den beş yıl sonra Kierkegard yeniden Sokrates’e döner: “Sokrates diyaloglarının olumlu bir sonuca varmadan sona ermesinin, daha önceleri pek farkına varamadığım kadar derin bir gerekçesi vardır. Okuyucuyu etkin yapar” [Kierkegard, Günlükler, s.276]. Kierkegard bu fikri kendi uygulamalarında da benimser. Okuyucu böylece kendi inançlarını sorgulayacak, kendi fikirlerini irdeleyecektir.
Sokrates’in yaşadığı dönemde, MÖ 5. Yüzyılda, Atina sokaklarında dolaşan, gençlere, konuşma, tartışma, akıl yürütme gibi bir şeyler öğreten bunun karşılığında para alan “sofistler” yaygındı. Sokrates bir sofist olmadığını hep vurgulardı.  O hiç bir şey bilmediğini söyler, insanları şaşırtır, düşündürür, kuşku uyandırır hatta kızdırır ve bu işten para da almazdı. Kierkegard bu açıdan da kendini Sokrates’e yakın buldu. Örneğin kendisi yetkin bir teolog olduğu için, her şeyi bildiklerini söyleyen kilise yetkililerinin yanlışlarını kolayca görüyor ve gösteriyordu.
Kierkegard ile Sokrates arasındaki ilişkide son olarak işaret edeceğim boyut da “Daimon-vicdanın sesi” olacak. Antik Yunancada “mabet” anlamına kullanılan bu terimi Sokrates içten gelen bir tür “iç ses” olarak kullanır. Yanlış bir iş yapmaması için kendisini uyaran bir vicdan sesi [Platon, Sokrates’in Savunması, s.29]. Bu ses Sokrates doğru bir şeyler yaptığı zaman sessizdi. Yalnızca yanlış bir şeyler yapmaya kalkışınca daimon onu uyarıyordu.  Yaşamının son dönemindeki ünlü savunması sırasında bu sesi hiç duymamış olması da yanlış bir şey yapmadığının ve söylemediğinin bir kanıtıydı. Sokrates büyük bir huzur içinde zehri içebilirdi. Daimon kavramı da inançlı bir Hristiyan olan Kierkegard için çok uygundu. Tanrı da ona her zaman doğru yolu gösteriyordu.
Kierkegard için Sokrates’in yaklaşımı gerek içerik gerekse de yöntem olarak o denli önemlidir ki ömrünün sonunda kendi hakkında yaptığı değerlendirmede de Sokrates’e başvurduğunu görürüz: “Benden öncekilerle tek benzerliğim Sokrates yaklaşımıdır”.

VAROLUŞÇULUK

Kierkegard öncelikle her zaman seçim yapmak zorunda olduğumuzu, bunun da bir gerilim, bir huzursuzluk kaynağı oluşturduğunu vurguladı. Bu görüş daha sonra J. P. Sartre gibi düşünür-yazarların çok ünlü yaptığı “existentialisme – varoluşçluk” düşüncesine yol açtı (Blogumun bir başka sayfasında Sartre’ı ele almıştım). Ama önde gelen varoluşçuların Tanrı tanımaz olmalarına karşın Kierkegard samimi bir Hristiyan hatta din kuramı üzerinde çalışan bir teologdur. Aydınlanma din temelli kurallara kuşku ile bakılması sonucunu doğurunca, insanlar üzerindeki bu seçim yükü daha da ağırlaştırılmış oldu. İşte Hristiyan teolojisini temel alan düşünce yapısı ile Kierkegard’ın  “modern” gelişimlere karşı çıkmasının temelini burada buluyoruz. Onun işaret ettiği nokta dinsel kurallara uygun yaşadığımız zaman hiç olmazsa bazı durumlarda seçim yapma ve bunun gerilimini çekme “derdinden” kurtulabileceğimizdir. O dinsel kurallara uymanın yararına inanmakla birlikte, birçok teologdan daha öznel (subjektive) bir görüş geliştiriyordu. İnsan, zevk verici davranışlar (hedonisme) ile ahlaki davranışlar arasında özgür bir seçim yapıyor ve bu özgürlük bizi mutlu etmek bir yana,  yukarıda değindiğim gibi huzursuzluğa neden oluyordu. Kierkegard’ın ifadesi ile bu “Özgürlüğün Baş Döndürmesi” idi [Concept of Anxiety, 1844]. İnsanoğlunun özgürleşmesi, hatta bir şeyler öğrenip bilinçlenmesi Kierkegard’a göre bunalıma yol açıyordu. İleride Varoluşçu düşünce bu noktadan hareket edip gelişecekti.

