Tezer Özlü (1943-1986) edebiyatımızın belki çok ünlü olmayan
ama çok özgün “gamlı prensesi”. Kendisini ilk kez okuyacaklara bir önerim
olacak. Yaşama olumsuz baktığınız günlerde Özlü’nün kitaplarına başlamayın.
Tezer Özlü adını ilk kez 1980’lerde duymuş ve sanırım Yeni Dergi
’de birkaç öyküsünü okumuştum. Kafka’da Camus ’de gördüğümüz karabasan havasını
bu öykülerde de bulduğumu hatırlıyorum.
ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübünün okuma listesinde
“Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı anlatısını görünce biraz çekindiğimi itiraf
edeyim. Kitabın önce “Auf dem Spur eines
Selbsmords-Bir İntiharın İzinde” adıyla Almanca yayınlandığını okuyunca
daha da korktum. Kitabı aldım ve okumaya başladım. Tanıtım paragrafında da
belirtildiği gibi “hayata ender görülen
acılıkta bir perspektiften tanıklık eden” kitabı okumayı ilk denemede
sürdüremedim. Oysa ikinci ele alışımda adeta kitaba gömüldüm ve kendimi bu
gamlı prenses ile birkaç günlük bir yolculuğa çıkmış gibi hissettim. Diyeceğim
okuyucunun psikolojisi uygunsa bence kitap çok güzel ve etkileyici.
Tezer Özlü 10 Eylül 1943’te Kütahya Simav’da doğmuş. İlkokul
yılları, öğretmen olan ana-babası ve iki kardeşi ile Anadolu’nun küçük ilçe ve
bucaklarında (Simav, Ödemiş,
Göreme) geçiyor. Bu küçük kasabalardaki yaşamın kısıtlılığını bir karabasan
olarak hatırlıyor (Çocukluğun Soğuk
Geceleri). Tezer on yaşındayken aile İstanbul’a taşınıyor ve Avusturya
Lisesindeki yıllar başlıyor. Temelinde bir rahibe okulu olan bu okuldaki baskı
da Tezer Özlü ’yü yıldırıyor.
“Almanca, İngilizce,
Latince. Goethe. Shiller. Rus-Alman savaşları. Karlofça-Pasarofça antlaşmaları.
Fen bilimleri. Sayıların kökleri, köklerin kareleri. Tüm dünya ülkeleri. Tüm
dünya ülkelerinin savaşları. Ne alıp ne sattıkları…..Nasıl yurttaş olunabileceği.
Askerlik görevleri. Savunma. Müslümanlığın koşulları. …Bulutların oluşması.
Ezberlenen şiirler, ezberlenen sözcükler, ezberlenen formüller…Bütün
öğrendiklerimi unutmak istiyorum.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).
“Nefret ettiğim
okulları görmezden geliyorum.’ (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 112).
Öte yandan okulla gittiği bir Avrupa gezisinde (1961) gördüğü
aile-okul-toplum baskısından uzak yaşam olanağını seviyor. Liseyi bırakıp uzun
bir Avrupa turuna çıkıyor (1962-63)(Liseyi 1965’de dışarıdan
tamamlayacak).
Tezer Özlü iki kez evleniyor. İlk aşkı ve evliliği
romanlardaki gibi başlıyor. Yağmurlu bir günde Paris Montparnasse ’da Cafe
Select ’e sığınmışken içeriye Güner Sümer giriyor! 1964’de evleniyorlar.
Evliliklerinin ilk yılları Ankara’da geçiyor. Güner, Ankara Sanat Tiyatrosunda
yönetmen, oyuncu, yazar; Tezer de Ingmar Bergmann, Ossip Piatnizki, Heinrich
Böll, Kafka, Hans Magnus Enzensberger gibi yazarlardan çeviriler yapıyor ve
Kafka üzerinde çalışıyor. Büyük bir aşkla başlayan evlilik birkaç yıl içinde
Tezer için bir karabasana dönüşüyor ve 1968’de sona eriyor.
