ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübü, 20 Aralık 2016’da Yanardağın Altında romanını tartıştı. 20.
Yüzyılın En İyi İngilizce Romanlarına ilişkin Time, Guardian, Modern Library
tarafından düzenlenen bütün listelere giren önemli bir roman.
Benim okuyucu adayına ilk başta söyleyeceğim: Eğer
okuduğunuz kitapta olaylar, heyecan, birçok ilginç karakterin sizi baş
döndürücü bir hızla büyülemesini arıyorsanız, bu roman size göre değil. Yok,
gerçek bir edebiyatseverseniz, uzun betimlemelerle küçük bir Meksika kasabasını
yaşamak, çok katmanlı bir kitapta bir alkoliğin bilinç akışını izlemek, başka
edebi metinlere yapılan birçok göndermenin izini sürmek, başarılı-başarısız
olmak veya ölüm üzerinde düşünmek istiyorsanız bu romanı okuyun. Bir daha
okuyun. Hatta üçüncü defa okuyun. Ben birçok bölümün altını çizdim. Defalarca
okudum ve başucuma koydum.
MALCOLM LOWRY
Malcolm Lowry, varlıklı bir İngiliz tüccarının oğlu olarak
1909’da doğmuş. İyi bir eğitim almasına karşın sevgisiz bir ortamda
yetiştiğinden dert yanıyor. On beş yaşında içkiye başlayıp yaşamı boyunca
peşini bırakmayacak karabasan içine gömülüyor. Bir yandan da bir yazar olarak
kendini yetiştirmek için yoğun bir çaba sürdürüyor. İyi bir yazarın yazacak bir
şeyler biriktirmesi gerektiğini düşünerek on yedi yaşında bir kamarot olarak
uzak doğu denizlerinde serüven arıyor. Ardından dönüp Cambridge’de eğitimini tamamlıyor.
Çeşitli dergilerde şiirler ve öyküler yayınlıyor. Yirmi dört yaşında bir tür
sürgün yaşamı başlıyor. İki düzensiz evliliği var. Çeşitli ülkelerdeki akıl-ruh
sağlığı hastanelerinde alkolizm tedavisi görüyor.
Uzun çabalardan, birçok taslaktan sonra 1947’de günümüzde
bir başyapıt olarak değerlendirin Yanardağın Altında (Under the Volcano) basılıyor ve çok beğeniliyor. Tek kitaplık bir
yazar olmaktan korkuyor. Ama Yanardağın Altında romanı o kadar öne çıkıyor ve
bu kitabın basımından yalnızca on yıl sonraki ölümü, ne yazık ki bu sonucu
doğuruyor. Lowry’nin çok büyük bir çaba göstererek, ömrü boyunca yoğun biçimde
yazdığını biliyoruz. Ama düzensiz yaşamı nedeniyle yazdığı birçok yapıtın
kaybolduğu, yangında yitirildiği de bir gerçek. Hatta Yanardağın Altında’nın,
Dante’nin İlahi Komedisi gibi bir üçlemenin birincisi (cehennem) olarak
planlandığı belirtiliyor.
1957’deki ölüm nedenini resmi kayıtlar “kusma sonucunda
boğulma” olarak belirtiyor ve “kaza” değil “aşırı risk alma sonunda oluşan
kaza” (death by accident değil death by misadventure) diye belirtiyorsa
da o gece yine çok sarhoş olduğu, eşine saldırdığı, eşinin evden kaçtığı ve çok
miktarda uyku hapı aldığı biliniyor. Yani intihara çok yakın bir kaza!
YANARDAĞIN ALTINDA
Kitap (Malcolm Lowry, Yanardağın
Altında, Çeviren Sinan Fişek, Can yayınları, 3. Basım Haziran 2010) 459
sayfa. Baştaki 56 sayfalık Birinci Bölüm dışında ana metin tek bir günü
anlatıyor: 2 Kasım 1938.
