Kökleri çok derinlere uzanan bir tartışma zaman zaman gündeme geliyor: “Osmanlı bilimde ne kadar ileriydi?” Geçtiğimiz aylarda Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kapsamlı bir incelemesi yayınlandı[i]. İki ciltlik, Osmanlı bilim tarihi açısından çok geniş ve yararlı bir eser. Adında da vurgulandığı gibi yalınızca Osmanlı dönemini ele alıyor. Bu yaklaşımı aslında anlıyorum. Çünkü Batı’da yazılan birçok modern bilim tarihi kitabı da 16. Yüzyılda Bilimsel Devrimi ateşleyen gelişmelerle başlayıp yalnızca Avrupa’daki bilim serüvenini inceliyor. İslam’ın katkısını ananlar “Müslümanlar Antik Yunan eserlerini Arapça’ya çevirdi. Ardından da bu yapıtlar Avrupa’da Latince’ye çevrildi” diye bu katkıyı bir tür aktarma ile kısıtlı olarak görüyor. Oysa eğer gerçekten Osmanlı’nın bilim alanında neden geri kaldığını anlamak istiyorsak Osmanlı’da bilim –teknoloji alanında yapılan çalışmaları görmezden gelmek kadar, bu çalışmaları nostaljik bir hayranlıkla fantastik boyutlara çıkartmak da yanlış. Gerçekçi bir biçimde Osmanlı’da ve Batı’da bilimi paralel olarak ele almak gerekli. Kuşkusuz bu kısa yazı kapsamlı bir değerlendirme için çok yetersiz olacak. Ama yine de ne demek istediğim konusuna ışık tutabilmesini umuyorum.
İlk olarak yukarıda “İslam” ve “Osmanlı”yı ayrı ayrı
vurgulamamın nedenini belirtmek isterim. Kuşkusuz “Osmanlı’da bilim”, “İslam’da
bilimin” içinde, onun son halkası olarak değerlendirilmeli. Osmanlı büyük bir
devlet kurup Avrupa içlerine doğru bir tehdit –sanırım Batı’ya son tehdit- oluşturduğu
için önemli, ama devletin 14. Yüzyıl başlarında kurulduğunu düşünüp Osmanlı’nın
İslam uygarlığının görkemli döneminin ardından geldiğini de gözden
kaçırmamalıyız. Bu uygarlığın büyük düşünürlerinin yaşadığı yıllara baktığımızda
bunu görüyoruz:
- · El-Kindî (801-873),
- · Muhammed el-Buhârî (810-869),
- · Farabi (872-951),
- · İbn-i Sina (980-1037),
- · İmam Gazali (1058-1111),
- · Abdülkadir Geylanî (1077-1166),
- · İbn-i Rüşt (1126-1198),
- · İbn-ül Arabî (1165-1239),
- · Nasüriddin Tûsi (1201-1274),
- · Mevlânâ Celâleddîn-i-Rûmî (1207-1273),
- · İbn-i Haldun (1332-1406).
Benzer biçimde Horasan’dan Anadolu’ya uzanarak İslam’a yeni
bir boyut getirip büyük halk kitlelerini etkileyen “Anadolu erenleri” çizgisini sıralayalım:
- · Ahmet Yesevî (1093-1166),
- · Ahi Evran (1171-1261),
- · Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271),
- · Taptuk Emre (1210-1280?)
- · Sultan Veled (1226-1312),
- · Yunus Emre (1238-1321)
- · Şeyh Bedrettin (1359-1420),
- · Hacı Bayram-ı Veli (1352-1428).
İkinci olarak Osmanlı tarihinin dönemlerini hatırlayalım.
Osmanlı Devletinin küçük bir beylik olarak 13. Yüzyıl sonu 14. Yüzyıl başında
kurulduğunu biliyoruz. 15. Yüzyıl
başında, bildiğimiz gibi, Anadolu büyük bir Moğol saldırısıyla karşılaştı. 1402
Ankara savaşında Timur’un I. Bayezid’ı yenmesinin adından oldukça kısa bir sürede
devlet toparlandı. Zaten Moğollar da yağmacı bir topluluk olarak Anadolu’ya
yerleşmeyi pek düşünmüyorlardı. Timur hemen geriye Horasan’a döndü.
Tarihçiler Osmanlı Devletinin Yükseliş (veya Olgunluk,
Klasik, Altın...) Dönemine geçtiği köşe taşını 1453’de İstanbul’un fethi ile
tanımlar. Yükselişi 1579 da Sokullu Mehmet Paşanın ölümü ile sonlandırır[iii].
Ardından Duraklama Dönemi (1579 - 1699), Gerileme Dönemi (1699 - 1792), Dağılma
ve Yıkılış Dönemleri (1792 - 1918) gelir.
Kısacası Yükseliş Dönemi 15. Yüzyıl ortası ile 16. Yüzyıl
sonunu kapsayan yaklaşık 150 yıldır. Osmanlı’nın bu altın dönemde, çevremizde
Osmanlı devleti ile karşılaştırılacak başka bir güç olmadığını biliyoruz. Bu
nedenle Osmanlı, Avrupa’ya yakından izlemeye değer bulmamakta belki de haklıydı.
Oysa bu 150 yıllık dönemde Avrupa’nın düşünce ve bilim alanında çok önemli –sanırım
o günlerde kendilerinin de önemini tam olarak kavrayamadıkları- adımlar atılıp
bundan sonraki gelişmeler için bir altyapı oluşturuldu.