1967-72 arasındaki dönem Tezer Özlü için özellikle çok zorlu
bir dönem. Birkaç kez psikiyatri kliniklerine girip çıkıyor. Elektroşoka dek
uzanan tedaviler görüyor. İntihar girişimleri var. Hatta bunları çok büyük bir
açık yüreklilikle yazıyor:
“Gece gündüz kendimi
öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa
da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir
gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk.
Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç
avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım.
Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü
bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).
Bu “depresif” dönemin ardından “manik” dönem geliyor:
“Sonraki günlerde yıldırım gibi hızlı bir
gelişme oluyor. Dünya çok güzelleşiyor. Gerçek dışı bir güzellikte yaşadığımı
algılıyor uykularımı kısaltıyorum. Sanki yeteneklerim gelişiyor. Her şeyi daha
iyi anlıyorum. Kısa uykular beni daha diri daha canlı kılıyor. Yorulmadan
çalışıyorum. İnsanları her zamankinden daha çok seviyorum. Sanki onlar da beni
daha çok seviyor daha çok arıyor. Yaşamın doğal akışı hızlanıyor.” (Çocukluğun
Soğuk Geceleri).
Bu tür bipolar kişiliklerde coşku içinde eserler verilen
yaratıcı dönemin manik dönem olması beklenir. Oysa Tezer Özlü ’nün depresyonu
ve yaşadığı bunalımı çok güzel aktardığını görüyoruz. En sorunlu dönemlerinde
bile kendine dışarıdan bakıp değerlendirme, yazma, yaşama tutunma, yeni çıkış
yolları arama isteği çok ilginç.
Bu günler için yazdıklarını bir kızgınlık mı yoksa ironi ifadesi
mi olduğuna karar veremiyorum:
“Ölmek istedim, dirilttiniz.
Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz.
Delirdim, kafama elektrik verdiniz.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 58).
Tezer Özlü, 1968’de İstanbul’a taşındı ve yönetmen Erden
Kıral ile evlendi. Türk-Alman Kültür Merkezi’nde çalışarak Alman radyoları için
Türk öykücülerin öykülerini çevirmeye başladı. Yeni çevresi Ferit Edgü, Leyla
Erbil, Onat Kutlar, Can Yücel gibi sanatçılarla doluydu. 1973’te bir kızları
oldu. Deniz Gezmiş’e duyduğu sevgiden ötürü bebeğinin adını Deniz koydu.
Kendi “devrimciliğine” bakışı da çok samimi. Yukarıda
değindiğim elektroşoklardan birinde bilincini yitirip sayıklamaya başlamış ve “Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz
sürdürün” demiş. Bu olayı anılarında büyük bir açık yüreklilikle yorumluyor:
“Ne 12 Mart döneminde,
ne öncesi ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime yer vermiş değilim.
Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan
öte bir anlam taşımaz… Doğal bir istek. Benimle büyümüş, benimle gelişmiş,
varoluşumun özü devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını istemek. Ölümle burun
buruna gelince, kendiliğinden dışa yansımış bir dilek.”
1977 yılında 1 Mayıs katliamı yine bir yerlere gitmek isteğini
alevlendirir, bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin eder ve Leylâ Erbil’e
“burası bizim yurdumuz değil ki, burası
bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” der. 1980 darbesi ile ağabeyi yazar
Demir Özlü ’nün vatandaşlıktan çıkarılması aile için ek bir darbe olur:
“Evimizin kapısı
kırılabilir. Silahlar üzerimize dayanabilir. Bunlar günlük olay. Neresinden
tutacağız bu ülke üzerine kâbus gibi çöken yaşamı.” (Eski Bahçe – Eski Sevgi).
Tezer Özlü ’nün ikinci evliliği de iyi gitmedi. Zaten evlilik
kurumu sanırım Tezer Özlü için pek de uygun değil:
“Bir ilişkinin
başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki
ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu. ….Tek bir kişide
yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm
insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da herkesten nefret
ettim. Kendi dışımda.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk s. 43).
Sanatçı 1981’de kızını alıp Berlin’e taşındı, Erden Kıral ’dan
ayrıldı. 1982 de Berlin’de tanıştığı İsviçreli ressam Hans Peter’e âşık oldu.
İstanbul’a yerleşme çabaları da olumsuz sonuçlandı. Zürih’e yerleştiler.