Bu gün Meksika’da Ölüler Günü (El Dia de los Muertos) veya Ruhların Günü (El Día de los Difuntos) kutlanıyor. Hem de ne gün! Kökleri Aztek
kültürüne uzanan bu ilginç “bayramda” ölülerin ruhları yaşayanlarla ilişki
kurabiliyor. Bir yandan mezarlık ziyaretleri, mezar süslemeleri, kilise
törenleri; diğer yandan kurukafalı-iskeletli-maskeli-tabutlu-bandolu-şarkılı-danslı
yürüyüşler yapılıyor. Boğa güreşleri düzenleniyor, çocuklar atlıkarıncalara
biniyor. Evet, Meksika yerlilerinin Aztek kültüründen kaynaklandığı belirgin,
ama işgalci İspanyolların Katolik kültüründeki Bütün Ruhların Günü (All Souls Day) ile de uyum sağlamış. Bu özel
gün roman için çok güzel bir arka plan oluşturmuş. Konsolos sevgili eşine
sesleniyor: “Yvonne, geri dön bana… bir
günlüğüne bile olsa” (s. 55).
Bence bu gelenek, birçok kültürde yer alan ve insan
doğasının çok derinlerinde yatan ilginç bir çatışmayı yüzeye çıkartıyor. Biz de
bayram arifesinde veya bayram sabahı kabristana gidip, kaybettiklerimizi anmaz
mıyız? Adeta onları unuttuğumuz sanılmasın diye özür dileriz; bayramın
ilerleyen saatlerinde eğlenmek, mutlu olmak izin isteriz.
Kitap, Malcolm Lowry’nin yaşamından güçlü alıntılar taşıyan,
otobiyografik nitelikte bir roman. Üç
ana kişi var: Lowry’yi yansıtan Konsolos (Geoffrey
Firmin), karısı Yvonne (Yvonne
Constable) ve Konsolosun üvey kardeşi Hugh (Hugh Firmin). Roman Lowry’nin
yaşamında Meksika’daki günlerini kapsıyor, onun alkol bağımlılığının karabasanını,
eşleri ile olan çatışmalarını yansıtıyor.
Roman bir savaş romanı değil. Ama arka planda hep savaş var.
Konsolosun geçmişindeki Samaritan
gemisi, Alman diplomatla konuşması, Hugh’un İspanya iç savaşı anıları, İkinci
Dünya Savaşına giden yolda sürüklenirken Nazilerin Meksika’da örgütlenmesi… Bu
bence savaştan da öte bir şey. İnsanlık ölüyor. Konsolos alkol bunalımlarında
çırpınırken insanlık da faşizm batağında ölüyor. Konsolosun Hindistan’da doğup
Çin Denizinde Alman denizaltısı kovaladığını, Yvonne’un Hawaii’de doğup ABD
üzerinden, Hugh’un İspanya’dan Meksika’ya gelip üçlünün Meksika’nın küçük bir
kenti, Quauhnahuauc’da, buluştuğunu
düşünürsek, konuştuğumuz bütün Dünyayı kapsayan bir bunalım. Zaten romanın daha
ilk sayfasında Quauhnahuauc’ın 19. Enlem üzerinde bulunduğu söylenip bu
enlemdeki bir dizi yer sayılarak konunun küreselliği vurgulanıyor.
Roman Cortez’den Maximilian’a uzanan birçok tarihsel
çağrışımlara yer veriyor:
(Meksika’nın İspanyollar tarafından “fethedilmesine”
gönderme yapılarak) “…önemli olan fethin,
fatihlerinki kadar –belki daha da iyi- ve köklü bir topluma karşı
gerçekleştirilmiş olması” (s. 336).
Hatta bu tarihsel çizgi günümüze kadar uzanıyor: “… önce İspanyol yerliyi sömürdü, çocukları
olduktan sonra da melezi sömürdü, sonra tam kan Meksikalı İspanyol’u,
criolloyu, sonra mestizo yerli yabancı herkesi sömürdü. Sonra Almanlarla
Amerikalılar onu sömürdüler. Şimdi de geldik son bölüme: Herkes herkesi
sömürüyor” (s. 335).
Tarihsel ve siyasal çağrışımlar romandaki kişiler ile iç içe:
Maximilian’ın harabeye dönmüş sarayında Maximillian’ın
hayaleti karısı Carlotta ile konuşuyor: “…Buraya
gelmek bizim alın yazımız Carlotta. Şu uzayıp giden nefis ülkeye bak:
tepelerine, vadilerine, inanılmaz güzellikteki yanardağlarına. Bunlar bizim,
bir düşün!”. Oysa “sarayda duyduğu
ses Maximillian’ın değil Konsolosundu” (s. 25 – 26).