HEGEL İLE İLİŞKİ

Kierkegard düşüncesinde bir önemli boyut da Hegel karşıtlığıdır,  19. Yüzyıl ortasında kıta Avrupa’sında Hegel’in idealist felsefesi ve insanoğlunun kaçınılmaz olarak “tarihsel gelişimin belirleyici olduğu bir sistem içinde yer aldığı” görüşü felsefe çevrelerinde genel kabul gören bir görüştü.  Karl Marx’in buradan yola çıkarak Hegel’deki idealist özü tersine çevirip sınıf mücadelesini temele oturttuğunu biliyoruz (Blogumun bir başka sayfasında Marx’a da değindiğimi belirteyim). Kierkegard’ın iyi bir Hristiyan olarak “tarihin belirleyiciliğini” kabul etmesi beklenemezdi.
Kierkegard Kopenhag Üniversitesinde Sokrates üzerindeki tezini verdikten sonra özellikle Hegel (ve Hegel kaşıtlığı!) üzerinde çalışmak için Berlin'e gitti. 1840'ların Berlin'i düşünce açısından ilginçti. Hegel ölümü ile büyük bir boşluk yaratmış (1831); izinden gelenler bu büyük idealistin fikirlerinden yola çıkarak materyalist, dine karşı eleştirel bir yaklaşım içine girmişti. Feuerbach, Strauss, Marx, Engels, Bauer gibi Sol Hegelciler düşünce ve eylem dünyasında önemli bir destek sahibi olmuştu. Bu yönelimi durdurmak için Prusya kıralı Friedrich Wilhelm III, Berlin üniversitesinde Hegel’in idealst yorumlarına sahip çıkan Joseph Schelling'i görevlendirdi Schelling’in üniversitedeki konferansları başlangıçta çok ilgi çekti. Yerel Gazetelerde haber bile oldu. Kierkegard bu konferansları izledi. Ama bir süre sonra ilgisini yitirdi. "Ben bu konferansları dinlemek için ne kadar yaşlıysam, Schelling de konferans vermek için o kadar yaşlı" diyerek kendi çalışmalarına döndü [Kierkegard, Letters and Documents, Prinston University Press, 1978, s.141]. Zaten Berlin düşünce çevrelerinde Schelling’in yarattığı beklenti ve ilgi de giderek azalıyordu.