Tezer Özlü henüz 43 yaşındayken meme kanseri sonucu 18 Şubat
1986’da Zürih’te yaşamını kaybetti. İstanbul’da Aşiyan mezarlığında yatıyor.
ODTÜ Mezunlar Derneği Kitap Kulübünde ele alınan “Yaşamın
Ucuna Yolculuk” adlı yapıtı 125 sayfa. Bir roman değil, bir “Anlatı”. Olaylar,
gözlemler, yorumlar yok. Kuşkusuz bir bunalım anlatımı. Zaten kaynak da bu:
“Yazın kötümserlikten
doğar.” (s. 104).
Yazar birkaç gün içinde Avrupa kentlerini turluyor. Berin-Hamburg-Prag-Viana-Zagreb-Belgrad-Niş-Trieste-Venedik-Torino-St.
Stefano Balbo. Ama bu kentleri anlatmıyor. Her gece başka bir otelde kalarak,
bazen farklı erkeklerle birlikte yalnızlığını yaşıyor. Zaten “gitmek-kaçmak”
Tezer Özlü ’de çok önemli –belki de en önemli- öge. Gitme isteği çocukluğunda başlamış:
“…..kesik burunlu
otobüsler saat kulesi önündeki alanda duruyor. Seyahat eden, büyük kentlere
gidip gelen bu insanlara özlemle bakıyorum. Bir gün uzak dünyaları ben de
tanıyacağım diye geçiyor içimden….” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).
“Pazar günleri…
şimdilerde….Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse
….odaların içine asılmış çamaşır görürsem… radyolardan naklen futbol maçları
yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek,
gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep” (Çocukluğun Soğuk Geceleri).
“Sürekli gitmek
istemek de bir yerde, Hiçbir yerde olmak istememek değil mi.” (s. 53).
“Benimseyeceğim,
içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek.” (s. 59).
“Gitmekten yılmayacağım.
Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye
gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı GİTMEK
olarak algılıyorum” (s. 52).
‘’Tren raylarını
severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda
olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için’’ (s. 19).
Durağan yaşamı, evleri, hatta birkaç gece kalınan otelleri bile
sevmiyor:
“Aslında hiçbir evi
sevmem. Bir kez girilen, sonra çıkılan ve bir daha ayak basılmayan evler benim
için en rahatlatıcı yerler.” (s. 85).
“Trieste ’de kaldığım üçüncü gece, taşındığım
üçüncü otelin odasındayım. Kentten ya da ülkeden ayrılmadığım günlerde oteli
değiştiriyorum. Kendi kendimden böyle bir rahatlıkla, çıkıp gitmeyi nasıl da
isterdim.” (s. 91).
Pavase’nin bir kahramanının dediği gibi “Biz kendimizi kendi köyümüz dışında her
yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.” (s.
55).
Kuşkusuz bu “gitmek-kaçmak” kavramının en büyük düşmanı da “duvarlar”.
Çocukluğundaki evin duvarları ile başlayıp Berlin duvarının simgelediği
özgürlük karşıtlığına uzanan duvarlar:
“Bu kentin her yerine
daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla.”
(s. 15).
Genel olarak “yolculuk-gitme” ögesinin yanında özellikle bu kitapta
anlatılan yolculuk, edebiyat dünyasında yapılan bir yolculuk. Prag’da
Kafka’nın, Trieste ’de Italo Svevo ’nun mezarlarını ziyaret ediyor; çok sevdiği
bu yazarların soluduğu havayı soluyor; akrabaları ve dostları ile konuşuyor; Pavase’nin
intihar ettiği otel odasına gidiyor.
“Bu yolculuğum
süresince, yazarlarımın çevrelerinde, sokaklarında, kahvelerinde,
bulvarlarında, mezarlarında, evlerinde, dünyaya baktıkları yörelerde çıktığım
bu yolculukta, içimde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek bir bende
birleştiğini sezinliyorum. İçinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuzluğunu,
tüm sınırsızlığını hem ardımda hem önümde kavrıyorum.” (s. 121).