Öncelikle 14 – 17 Yüzyıllarda
İtalya yarımadasının Kuzeyinde başlayıp bütün Avrupa’ya yayılan Rönesans çeşitli
boyutlarıyla insanı ön plana çıkarttı. Reform kapsamında yoksul Avrupa’yı
yüzyıllarca kasıp kavuran mezhep savaşları, o dönemde Osmanlı’dan bakınca her
halde “gavurların arasındaki anlamsız çatışmalar “ olarak görülüyordu[iv].
Oysa Avrupa’da bu yıkıcı din-mezhep savaşlarının olumlu hiç bir sonuç vermediğinin
görülmesi, din – mezhep kavramlarının toplum yönetiminde söz sahibi olmayıp
bireyin vicdanına çekilmesinin yararlı olacağı anlaşılması başlı başına çok
büyük bir aşamadır. (Ne yazık ki İslam coğrafyasında hala ulaşılamamış bir
aşama!)
Kısacası rönesans – reform bireyi dogmaların baskısından
kurtarıp sanat - düşünce – doğaya bakış konularında özgürleştirerek önemli gelişmelere
yol açtı. Avrupa’da 1450 – 1600 arasında oluşan altyapının kısa vadeli
sonuçları kapsamında, bilimsel yöntemin babası olarak tanınan Francis Bacon (1561–1626)
ile akılcılığın önderi René Descartes (1596 – 1650) adlarını anmak sanırım
yeterli olacaktır[v].
Şimdi bilimle ilişkisini daha doğrudan kurabileceğimiz
birkaç alanda, değindiğimiz 150 yıldaki gelişmelere özellikle dikkat ederek, Osmanlı’da
ve Avrupa’da gözlediğimiz gelişmelere kısaca bakalım.
GÖKBİLİM
Dünyanın evrenin merkezinde sabit durduğu; Güneş, gezegen ve
yıldızların dünya çevresinde döndüğü tezi binlerce yıldır egemen tezdi.
Dünyanın kendi ekseni çevresinde ve güneş çevresindeki yörüngesinde döndüğü
tezi 1543’de öne sürüldü (Nicolaus Copernicus, De revolutionibus orbium coelestium – Gök Cisimlerinin Yörüngeleri,
1543). Tycho Brahe Kopenhag yakınlarında Hven adasında kurduğu Uraniburg
gözlemevi (1576) ve burada yaptığı hassas gözlemlerle biliniyor. Elde ettiği değerli
veriler ölümünün ardından Johannes Kepler (1571–1630) tarafından değerlendirildi
ve gök cisimlerinin temel hareket yasalarını oluşturdu. Galileo Galilei’nin
(1564–1642) teleskopla yaptığı gözlemler ve güneş merkezli sistemi güçlü bir
biçimde savunmasının ardında Isaac Newton (1642–1727) bu sistemin matematiksel
altyapısını oluşturdu. Böylece bilim, binlerce yıllık dünya merkezli düşünce –
inanç sistemini yıkmış oldu.
İslam geleneğinde de gökbilim çok önem verilen bir alan
olagelmişti. Takvim hazırlamak günlük namaz vakitlerini belirlemek için muvakkit; önemli işlerin ne zaman yapılması gerektiğini belirlemek
için müneccimler yetiştiriliyordu. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da ilm-i heye (astronomi) ile ilm-i nücum (astroloji) iç içeydi. Çok
eskilere gitmeden Timur’un torunu Uluğ Bey’in Semerkant’ta bir gözlemevi kurduğu
(1420), burada yürütülen çalışmalar sonucunda “Uluğ Bey Zici” olarak bilinen bir
astronomi çizelgesi hazırlattığını biliyoruz. Fatih Sultan Mehmet büyük bir
öngörü ile gökbilimin önemini sezmiş, bu gözlemevinde yetişen uzmanların ve
oluşturulan bilginin Osmanlı’ya aktarılmasına çalışmıştır. Semerkant gözlemevi
yöneticisi Ali Kuşçu’nun İstanbul’a getirilip kurulan medreseler sisteminin
başına atanması bu çabayı gösterir.
Bizim açımızdan çok ilginç bir nokta Tycho Brahe’nin
Kopenhag’da gözlemevini kurduğu dönemde İstanbul’da da Takiyüdin’in
bir gözlem evinin kurmasıdır. 16. Yüzyıl Osmanlı gökbiliminin ve matematiğinin
en büyük ismi kuşkusuz Takiyüddin Muhammed ibn Ma’ruf’dur (1521 – 1585). Semerkant
gözlemevinin Ali Kuşçu’dan sonraki yöneticisi Kutbettin Efendi’nin İstanbul’a
getirdiği kitapları devralan (1553)[vi] Takiyüddin, Sokullu Mehmet Paşa’nın da desteğini alarak 1575’de
Padişah III. Murat’tan yıldız gözlemleri yapılarak Uluğ Bey Astronomi Çizelgesinin
yenilenmesi konusunda ferman aldı.
