Kierkegard’ı özellikle Varoluşculuk
(existentialisme) çizgisindeki düşüncenin
hazırlayıcısı olarak tanırız. Burada ise
Kierkegard’ı dinsel bakış açısı ile aydınlanma ve daha genel olarak modern çağ
düşünce sistemine oldukça kapsamlı biçimde karşı çıkan bir düşünür olarak ele
almak istiyorum.
Günümüzde Kierkegard’ın
bir felsefeci mi, teolog mu psikolog mu; yoksa insanlara ilham veren bir yazar
mı olduğu tartışılıyor. Hatta bir idealist düşünür mü yoksa idealizm karşıtı mı
olduğu; ilerici mi, gerici mi olduğu da tartışılıyor. Belki de bunun nedeni
uyguladığı “Sokratesçi” yöntem.
SOKRATES İLE İLİŞKİ
Kierkegard’ın düşünce
serüvenini anlamak için “Sokrates’in İronisi” adlı uzmanlık tezinden başlamamız
gerekiyor. [Concept of Irony, 1841] Adlı yapıtında “ironi” sözcüğünü, “gerçek
olmayan”, “komiklik derecesinde yanlış” anlamında kullanır.
Bilindiği gibi Sokrates
yazılı bir yapıt bırakmadı. Onun hakkında bilgilerimizi öğrencileri Xenophon ve
Platon’un yazdıklarına ve çağdaşı Aristophanes’in oyunlarında anlattıklarına
borçluyuz. Sokrates ünlü diyaloglarına kendisinin hiç bir şey bilmediğini, buna
karşılık karşısındakinin uzman olduğunu belirttiği bir konuda sohbet ederek
başlar. Sorduğu bir dizi soru sonrasında karşısındakini zor durumda bırakır. Böylece
Sokrates’in de bu konuyu çok yakından incelediğini, konu üzerinde derinlemesine
düşündüğünü anlarız. Örneğin Euthyphro öyküsünde babasını mahkemeye veren ve
“bu konuları çok iyi bildiğini” söyleyerek öğünen Euthyphro’ya sorular soramaya
başlar [Plato, Atinalı Sokrates]. Sokrates’in soruları karşısında bir yandan
babasından mahkemede şikâyetçi olan; diğer yandan büyüklerine saygısızlık
etmenin ahlak acısından pek de doğru olmadığını bilen Euthyphro’nun çelişkileri
o kadar rahatsız edici bir hal alır ki sonunda dayanamaz ve Euthyphro “benim
ivedi bir işim var” diyerek uzaklaşır. İşte Sokrates’in ironisi budur: Bir
yandan Sokrates alçak gönüllü davranıp aslında birçok şey bildiği bir konuda
bilgili olmadığını söylerken; bilmediğini bilmeyen, kabul etmeyen, düşünmeyen,
sorgulamayan insan ironiktir. Kuşkusuz
bu “sorgulama” düşüncesi, egemen fikirlerin doğruluğundan kuşku duyulmasını
istemeyen kent yöneticilerinin hiç işine gelmez. “Sokrates devletin benimsediği
tanrıları ret ettiği, onların yerine kendi kutsal değerlerini yerleştirdiği ve
gençleri ayarttığı için suçlu” bulunur.
[Xenophon, Memorabilia Kitap 1] ve bildiğimiz gibi ölüme mahkum edilir.
Sokrates tartışmalarında
kendi fikrini söylemez. Sürekli bir olumsuzlama içindedir. Bir konu hakkında
Sokrates’in neyin doğru olduğuna inandığını değil, neyi eleştirdiğini biliriz.
Bu nedenle herkes onda kendi düşüncesini destekleyecek bir şeyler bulabilir.
Eğer kendi “doğru bildiğini” yazsaydı bazıları buna karşı çıkabilirdi. Oysa
Sokrates insanları yalnızca düşündürmek istedi. İşte Kierkegard da bu yaklaşımı
benimser ve bu nedenle de okuyucu tarafından farklı biçimlerde yorumlanabilir.
Sokrates’in diyaloglarında
karşılaştığımız önemli bir kavram “aporia-yanıt veremeyecek duruma
düşmektir”. Tartışma bir sonuca varmadan sona erer: aporedic dialogue. Bu yaklaşım Kierkegard için de geçerlidir. “Concept of Irony”den beş yıl sonra
Kierkegard yeniden Sokrates’e döner: “Sokrates diyaloglarının olumlu bir sonuca
varmadan sona ermesinin, daha önceleri pek farkına varamadığım kadar derin bir
gerekçesi vardır. Okuyucuyu etkin yapar” [Kierkegard, Günlükler, s.276].