Özellikle Hugh için bir karabasan olan İspanyol iç
savaşındaki Ebro Muharebesi romanda çokça anılıp adeta bir simge haline geliyor.
Öyle ki rüzgâr bile buna tanık. “Ve Ebro
Savaşını kaybediyorlar. Senin yüzünden, dedi rüzgâr” (s. 174). Ebro
Muharebesi Cumhuriyetçilerin Faşistlere karşı kaybettiği savaşın dönüm noktası.
Acaba bu küçük Meksika kasabasında Konsolosun alkolizmi yenmek ve karısının
sevgisini kazanmak için giriştiği mücadele de bir yenilginin dönüm noktası mı?
Romanda, romanın adından başlayan birçok metafor var. Quauhnahuac
iki yanardağın (Popocatepeti ve Ixtaccihuati) eteklerinde kurulmuş.
Aztek söylencelerine göre aileleri tarafından evlenmelerine izin verilmeyen iki
sevgili. Burada hemen bir türlü tam anlamıyla birbirine kavuşamayan Konsolos ve
Yvonne’u aklımıza geliyor. Yanardağ külleri ile kaplı bu bölgede tarım ürünleri
çeşitlenemiyor. Örneğin romanda “kaktüs çiftçileri” anılıyor. Sonuç olarak halk
içiyor ve dua ediyor, Quauhnahuac’da
on sekiz kilise ve elli yedi bar (cantina)
var.
Konsolos ile Yvonne’un evleri Calle Tierra del Fuego (Ateş Ülkesi Sokağı) üzerinde. Tüten bir
yanardağın eteğindeki kasaba için çok doğal bir seçim olan bu isim, bir yandan
da Konsolosun içinde olduğu cehennemi düşündürüyor. Zaten yangın – ateş – ölüm –
cehennem kitap boyunca bizi izleyen bir metafor. Öncelikle Konsolos cehennem
içinde yaşayan bir karakter. “Ve bu
ülkenin adı cehennem. Meksika değil
tabii, ama insan yüreğinin içinde bir yer” (s. 49). Deniz altıdaki Alman denizaltısındaki
subayların kazanda yanması, Konsolosun Yvonne’a yazdığı; ama gönderemediği,
mektubun yanması ne kadar güzel anlatılıyor: “… kıvrılmakta olan kâğıt kümesini kül tablasına bırakınca ilgisi
dağıldı; güzel ve uyumlu bir biçimde, yanan bir saray gibi kendi üzerine
kıvrıldı kâğıtlar, sonra saray çöktü, ince dumanların arasında birkaç kül
uçuştu ve tıkırdayan, içinde küçük kırmızı solucanlar gibi kıvılcımların
kıvrılıp uçuştukları bir kovana dönüştü, sonra da hafifçe çatırdayan ölü bir posa
oldu” (s. 56).
Benzer biçimde atlar (özellikle beyaz atlar), sayılar
(özellikle yedi sayısı) birkaç önemli yerde görülüyor. Acaba beyaz at ile ünlü viski
markası White Horse’a gönderme mi
yapılıyor? (Roman üzerine aynı adla 1984’de çekilen filimde de bu marka birkaç
kez görülüyor.)
William Blackstone (bazı kaynaklarda Blaxton diye yazılıyor)
da birkaç yerde anılan bir kişi. Avrupa’daki dini baskıdan kaçarak Amerika’ya
gelip daha 17. Yüzyılda Boston dolaylarına yerleşen ilk İngiliz Puritan gruptan. Ne var ki Blacstone, Puritan’ların da kendi dinsel
görüşlerinde hoşgörüsüz ve baskıcı olduğunu görerek Kızılderililer arasında
yaşıyor. Konsolos da barmene “… ben
şahsen William Blackstone’un yanına gömülmek isterdim…Kızılderililerin arasında
yaşayan adam” (s. 66). Bu göndermede de Konsolosun ülkesini terk edip,
emekli olduktan sonra bile, küçük bir Meksika kasabasında barlara sığınmasını
(tabii Lowry’nin gezgin yaşamını) görüyoruz.