Gözlemevi İstanbul’da Tophane sırtlarında 1577’de çalışmaya başladı[vii]. Burada yapılan gözlemlerin Tyho Brahe’nin gözlemlerinden “daha hassas”
olduğu da yazılıyor. Ama 1577’de gökyüzünde bir kuyruklu yıldızın belirmesi,
ardından 1578’de İstanbul’da bir veba salgını görülmesi, bir gözlemevi yaptıran
Hükümdarların sonunun Uluğ Bey gibi kötü olacağının, hatta halk arasında “meleklerin
bacaklarına bakıyorlar” gibi söylentilerin yayılması sonunda Şeyhülislam Ahmed
Şemseddin’nin önerisi ve Padişah III. Murat’ın emri ile 1580 Ocak ayında gözlemevi
Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkıldı[viii].
Burada olayın birkaç acı yönüne dikkat çekmek istiyorum. Birincisi yönetimin
bilinci. Bizim gözlemevimizin padişah fermanıyla yıkılmasına karşılık, Brahe’nin
1601’deki ölümünün ardından Danimarka Kralı IV Christian’ın Brahe’nin
çalışmalarının sürdürülmesi için Kopenhag’da yeni bir gözlemevi yaptırdığını
görüyoruz. (Yuvarlak Kule – Rundetaarn
adıyla bilinen bu tarihi gözlemevini günümüzde amatör astronomlar kullanıyor, turistler
geziyor ve övünülerek Brache tanıtılıyor.)
İkinci ilginç nokta ise o güne dek hazırlanan astronomi çizelgelerinde
60 tabanlı sayı sistemi
kullanılırken gökbilim çalışmaları yanında çok iyi bir matematikçi olan Takiyüddin’in
10 tabanlı sistemde hesaplamaların daha kolay yapılacağını belirtip bunu
önermesidir. Takiyüddin’in bu ileri görüşlülüğüne rağmen, gözlemevimiz
yıkıldıktan sonra 18. Yüzyıl sonuna dek Takiyüddin astronomi çizelgesi değil,
Uluğ Bey astronomi çizelgesi ve 10 tabanlı sistem değil, 60 tabanlı sistem
kullanılmaya devam etti.
Üçüncü ilginç nokta İstanbul’daki gözlemevinin
yıldız haritalarından en fazla yararlanıp açık denizde yolunu belirlemesi
gereken donanmaya, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılması. Ayrı
bir bölümde değineceğimiz coğrafi keşiflerde, uzun deniz yolculuklarında
astronomi bilgisinin çok önemli olduğunun farkına varılıp Paris Gözlemevi
1671’de, Greenwich Gözlemevi 1675’de bu gereksinim doğrultusunda kurulmuştu.
Ne yazık ki güneş merkezli sistemin Osmanlı aydınların tanıtılması
için 18. Yüzyıla kadar beklememiz gerekiyor[ix].
Bilim çevrelerinde bu konudaki görüş ayrılığı 19. Yüzyılda bile sürmüştür.
Örneğin 1817’de Mühendishâne-i Berî-i Humâyun Başhocalığına atanan Seyyid Ali
Paşa, İslam kaynaklarına dayanarak Yer merkezli sistemi savunmuştu. Bu okulun
Başhocalığına 1830’da atanan İshak Efenidi, ise “Mecmûa-i Ulûm-i Riyaziye” adlı eserinde: “Hata olması muhtemel ise de Kopernik görüşünün ilm-i hikmete daha uygun
olduğu kesindir” diyor.
18. Yüzyıl başında Paris’e elçi olarak giden Yirmisekiz
Mehmet Çelebi Paris Gözlem evini ziyaret etmiş ve Cassini’nin
astronomi çizelgesinden bir kopyayı İstanbul’a getirmişti[x]. Bu çizelge 1772’de Tercüme-i Zic-i Cassini adı ile çevrildi
ve yenilikçi Padişah III. Selim de 1800’den itibaren takvimlerin Cassini
astronomi çizelgesine göre hazırlanması emrini verdi. Bilindiği gibi yine bir
gerici ayaklanması III. Selim’in boğulması ile sonuçlandı
(Kabakçı Mustafa isyanı - 1807).
Dünyanın güneş çevresinde dönüp dönmediği ilk bakışta
bilimsel bir tartışma konusu olarak görülebilir. Oysa güneşin büyük evrende bir
yıldız olması, dünyanın birçok gezegen gibi güneşin çevresinde dönmesi, tüm
evrenin insan için yaratıldığını vurgulayan din merkezli görüşe çok ters bir
düşünsel boyut getiriyor ve Batı dünyasında dogmaların egemenliğine önemli bir
darbe indiriyordu.
Osmanlı’nın ikinci gözlemevi için 300 yıla yakın bir süre
beklememiz gerekti. Rasathane-i Amire, 1863’de gökyüzü incelemelerinden çok
meteorolojik olayları incelemek için kurulduysa da kısa sürede gökyüzü
gözlemleri yapmak için donanım almaya başladı. Ne yazık ki bu gözlemevinin
yaşamı da çok uzun süremedi 31 Mart 1909 ayaklanmasında gericiler binayı
yaktılar, aletleri parçaladılar.
1910’da Maarif Vekaletinin bir gözlemevi kurulması için
girişimleri olduysa da araya giren savaş yılları gerekli bütçenin ayrılmasına olanak
vermedi ve Kandilli Gözlemevi için gerekli bütçenin sağlanması Cumhuriyet
dönemine 1925-26 yıllarına kaldı.