Kierkegard bu fikri kendi uygulamalarında da benimser. Okuyucu böylece kendi
inançlarını sorgulayacak, kendi fikirlerini irdeleyecektir.
Sokrates’in yaşadığı
dönemde, MÖ 5. Yüzyılda, Atina sokaklarında dolaşan, gençlere, konuşma,
tartışma, akıl yürütme gibi bir şeyler öğreten bunun karşılığında para alan “sofistler”
yaygındı. Sokrates bir sofist olmadığını hep vurgulardı. O hiç bir şey bilmediğini söyler, insanları
şaşırtır, düşündürür, kuşku uyandırır hatta kızdırır ve bu işten para da
almazdı. Kierkegard bu açıdan da kendini Sokrates’e yakın buldu. Örneğin kendisi
yetkin bir teolog olduğu için, her şeyi bildiklerini söyleyen kilise
yetkililerinin yanlışlarını kolayca görüyor ve gösteriyordu.
Kierkegard ile Sokrates
arasındaki ilişkide son olarak işaret edeceğim boyut da “Daimon-vicdanın sesi”
olacak. Antik Yunancada “mabet” anlamına kullanılan bu terimi Sokrates içten
gelen bir tür “iç ses” olarak kullanır. Yanlış bir iş yapmaması için kendisini
uyaran bir vicdan sesi [Platon, Sokrates’in Savunması, s.29]. Bu ses Sokrates
doğru bir şeyler yaptığı zaman sessizdi. Yalnızca yanlış bir şeyler yapmaya
kalkışınca daimon onu
uyarıyordu. Yaşamının son dönemindeki
ünlü savunması sırasında bu sesi hiç duymamış olması da yanlış bir şey
yapmadığının ve söylemediğinin bir kanıtıydı. Sokrates büyük bir huzur içinde
zehri içebilirdi. Daimon kavramı da
inançlı bir Hristiyan olan Kierkegard için çok uygundu. Tanrı da ona her zaman
doğru yolu gösteriyordu.
Kierkegard için
Sokrates’in yaklaşımı gerek içerik gerekse de yöntem olarak o denli önemlidir
ki ömrünün sonunda kendi hakkında yaptığı değerlendirmede de Sokrates’e
başvurduğunu görürüz: “Benden öncekilerle
tek benzerliğim Sokrates yaklaşımıdır”.
VAROLUŞÇULUK
Kierkegard öncelikle her
zaman seçim yapmak zorunda olduğumuzu, bunun da bir gerilim, bir huzursuzluk
kaynağı oluşturduğunu vurguladı. Bu görüş daha sonra J. P. Sartre gibi
düşünür-yazarların çok ünlü yaptığı “existentialisme
– varoluşçluk” düşüncesine yol açtı (Blogumun bir başka sayfasında Sartre’ı ele
almıştım). Ama önde gelen varoluşçuların Tanrı tanımaz olmalarına karşın Kierkegard
samimi bir Hristiyan hatta din kuramı üzerinde çalışan bir teologdur. Aydınlanma
din temelli kurallara kuşku ile bakılması sonucunu doğurunca, insanlar
üzerindeki bu seçim yükü daha da ağırlaştırılmış oldu. İşte Hristiyan teolojisini
temel alan düşünce yapısı ile Kierkegard’ın
“modern” gelişimlere karşı çıkmasının temelini burada buluyoruz. Onun
işaret ettiği nokta dinsel kurallara uygun yaşadığımız zaman hiç olmazsa bazı
durumlarda seçim yapma ve bunun gerilimini çekme “derdinden” kurtulabileceğimizdir.
O dinsel kurallara uymanın yararına inanmakla birlikte, birçok teologdan daha
öznel (subjektive) bir görüş
geliştiriyordu. İnsan, zevk verici davranışlar (hedonisme) ile ahlaki davranışlar arasında özgür bir seçim yapıyor
ve bu özgürlük bizi mutlu etmek bir yana,
yukarıda değindiğim gibi huzursuzluğa neden oluyordu. Kierkegard’ın
ifadesi ile bu “Özgürlüğün Baş Döndürmesi” idi [Concept of Anxiety, 1844]. İnsanoğlunun özgürleşmesi, hatta bir
şeyler öğrenip bilinçlenmesi Kierkegard’a göre bunalıma yol açıyordu. İleride
Varoluşçu düşünce bu noktadan hareket edip gelişecekti.