DİNSEL YAKLAŞIM

Kierkegard’ın düşünce sisteminde Hıristiyanlığın temel oluşturduğunu biliyoruz. Oysa 1800’lerin ortasında bilim ve düşünce çevrelerinde dini savunmak hiç de kolay değildi. Örneğin Atlantik ötesinde koskoca bir kıta olduğu, her doğruyu yazan kutsal kitaplarda yoktu. Güneşin çevresinde dönen dünyamızın evrendeki birçok gezegenden biri olduğu; insanın da bu gezegen üzerinde evrimle çevresine uyan bir canlı olduğu anlaşılmıştı. Bu gibi bilgilerle akıl-bilim, inanç dünyasına darbe vuruyor ve düşünce dünyasının binlerce yıllık temellerini sarsıyordu.
Tanrı’nın yol göstermesi ile “bilgi” arasındaki ilişki Tevrat’taki Cennetten Kovulma öyküsüne dek uzanır. Âdem ile Havva Cennette kaygısız, mutlu ve masum bir yaşam sürerler. Çevreleri ile uyum içinde yaşarlar. Tanrı yalnızca bilgi ağacının meyvelerini yemelerini yasaklanmıştır.  Çünkü “bilginin” onlar için zararlı olduğunu bilir! Efsanenin devamında bilindiği gibi yılan Havva'yı, Havva da Âdem’i kandırır ve bilgi – ölümsüzlük ağacının meyvesini yerler. Cennetten kovulurlar ve yeryüzündeki zorlu çaba başlar. Yani insanoğlu “bilmeden” daha mutludur. Kuşkusuz bu ilginç efsanede teologların tartıştığı birçok boyut vardır. Çok zararlı ise neden Cennette böyle bir ağaç yaratıldı? Tanrı neden yalnızca yasakladı, tümüyle engel olmadı? Tanrı insanoğlunu Cennetinden kovdu ama neden bilgi edinme yeteneğini geri almadı? Ama bizim için burada ilginç olan “bilginin zararlı olması” kavramıdır. Bu görüş kuşkusuz Hıristiyan inancının bir yansıması olarak aydınlanma düşüncesine çok önemli bir eleştiri getirir.  Geleneklere, dinsel buyruklara göre yaşamamızı isteyen düşünce sistemlerine ve kurumlarına göre bilgi tehlikeli bir şeydir, bizi doğadan uzaklaştırır, çevremize yabancılaştırır.
(Kuşkusuz Aydınlanma düşüncesi bu konuda tam zıt şeyler söyler. İnsan doğasında öğrenme isteği vardır, bizi hayvanlar âleminden ayıran budur, bilgi güçtür, bilgi gelişmedir vb!)
Bireysellik ayrı bir boyut. Toplumun genel yaklaşımını, değerlerini, inançlarını beğenmeyenler bunlara karşı çıkabilir. Bunla da çoğu zaman bir bedel öderler. Bazen toplumdan dışlanırlar, bazen Sokrates örneğinde gördüğümüz gibi idam edilirler. Hegel de bu karşı çıkma hakkını savunur, Kierkegard da. Bu anlamda bireycidirler.
Kierkegard’ın dikkati kendisinin ne olmak, ne yapmak istediğine yoğunlaştı. Sonunda yine Sokrates'e döndü ve kendi çağında ve Kopenhag'da bir Sokrates olmaya karar veridi.
Birbiri ardından birçok kitap yazdı. Çok ayrıntılı günlüklerde düşüncelerini aktardı. Kitaplarının birçoğunda farklı yazar isimleri kullandı. Bunu kendini gizlemek için değil, farklı karakterleri tanımlayıp onların bakış açısıyla yazmak için yapıyordu. Zaten birçoğunda kendini "editör" olarak belirtti.
Avrupa'nın birçok kentini alt-üst eden 1848 ayaklanması Kopenhag'ı da vurdu, yeni bir anayasa yürürlüğe girdi. Bu çalkantılı günlerde Kierkegard’ın kralcıların yanında yer aldığını görüyoruz. Ama sonradan Danimarka kralının danışmanlık teklifini geri çevirdi.
Benzer biçimde devlet dinine, kilisenin devletten aldığı güce de hep karşı çıktı. Kierkegard’ın çok içten bir bireyci olduğunu söyleyebiliriz. Samimi bir Hristiyan’dı, samimi bir kralcıydı. Ama bu kavramlar kilise örgütlenmesinde veya bir kralın kişiliğinde somutlaşınca bu kurumlardan uzak duruyordu.
Kierkegard’ın bir yandan Sokrates' e bir yandan da Hristiyanlığa başvuran kitaplar yazması bir çelişki olarak görülebilir. Hz. İsa'dan yüzyıllarca önce, çok tanrılı dinlerin, çeşitli Pagan inançlarının egemen olduğu bir çağda yaşayan bir düşünür ile Hristiyan felsefesinin ne ortak yönü olabilir? Kierkegard böyle düşünmüyordu: "Doğru. Sokrates'in Hristiyan olmadığını biliyorum. Ama kesinlikle inanıyorum ki sonradan Hıristiyan oldu" [The Point of View, Princeton University Press, 1998, s. 54]. Kuşkusuz Kierkegard burada dogmacıları kışkırtıyor ve Hristiyan değerlerini, kavramlarını Sokrates’te bulduğunu vurguluyor.
Kierkegard Philosophical Fragments kitabında (1844) Hristiyanlığın çok çetrefilli bir konusu olan Tanrı’nın neden insan bedeni (Hz. İsa) içinde göründüğü (revelation, incarnation) konusunu ele alır. İnsan beyninin hiç görmediği, anlamadığı, hayal bile edemediği bir şeyi (örneğin Tanrı’yı) kavrayamayacağını anlatır. Her zamanki gibi çok açık söylemese de Hıristiyan teolojisinde “Tanrının insan bedeninde görünmesini” de bu nedene dayandırır.
Hatta bir adım daha ileri giderek sorabiliriz: Acaba Kierkegard’a göre Sokrates de Tanrının insanlara sorgulamayı ve düşünmeyi öğretmek için gönderdiği özel bir kişi mi? Kuşkusuz yöneticilerin her ikisini de zararlı bulup idam etmeleri de ilginç bir “ironi”.