COĞRAFİ KEŞİFLER VE YAĞMA
İber yarımadası, hem Akdeniz gemiciliğini hem de Okyanus
gemiciliğini yaşayan; Katolik egemenliği öncesinde Müslüman ve Musevi
kültürlerinin yoğrulduğu bir coğrafyadır. Bu özellikleri ile 15. Yüzyılda İber
yarımadasında gemi ve yelken yapımında çağ açan bir sentez oluştu.
Portekizliler Afrika’nın Batı kıyılarını izleyerek adım adım Güney’e ilerleyip
Ümit Burnunu dönerek Hindistan’a ulaştılar (Vasco de Gama – 1498). İspanyollar ise Batı’ya yönelip Amerika
kıtasına ayakbastılar (Kolomb – 1492). Ardından F. Magellan dünya çevresini
döndü (1519 – 1522).
Bu keşiflerin birçok alanda sonuçları oldu. Öncelikle
bilinen ekonominin sonu oldu. Yeni keşfedilen topraklardaki değerli madenler ve
tarım ürünleri yağmalandı, yeni dünyada yağmalanan altın eski dünyada
enflasyona neden oldu, koloniler kurulup
ticaret “küreselleşti”, Afrikalı köleler Amerika topraklarında kullanılmaya
başlandı ve Avrupa’lılar artık Hindistan, Çin, Filipinler, Endonezya gibi ülkelere
gitmek için Asya’dan ve Osmanlı topraklarından geçmek zorunda değildi.
Düşünce-inanç açısından Kutsal kitaplarda bu ülkelere, bitki
ve hayvanlara ait hiçbir işaret bulunamaması kutsal kitapların tek bilgi
kaynağı olarak kullanılması konusunda kuşkuları güçlendirdi.
Bilim ve teknoloji açısından bakıldığında okyanus aşırı
yolculuklar, okyanuslara dayanıklı gemi gövdeleri ve yelkenler geliştirilmesi yanında
astronomi ve zaman ölçümü konularında da önemli bir “talep” oluştu.
Bu gelişmelerin Osmanlı’da nasıl değerlendirildiğini
ayrıntılarıyla bilmiyoruz. Ama bazı Osmanlı aydınlarınca bir şeylerin farkında
olduklarını görüyoruz. Örneğin ünlü denizcimiz Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinden (yazımı 1513) aldığım
aşağıdaki satırları okuyalım.
Portekiz’in Afrika’nın Batı sahilinde yıllar süren bir çaba
ile Hlndistan’a ulaşmak için adım adım Güneye inmesi ve Afrika’da kıymetli
madenler bulması hakkında:
“O denizi şöyle ki siz bulasız
Dürlü ma’denlere kadir olasız”...
“Dir ki evvel Hind yolın çok araduk
Arpa – arpa kıl be-kıl
hep taradık”..
Ümit Burnu’nu “meydan
(yol) başıdır Hind yoluna” olarak anar. Hatta bu çalışmaların bilimsel
altyapısının da farkındadır Piri Reis:
“Bunu (Çin yolunu) evvel bulmadı kimse ey yar
Şimdi anda her fünûn (fenler) üzre tamam
Şuğeder hep keştibanân
(bütün denizciler -fenle- meşguldür) her zaman”
Ne yazık ki Amerika kıyılarını gösteren haritasıyla adeta
bir popüler kültür nesnesi olan Piri Reis, aslında çizdiği bu haritayı padişaha
sunarak ve yukarıdaki satırları yazarak Osmanlı denizcilerinin Okyanuslara
açılmasının öncülüğünü yapmak istemişti. 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın
fermanı ile Piri Reis’in boynu vuruldu. Bu konuda tarihçiler çeşitli nedenler
öne sürseler de bu ileri görüşlü denizcimizin idamının çok olumsuz ve kalıcı etkileri
olduğu kuşkusuz.
Piri Reis’in 1538 seferinin ardından 1551, 1553 ve 1553
seferlerinin de gösterdiği gibi Osmanlı donanması hiç olmazsa Hint Okyanusunda etkin
olmak için çabaladı ve onun ardından Murat Reis ve Seydi Ali Reis de bu çabayı
sürdürdü. Ama son seferde gemilerin Hint Okyanusunun sert sularına dayanamaması
ve Seydi Ali Reis ve bir avuç denizcisinin kara yoluyla İstanbul’a dönmesi
Hint Okyanusu serüveninin sonunu
getirdi. “Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına
gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi.”[xi]
MATBAA
Çeşitli basım yöntemlerinin çok eskilere uzanan kökleri olsa
da “matbaanın icadını” kalıplarda hazırlanan metal harflerin dizimi ile kitap
basımı olarak tanımlarsak, J. Gutenberg’in Almanya’nın Mainz kentinde 1450’lerin
ortasında matbaayı icat ettiğini belirtebiliriz. Bu çok yaralı buluş kısa
sürede çeşitli Avrupa kentlerine yayıldı. Örneğin 1464’de İtalyanca, 1473’de
İngilizce kitaplar ve 1600’lerin başında Almanya’da sonunda İngiltere’de
gazeteler basılmaya başladı.