HEGEL İLE İLİŞKİ
Kierkegard düşüncesinde
bir önemli boyut da Hegel karşıtlığıdır,
19. Yüzyıl ortasında kıta Avrupa’sında Hegel’in idealist felsefesi ve
insanoğlunun kaçınılmaz olarak “tarihsel gelişimin belirleyici olduğu bir sistem
içinde yer aldığı” görüşü felsefe çevrelerinde genel kabul gören bir
görüştü. Karl Marx’in buradan yola
çıkarak Hegel’deki idealist özü tersine çevirip sınıf mücadelesini temele
oturttuğunu biliyoruz (Blogumun bir başka sayfasında Marx’a da değindiğimi
belirteyim). Kierkegard’ın iyi bir Hristiyan olarak “tarihin belirleyiciliğini”
kabul etmesi beklenemezdi.
Kierkegard Kopenhag
Üniversitesinde Sokrates üzerindeki tezini verdikten sonra özellikle Hegel (ve Hegel kaşıtlığı!)
üzerinde çalışmak için Berlin'e gitti. 1840'ların Berlin'i düşünce açısından
ilginçti. Hegel ölümü ile büyük bir boşluk yaratmış (1831); izinden gelenler bu
büyük idealistin fikirlerinden yola çıkarak materyalist, dine karşı eleştirel
bir yaklaşım içine girmişti. Feuerbach, Strauss, Marx, Engels, Bauer gibi Sol
Hegelciler düşünce ve eylem dünyasında önemli bir destek sahibi olmuştu. Bu
yönelimi durdurmak için Prusya kıralı Friedrich Wilhelm III, Berlin
üniversitesinde Hegel’in idealst yorumlarına sahip çıkan Joseph Schelling'i
görevlendirdi Schelling’in üniversitedeki konferansları başlangıçta çok ilgi
çekti. Yerel Gazetelerde haber bile oldu. Kierkegard bu konferansları izledi.
Ama bir süre sonra ilgisini yitirdi. "Ben
bu konferansları dinlemek için ne kadar yaşlıysam, Schelling de konferans
vermek için o kadar yaşlı" diyerek kendi çalışmalarına döndü
[Kierkegard, Letters and Documents, Prinston University Press, 1978, s.141].
Zaten Berlin düşünce çevrelerinde Schelling’in yarattığı beklenti ve ilgi de
giderek azalıyordu.
DİNSEL YAKLAŞIM
Kierkegard’ın düşünce
sisteminde Hıristiyanlığın temel oluşturduğunu biliyoruz. Oysa 1800’lerin
ortasında bilim ve düşünce çevrelerinde dini savunmak hiç de kolay değildi. Örneğin
Atlantik ötesinde koskoca bir kıta olduğu, her doğruyu yazan kutsal kitaplarda
yoktu. Güneşin çevresinde dönen dünyamızın evrendeki birçok gezegenden biri
olduğu; insanın da bu gezegen üzerinde evrimle çevresine uyan bir canlı olduğu
anlaşılmıştı. Bu gibi bilgilerle akıl-bilim, inanç dünyasına darbe vuruyor ve
düşünce dünyasının binlerce yıllık temellerini sarsıyordu.
Tanrı’nın yol göstermesi
ile “bilgi” arasındaki ilişki Tevrat’taki Cennetten Kovulma öyküsüne dek
uzanır. Âdem ile Havva Cennette kaygısız, mutlu ve masum bir yaşam sürerler.
Çevreleri ile uyum içinde yaşarlar. Tanrı yalnızca bilgi ağacının meyvelerini
yemelerini yasaklanmıştır. Çünkü “bilginin”
onlar için zararlı olduğunu bilir! Efsanenin devamında bilindiği gibi yılan
Havva'yı, Havva da Âdem’i kandırır ve bilgi – ölümsüzlük ağacının meyvesini
yerler. Cennetten kovulurlar ve yeryüzündeki zorlu çaba başlar. Yani insanoğlu “bilmeden”
daha mutludur. Kuşkusuz bu ilginç efsanede teologların tartıştığı birçok boyut
vardır. Çok zararlı ise neden Cennette böyle bir ağaç yaratıldı? Tanrı neden
yalnızca yasakladı, tümüyle engel olmadı? Tanrı insanoğlunu Cennetinden kovdu ama
neden bilgi edinme yeteneğini geri almadı? Ama bizim için burada ilginç olan “bilginin
zararlı olması” kavramıdır. Bu görüş kuşkusuz Hıristiyan inancının bir
yansıması olarak aydınlanma düşüncesine çok önemli bir eleştiri getirir. Geleneklere, dinsel buyruklara göre
yaşamamızı isteyen düşünce sistemlerine ve kurumlarına göre bilgi tehlikeli bir
şeydir, bizi doğadan uzaklaştırır, çevremize yabancılaştırır.