Ayrıca yolculuğun ilginç bir diğer yönü var. Eğer yolun
sonunda Trieste-Torino yönüne gitmek istiyorsa neden Niş ’e kadar iniyor? Üstelik
bunun da farkında! Zagreb’den Belgrad’a giderken “Gideceğim yönün tam aksine yol alacağım bütün gün. Ne değişir.” (s. 54) diyor.
Kitap yazarın Cesare Pavase ’nin “Acının Durgunluğu” nu
okuması ile başlıyor. Bu yazarın intiharı adeta müzikteki ana tema gibi kitap
boyunca gündeme geliyor. Birkaç sayfada bir ondan alıntılar var.
“Niçin burada hep
Pavase okuyorum… Nedir. Benliğimi onunla bu denli özdeşleştirmemin nedeni nedir.”
(s. 7).
Yolculuğunun hedefi Pavase ’ye ulaşmak:
“Gitmem gerek. Yeni
resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir
resim bulana dek gitmem gerek. Bu kez S. Stephano Belbo’ya dek. Otuz iki yıl
önce intihar eden bu yazar, sanki orada beni bekliyor. Onun tepelerini, onun
evlerini, onun caddelerini görmek, onu koşullandıran doğa parçasını yaşamak,
biraz da onu yaşamak olmayacak mı.’’ (s.
59).
Bence anlatının en ilginç yönü yazarın içinde olduğu bunalım
havasını, yaşamın ucuna yapılan yolculuğu okuyucuya yaşatması. Günlük
yaşamımızda böyle bir durumla karşılaştığımızda çoğunlukla basmakalıp nedenler
ararız. “Sevgilisi terk etmiş”, “ölümcül bir hastalığa tutulduğunu anlamış”…
gibi nedenlere ulaşınca da adeta rahatlarız. Hayır! Tezer Özlü ’nün anlattığı
bunalımın böyle bilindik bir nedeni yok. İçindeki sınırsız özgürlük özlemini,
yalnızlık, bağımsızlık duygusunu, ölüm düşüncesini çözümlemeye çalışıyor.
Yazın açısından da kitabın ilginç yönleri var. Ana yapıda “Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor.
İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor” (s. 9) gibi birinci tekil
şahıs kullanılmış.
Bazen kendi ile sohbet ediyor ve ikinci tekil şahsa sesleniyor:
“Tanımadığın bir
kentte ne denli isterdin yitip gitmeyi…ama öyle kolay değil. Henüz rüzgarlara
doydun mu. Yeterince haykırabildin mi henüz” (s. 62).
Hatta zaman zaman biriyle dertleşir gibi kendinden üçüncü
tekil şahıs olarak söz ediyor:
“Böylesi bir kişiyi ne
kadar süre taşıyabileceksin. Hiç doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı
yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm kentlerde dolaştırdım. Gölcük’ün
Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar gerisinde kendisini kaybetmek
isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın en derin gecelerine, en uzak
kentlerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına getirdim. Gene
de doyumsuz” (s. 13).
Yine ilginç bir yazın özelliği –yukarıdaki bazı alıntılarda
görüldüğü gibi- kitapta hiç soru işareti kullanılmaması. Acaba bunlar gerçek sorular
değil gözlemler mi? Yanıtlarının nasıl
olsa bulunamayacağına emin olduğu için yazar bir ümitsizliği mi yansıtıyor?
Kitabın genel yapısı ile bunalımı yansıttığını vurguladım.
Diğer yandan Tezer Özlü ’nün büyük bir çaba içinde olduğunu, yaşadığı
birliktelikler, edebiyat ve meslek yaşamını sürdürme yönünde gösterdiği çaba, en
bunalımlı anlarını yapıtlarına hem içeriden, hem de dışarıdan bakan bir gözle
yansıtmaya çalışması dikkat çekici:
“Aranızda dolaşmak
için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.
Aranızda dolaşmak için çalışıyorum.” (s.
57).
Hatta umut veren tümceler bile var:
“Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri,
ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl
değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek. İnsandan, içgüdüleri ile
bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem de olacak.” (s. 59).
Yukarıda kitabın Pavase ile başlayıp sürdüğüne değinmiştim.
Kitap, onun yaşadığı kentte, intihar ettiği otelde sona eriyor: “Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü,
yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.”