Bu buluşun İncil’in ve dua kitaplarının yaygınlaşması, okuma
– yazma becerisinin din adamları ve seçkinler dışına çıkması, kalıcı bilgiye
ulaşma olanağının sağlanması ve giderek toplumsal ve bilimsel birikimin oluşup
yayılması gibi toplumu dönüştürücü etkileri oldu. Kilisede yalnızca rahibin
seçip okuduğu İncil bölümlerini dinleyerek onun yorumunu anlamaya çalışan
cemaat yerine, evinde İncil’in bütününü, hatta ilgilendiği din dışı konularda
kitapları okuyabilen bireyler oluştu. Bu konuda ilk Batı tarzı roman olarak
bilinen Don Kişot’un 1615’de basılması hatırlanabilir.
Osmanlı’da Türkçe kitap basımındaki gecikmenin etkileri,
sıklıkla vurgulanan ve iyi bilinen bir konudur. Bu nedenle burada yalnızca
değinmek istiyorum. İlginç olan bir yön Yahudilerin 1494, Ermenilerin 1567,
Rumların 1627 yılında İstanbul’da matbaa kurmasına izin verilmesi, ama
Müslümanlar için Şeyhül İslamın ve Padişahın bir türlü izin vermemesidir. İbrahim
Müteferrika ve Yirmisekizzade Sait Efendi’nin Müslümanlar için izin alabilmesi
ise ancak 1727’de gerçekleşebilmiştir.
ÜNİVERSİTE – MEDRESE - ÇELEBİLER
Avrupa’da yüksek öğrenim 6. Yüzyıldan başlayarak yüzlerce
manastır ve katedralde dağınık bir dini eğitim
biçimindeydi. Din temelli bir hukuk sisteminin yayılması (canonical law) paralelinde şehirleşmenin geliştirdiği zanaat - ticaret,
hukuk ve muhasebe gibi bilgiler konusunda gereksinim oluşturdu. Öğrencilerine
her alanda geçerli olan evrensel – universal bilgiler verse de ilk üniversiteler
yüksek öğrenimin yerleşik gelenekleri doğrultusunda Hıristiyan temellerinden
pek uzaklaşmadılar. Hatta Hıristiyan mezheplerinin oluşmasından sonra da üniversiteler
dini bağlantılarını sürdürdüler. Örneğin Bologna (Kuruluş 1088), Oxford
(Kuruluş 1096), Cambridge (Kuruluş 1209), Paris (Kuruluş 1257) gibi
üniversiteler ülkelerinde yerleşik din ve mezheplerden öğretmen/öğrenci alırlardı[xii].
Bu nedenle bu yazıda ilgilendiğimiz fen alanında (o zamanki
terminoljiye göre doğa felsefesi – natural
philosophy) birçok öncü bilimsel çalışma ve buluş, üniversiteler dışında
örgütlendi[xiii]. Bazıları
zengin kişilerin desteği ile bireysel girişimlerdi (Mersenne, Herber de
Montmor, Sir Thomas Gresham, John Wallis...). Bazıları daha kurumsal nitelik
kazandılar. Hatta krallıklar tarafından kurulup desteklendiler. Özellikle
gözleme önem veren Accademia dei Lincei[xiv]
1603’de Roma’da kuruldu. 1657’de Floransa’da Galileo’nun iki öğrencisi Accademia del Cimento’yu kurdu. 1596’da
Londra’da kurulan Gresham Colledge’ı 1660’da kısaca Royal Society olarak bilinen Royal
Society of London for Improving Natural Knowledge izledi. Paris’de 1666’da Académie Royale des Sciences kuruldu.
Almanya’da da çeşitli bilim dernekleri 1620’den beri görüldü. Ama uzun soluklu
ve etkin Königlich-Preußische Akademie
der Wissenschaften – Prusya Kraliyet Bilimler Akademisinin kuruluşu Berlin’de
1700’de gerçekleşti. Kısacası 17. Yüzyılın sonuna geldiğimizde Avrupa’nın hemen
her ülkesinde bilimlerin geliştirilmesi ve yayılması için akademiler
kurulmuştu.
Ayrıca zaman içinde gelişen kentsoylu sınıfı, bilim –
teknoloji gereksinimini karşılamak için teolojik çalışmalar üzerinde yoğunlaşan
üniversiteler üzerinde baskı oluşturup 18. ve 19. Yüzyıllarda onların modern
üniversitelere dönüşmesini ve bu gereksinim doğrultusunda yeni üniversiteler
kurulmasını sağladı.
İslam dünyasında yüksek öğrenim kurumlarının kökleri de çok
eskilere uzanıyor (Fas’da Al – Karaouin 859, Mısır’da Al - Ezher 970, İran’da
kökleri Nizamiye 1065...). Osmanı da bu geleneğe çok erken bir dönemde sahip
çıkmış ve Orhan Gazi İznik’de 1321 yılında ilk Osmanlı medresesini açmıştı[xv].
Özellikle dini konularda eğitim veren medreselerde bizim açımızdan yılın
ayları, kutsal günleri, namaz vakitlerini, sahur – imsak gibi vakitleri
gözleyen muvakkitlerin de yetiştirildiğini, Aristo – Batlamyus
coğrafyasına dayanan kitaplar okunduğunu belirtebiliriz. Yeni güçlü medreseler
açmanın yanında, medreseleri sınıflayan, eğitimi bir sistem haline getirip kademeli
bir program oluşturan ve bu sistemin başına –yukarıda andığım- astronom Ali
Kuşçu’yu atayan yine Fatih Sultan Mehmet oldu.