Lowry’nin çok iyi eğitim almış tam bir edebiyat tutkunu
olduğunu biliyoruz. Romandaki karşılığı olan Konsolos da öyle. Romanda adı
geçen kişiler, gönderme yapılan edebiyat yapıtları sonsuz bir liste
oluşturuyor. Bunları aramak, bulmak da okuyucuya yeni ufuklar açıyor. Birkaç
tane örnek vereyim:
Konu cehennem, bir ruhun çektiği azap olunca kuşkusuz akla
ilk gelen yapıt Faust oluyor. Faust öyküsü romanın hep arka planında Konsolos
ile kader birliği yapıyor (s. 40, 47, 48…). Hem de çok bilinen Goethe yapıtına
değil çok daha öncesi Cristopher Marlowe’un (1564 – 1593) Faustus’una
göndermelerle.
Konsolosu’u doğru yola yöneltmeye çalışan Dr. Arturo Díaz
Vigil’in soyadı Cehenem’de (Inferno)
Dante’nin rehberi Virgil’e gönderme.
Shakespeare’in Yeter ki Sonu İyi Bitsin (All’s Well Thats Ends Well) oyununda
yitirdiği sevgilinin ardından Bertram “Aşk
çok geç gelir” (But love that comes
too late) diye ağlar. Konsolos da “geç
gelen aşktan” yakınır (s. 50).
Konsolos’un Alman subaylara ilişkin durumu Josph Conrad’ın Lord Jim’inde anlatılan duygular ile paralel (s. 46).
Edebiyat, romanın karakterlerinin, hatta savaşın içindedir:
Hugh İspanya anılarını anlatır: “İspanya’da
dövüşen bir İngiliz arkadaşım vardı… İki kere ölüm haberi geldi, ama ikisinde
de dipdiri çıktı ortaya. Otuz altıda oradaydı. Franco’nun saldırıya geçmesini
beklerken üniversite kütüphanesinde tüfeği ile uzanıp daha önceden okumadığı De
Quency’yi okuyordu” (s. 119).
Romanın çok güzel betimlemelerle dolu olduğunu belirtmiştim.
Tadımlık iki örnek vereyim:
Barda tek başına –daha doğrusu tavuğuyla birlikte- oturup
domino oynayan ihtiyar yerli kadın şöyle anlatılıyor: “çelikten yapılmış, sapı hayvan tırnağından bastonu canlı bir yaratık
gibi duruyordu masanın kenarında. Giysisinin koynunda, yüreğinin üstünde, ipe
bağlı küçük bir tavuk tutuyordu. Tavuk canlı, ani, yanlamasına bakışlarla
kafasını kadının koynundan çıkarıp ortalığı süzüyordu. Kadın tavuğu yanı
başına, masanın üstüne koydu, tavuk küçük çığlıklar atarak dominoları
gagalamaya başladı. Sonra kadın tavuğu yerine koydu gene, giysisini şefkatle
yerleştirdi üzerine…” (s. 65).
Hugh daha önce birkaç kez anılarak okuyucunun merakı
uyarılmıştı. Hatta okurken “Konsolos – Yvonne – Hugh, işte klasik aşk üçgeni”
diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ardından Hugh da çok sinematografik bir
anlatımla romana giriyor: “Beline kadar
açık ve iki kemerin üstünde, güneşin yakmaktan çok kavurduğu göğsünü gösteren
düğmelerini iliklemeğe başladı; kemerin altında, sağ kalça kemiğinin üzerine
asılı ve sağ bacağına sırımla bağlı kılıfı taşıyan palaskayı okşadı, sırımı
okşadı (gizli ama büyük bir kıvanç duyuyordu bu kılıktan), sonra gömleğinin
göğüs cebini okşadı; orada bulduğu gevşek, elle sarılmış sigarayı yakarken
Yvonne sordu…” (s. 114).
Bu uzun cümlede Hugh’un ellerinin hareketlerini izlerken yanık
tenini, hatta kılığından duyduğu memnuniyeti izliyoruz.
Kısacası çok katmanlı, gerçek bir edebiyat yapıtını yavaş –
yavaş sindirerek okumak; başka kaynakları incelemek ve düşünmek istiyorsanız
“Yanardağın Altında” tam okunacak roman.