(Kuşkusuz Aydınlanma
düşüncesi bu konuda tam zıt şeyler söyler. İnsan doğasında öğrenme isteği
vardır, bizi hayvanlar âleminden ayıran budur, bilgi güçtür, bilgi gelişmedir
vb!)
Bireysellik ayrı bir
boyut. Toplumun genel yaklaşımını, değerlerini, inançlarını beğenmeyenler
bunlara karşı çıkabilir. Bunla da çoğu zaman bir bedel öderler. Bazen toplumdan
dışlanırlar, bazen Sokrates örneğinde gördüğümüz gibi idam edilirler. Hegel de
bu karşı çıkma hakkını savunur, Kierkegard da. Bu anlamda bireycidirler.
Kierkegard’ın dikkati
kendisinin ne olmak, ne yapmak istediğine yoğunlaştı. Sonunda yine Sokrates'e
döndü ve kendi çağında ve Kopenhag'da bir Sokrates olmaya karar veridi.
Birbiri ardından birçok
kitap yazdı. Çok ayrıntılı günlüklerde düşüncelerini aktardı. Kitaplarının
birçoğunda farklı yazar isimleri kullandı. Bunu kendini gizlemek için değil,
farklı karakterleri tanımlayıp onların bakış açısıyla yazmak için yapıyordu.
Zaten birçoğunda kendini "editör" olarak belirtti.
Avrupa'nın birçok kentini
alt-üst eden 1848 ayaklanması Kopenhag'ı da vurdu, yeni bir anayasa yürürlüğe
girdi. Bu çalkantılı günlerde Kierkegard’ın kralcıların yanında yer aldığını
görüyoruz. Ama sonradan Danimarka kralının danışmanlık teklifini geri çevirdi.
Benzer biçimde devlet
dinine, kilisenin devletten aldığı güce de hep karşı çıktı. Kierkegard’ın çok
içten bir bireyci olduğunu söyleyebiliriz. Samimi bir Hristiyan’dı, samimi bir
kralcıydı. Ama bu kavramlar kilise örgütlenmesinde veya bir kralın kişiliğinde
somutlaşınca bu kurumlardan uzak duruyordu.
Kierkegard’ın bir yandan
Sokrates' e bir yandan da Hristiyanlığa başvuran kitaplar yazması bir çelişki
olarak görülebilir. Hz. İsa'dan yüzyıllarca önce, çok tanrılı dinlerin, çeşitli
Pagan inançlarının egemen olduğu bir çağda yaşayan bir düşünür ile Hristiyan
felsefesinin ne ortak yönü olabilir? Kierkegard böyle düşünmüyordu: "Doğru. Sokrates'in Hristiyan olmadığını
biliyorum. Ama kesinlikle inanıyorum ki sonradan Hıristiyan oldu" [The
Point of View, Princeton University Press, 1998, s. 54]. Kuşkusuz Kierkegard
burada dogmacıları kışkırtıyor ve Hristiyan değerlerini, kavramlarını Sokrates’te
bulduğunu vurguluyor.
Kierkegard Philosophical
Fragments kitabında (1844) Hristiyanlığın çok çetrefilli bir konusu olan Tanrı’nın
neden insan bedeni (Hz. İsa) içinde göründüğü (revelation, incarnation) konusunu ele alır. İnsan beyninin hiç
görmediği, anlamadığı, hayal bile edemediği bir şeyi (örneğin Tanrı’yı)
kavrayamayacağını anlatır. Her zamanki gibi çok açık söylemese de Hıristiyan
teolojisinde “Tanrının insan bedeninde görünmesini” de bu nedene dayandırır.
Hatta bir adım daha ileri
giderek sorabiliriz: Acaba Kierkegard’a göre Sokrates de Tanrının insanlara sorgulamayı
ve düşünmeyi öğretmek için gönderdiği özel bir kişi mi? Kuşkusuz yöneticilerin her
ikisini de zararlı bulup idam etmeleri de ilginç bir “ironi”.