17. yüzyıla geldiğimizde Avrupa gibi Osmanlı’da da medrese
dışında fen ve başka ülkelerdeki gelişmelerle ilgilenen aydınlar çevresi
oluştu. Bu kapsamda Katip Çelebi (1609 - 1657), Evliya Çelebi (1611 – 1682), Eremya
Çelebi Kömürciyan (1637 – 1695), Hezarfen Hüseyin Çelebi (ölümü 1691), Yirmi
Sekiz Mehmet Çelebi’yi (1670 - 1732) anabiliriz. Hatta bu çizgi İbrahim
Müteferrika (1674 - 1745) ve Yirmisekizzade Mehmet Sait Efendi (Ölümü 1761)
gibi aydınlarla 18. Yüzyıla da uzandı. Prof. Cemal Kafadar “çelebiler çağı”
olarak nitelediği bu aydınların “kariyer
patikalarını terk ederek veya böyle bir çizgiye hiç girmeyerek dönemin ruhuna ışık tuttuğunu” vurguluyor[xvi].
Bu dönemde medrese eğitiminde din dışı konuların
incelenmesi –Katip Çelebi’nin sertçe
eleştirdiği gibi- giderek yok olmuş,
müderrislerin ücreti ve toplum içindeki önemi oldukça azalmıştı. Medrese dışındaki
aydınlar “divan hocası” diye anılmaya başladılar. Doğa bilimleriyle uğraşanlar
medrese hocalığı dışında geçim kaynakları bulmaya çalıştılar. Örneğin
hekimbaşlarının evlerinin önünde bir
dükkan açarak yaptıkları ilaçları sattığını; baruthane, darphane, tersane... eminlerinin
günümüz mühendislerine benzer görevler üstlenip ücretli çalıştığını görüyoruz[xvii].
Evliya Çelebi yazdığı 10 ciltlik büyük eseri “Seyyahatname” ile ünlüdür. Hemen hemen
bütün Osmanlı topraklarını gezdi. Günümüz Türkiyesine ek olarak Kafkaslar,
Hazer kıyıları, Volga kıyıları, Balkanlar, Doğu Avrupa, Arap yarımadası,
Kuzey-Doğu Afrika’da birçok kenti gezdi ve haklarında yazdı. Kendi deyimiyle “...ellibir yıl seyâhadle on sekiz
pâdişâhlık yeri geşt-ü güzâr” etti. “Seyahatname”,
17 dile çevrildi ve yabancılar tarafından da çok incelendi. Bu arada duyup
aktardığı söylenceler yanlış anlaşılıp abartılı bir seyahatname yazdığı, hatta
görmediği bazı yerleri anlattığı kanısı da yayıldı. Oysa kendi gözlemleri
yanında gezdiği ülkelerde anlatılan öykülere de yer verdiği, bu anlamda çok
değerli bir toplumsal derleme yaptığı unutulmamalıdır.
“Seyahatname”nin
ilk 6 cildini Ahmet Cevdet Paşa 1898’de bastı. II. Abdülhamit sansüründen
kaçmak için bazı bölümler çevrilmedi. 7 ve 8. ciltler 1928’de Türk Tarih
Encümeni tarafından, 9 ve 10. Ciltler ise Maarif Vekaleti tarafından 1935 ve
1944’de basıldı[xviii].
Katip Çelebi medresede değil enderundaki eğitim yıllarının
ardından IV. Murat’ın seferlerine (Tercan-1624,
Bağdat-1625, Halep-1633, Revan-1635) katılmış, sonra da kendini
okumaya ve yazmaya adamıştı. Toplumun manevi yönü geliştirmek isterken bunun
dogmalarla değil özellikle felsefe ve pozitif bilimleri savunarak yapması, daha
önceleri medreselerde felsefe ve bilimler okutulduğunu, sonradan kaldırıldığını
vurgulaması ilginçtir. Avrupa tarihi, coğrafya ve denizcilik tarihi özel ilgi
alanıydı. En tanınmış yapıtı iki kez yazdığı, çok kapsamlı coğrafya ve
toplumsal bilgiler kitabı “Cihannüma”dır.
Osmanlı’nın durakladığını fark eden ve buna karşı öneriler geliştiren bir aydın
olarak öne çıkar. “Tuhfetü'l-Kibar fi
Esfari'l-Bihar” da kuruluş döneminden 1656'ya kadar Osmanlı Denizciliği'nin
bir tarihçesi yanında Osmanlı Donanmasının, tersane ve bahriye örgütünün
işleyişini anlatır, kaptan-ı deryaların yaşam öykülerini verir. Sonunda da son
zamanlarda denizlerde uğranılan başarısızlıkları giderme yolundaki öğütlerini
sıralar. “Düsturü'l-Amel
li-Islahi'l-Halel”de ise Osmanlı Toplumu’nun başarısı için reaya, asker ve
hazine konularında alınması gerekli önlemleri sıralar, öğütler verir [xix].
Katip Çelebi’de gördüğümüz bu duyarlılık faklı biçimlerde
diğer çelebilerde de görülür. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris incelemeleri,
Evliya Çelebinin Viyana’da izlediği bir beyin ameliyatından veya çarklı mekanik
sistemlerden hayranlıkla söz etmesi... Salim Aydüz, “Telif faaliyetlerinin yanında farklı bir şekilde yürütülen tercüme
çalışmaları ile Osmanlı tarihinde ilk defa sistemli bir tercüme hareketi
yaşanmıştır. Bu dönemden önce ve sonra da devlet ricali tarafından çeşitli
eserlerin tercüme ettirildiği bilinmektedir. Ancak bu dönemin farklılığı III. Ahmed
ve İbrâhim Paşa'nın bu tercüme faaliyetininin daha süratli yürümesi için
heyetler teşkil ettirmeleridir.[xx]”
Ne yazık ki Osmanlı tarihinde eğlence alemleri ile ünlenen
Lale Devrini sona ediren gerici ayaklanmalar zincirinden Patrona Halil isyanı (1730)
ile bu çevre dağıtıldı, çelebiler öldürüldü veya sürüldü. Örneğin Yirmisekiz
Mehmet Çelebi Kıbrıs’a sürüldü, Yanyalı Esad ileri yaşında sürüldüğü Mekke yolunda
öldü. İbrahim Müteferrika ise isyan sonrasında adeta bilenmiş olarak düşünsel
yönü de olan Cihannüma gibi kitaplar
basmaya başladı[xxi].
BİLİMSEL DEVRİM ve SONUÇ
1500’lerin ortası ile 1600’lerin sonu arasında Avrupa’da astronomi,
matematik, fizik, kimya ve biyolojide (özellikle insan anatomisinde) bir dizi ve yoğun gelişmeler yaşandı ve toplumun
doğa hakkındaki görüşlerini temelden değişti. Uzmanlar bu dönüşümün başlangıcı
konusunda hemfikir değilse de çoğu bilimsel devrimi, yukarıda değinilen “De revolutionibus orbium coelestium”
adlı kitabını bastığı 1543 tarihinden başlatıyor. En büyük darbelerin
köşetaşları Galileo’nun 1632’de yazdığı “Dialogo
sopra i due massimi sistemi del mondo - İki Temel Dünya Sistemi Hakkında
Diyalog” ve Isaac Newton’un 1687’de basılan “Mathematical principles of natural philosophy – Doğa Felsefesinin
Matematiksel İlkeleri”.
Eğer bilimsel devrimi, “bir
dizi ve yoğun gelişmelerin toplumun doğa hakkındaki görüşlerini temelden
değiştirdiği dönem” olarak tanımlarsak, bilim tarihinde birçok devrim yaşandı[xxii].
16. Yüzyılda başlayıp 17. Yüzyıl boyunca devam eden bilimsel devrim ise:
- Bir yandan “toplumun doğa hakkındaki görüşlerini temelden değiştirdi” (2000 yıllık Aristotales fiziğini, Ptolomaios gökbilimini, Galenos – İbni Sina tıbbını yıktı);
- Diğer yandan da bilgi üretimi için gözlem, deney ve matematiksel gösterime dayalı yeni bir yöntem geliştirdi[xxiii].
İşte son birkaç yüzyılda gözlediğimiz ve giderek hızını
artırıp günümüz gelişmiş toplumlarını “bilgi çağına” taşıyan bu yöntem oldu. Ne
yazık ki bu yöntemi uygulayamayan toplumlar da geri kaldı!
“Osmanlı Devleti neden
yıkıldı?” sorusuna yanıt bulmak beni çok aşan bir konu. Ama sanırım yukarıdaki
birkaç örnek en azından “Osmanlı’da bilim-teknoloji Batı’nın neden gerisinde
kaldı?” sorusuna bir yaklaşım sağlayabilir.
Bir kere Batı’nın önemli adımlar atıp gelişim altyapısı
oluşturduğu dönemde Osmanlı çok güçlüydü ve genel olarak bunlarla pek ilgilenmedi[xxiv].
Birçok konudaki gelişmeleri izleyen Osmanlı bilim adamları, denizcileri,
aydınları, çelebileri, yöneticilerinin çabaları oldu. Ne yazık ki bazen
yöneticilerden, bazen halk kitlelerinden yükselen dini dogmalar ve gerici
ayaklanmalar bu çabaları yendi.
Osmanlı ülemasında yetenekli ve başarılı kişileri görmezden
gelmek kadar, onlara romantik övgüler yazarak “sistemin” onları nasıl ezdiğini
tartışmamak da yanlıştır. Osmanlı’daki ve Avrupa’daki gelişmelerin
karşılaştırmalı bir yöntemle izlenmesi ve Osmanlı’daki çabaların neden başarılı
olamadığının gerçekçi biçimde açık yüreklilikle incelenmesi gereklidir.
[i]
İhsanoğlu, E., Osmanlı Bilim Mirası,
Yapı Kredi Yayınları, 2017.
[ii] Eren,
Güler, Osmanlı, Cilt 1, Sunuş, (Ed.
Güler Eren), Ankara, 1999.
[iii]
Dönemler konusunda bazı görüş ayrılıkları var. Örneğin duraklama veya
gerilemenin başlangıcı olarak Katip Çelebi 1593’de Celali isyanlarını, Nâima
1683 Viyana bozgununu belirtir. Ben günümüzde tarih eğitimindeki köşetaşlarını
anıyorum.
[iv]
Rönesans ve Reform konusunda da tarihçiler belirli tarih aralıkları vermekte
zorlanıyor. Ama Rönesansın Petrarca (1304 – 1374), Bocaccio (1313 – 1375) gibi
şairlerle başladığı ve Leonardo da Vinci (1452 – 1519), Michalangelo (1475 –
1564) gibi ustalarla zirveye çıktığı söylenebilir. Reform için ise 1517’de
Martin Luther’in Papaya karşı tezlerini Wittenberg kilisesinin kapısına
asmasını anabiliriz. (Ne garip bir raslantıdır ki Yavuz Sultan Selim de bu
tarihte Halifeliği Osmanlı saltanatına getirmiş ve Sünni Müslümanlığı egemen
kılmıştır!)
[v] F.
Bacon’un İngiltere Başbakanı (Lord
Chancellor) olduğunu ve çok pragmatik bir yaklaşımla bilimi “insanın durumunun iyileştirilmesi” için
kullanılacağını belirttiğini ekliyeyim. (Kaynak: Collin A. Ronan, Bilim Tarihi, s. 416, TÜBİTAK Yayınları:
Ankara, 1983
[vi] Unat,
Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim,
s. 142, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[vii] Unat,
Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim,
s. 143, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[viii]
Şeyhül İslam Ahmed Şemseddin’in fetvası: “ihracı
rasad meş’um ve perde-i esrarı felekiyeye küttahane ittilan cür’etin vehamet ve
akibeti meczundur; hiçbir mülkte mübaşeret olunmadı ki mamur iken harap ve
bünyanı devleti zelzelenaki inkilâp almaya” (Kaynak:
Hülya Yeşilyaprak, 14-15 Mayıs 2012 tarihinde "Türkiye'de Teleskoplarla
Bilim Sempozyumu” ve 27 Ağustos-1 Eylül 2012 tarihinde “XVIII. Ulusal Astronomi
ve Uzay Bilimleri Kongresi”)
[ix] İbrahim
Müteferrika Katip Çelebi’nin Cihannüma’sını
basarken geniş bir ek yazdı (1732). Katip Çelebi, Güneş merkezli sistenden hiç
söz etmezken Müteferrika bu sistemi de tanıttı. Müteferrika bundan bir yıl
sonra Atlas Coestis’i “Mecmuâtü Hey’et
el-Kadîme ve’l Cedîde”adıyla çevirdi. Burada Batlamyus’tan övgü ile söz
etse de, Güneş merkezli sistemi savundu.
[x] Unat,
Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim,
s. 214, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[xi] Sancar,
Erdinç, Türk Denizcilik Tarihi, s.
154, IQ Kültür Sanat Yayıncılık: İstanbul, 2006.
[xii]Buna karşılık Venedik’teki Padova
Üniversitesinin ihahiyat fakültesi ve mezhep bağı olmadığını, Yahudi, Ermeni,
Rum öğrencileri kabul ettiğini bu nedenle Osmanlı tebaasından birçok gayrı müslimin
burada eğitim gördüğünü vurgulamalıyım. Kuşkusuz bunun nedeni Venedik’in Doğu
Akdeniz ve Karadeniz’de etkin bir denizci-tüccar devlet olmasıdır.
[xiii]
Westall, Richard, Modern Bilimin Oluşumu,
TÜBTAK Yayınları: Ankara, 2004.
[xiv]
“Lincei” sözcüğü, gözlemi vurgulamak için keskin gözleri ile bilinen “Lynx”
(vaşak) sözcüğünden türetilmişti.
[xv]
Uzunçarşılı, Prof. Dr. İ Hakkı, Osmanlı
Tarihi, Cilt 1, s. 322, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1972 – 1978.
[xvi] http://medyascope.tv/2017/06/20/kultur-ve-tarih-sohbetleri-57-cemal-kafadar-ile-17-yuzyil-celebiler-cagi/
[xvii] Dr.
Arun Küçük, https://www.youtube.com/watch?v=DRjuqidMErM.
[xviii]
Dağlı, Yücel, Osmanlı, Cilt 8, s.
344, (Ed. Güler Eren), Ankara, 1999.
[xix] Karlıağ, Bekir (Ed.), Doğumunun 400. Yıldönümünde Kâtip Çelebi, Kültür Bakanlığı: Ankara,
2009.
[xx] Aydüz,
Salim, “Lale Devrinde Yapılan İlmi Faaliyetler1 http://www.academia.edu/1371980/Bilimsel_Faaliyet_Açısından_Lale_Devri
[xxi]
İbrahim Müteferrika’nın kurduğu bu matbaa, ilk kitabın basıldığı 1729’dan
kapandığı 1797 yılına kadar ancak 18 yıl çalıştırılabilmiştir. Matbaanın
çalıştığı bu 18 yıl içinde de 23 (ikinci baskılar, ikinci ve üçüncü ciltler de
sayılırsa 31) kitap yayımlanabilmiştir. Bunların toplam baskı sayısının da 27
bini geçmediği söylenebilir.
[xxii]
Ronan, A. Colin, Bilim Tarihi, s.
301, TÜBİTAK Yayınları: Ankara, 1983.
[xxiii]
İnönü, Erdal, Bilimsel Devrim ve
Stratejik Anlamı, s. 16, Türkiye bilimler Akademisi Yayınlları: Ankara,
2003.
[xxiv] Bu yazının
konusu fen, ama Osmanlı, kendini çok güçlü gördüğü dönemde ekonomi alanında da
benzer biçimde Avrupa’daki gelişmeleri görmedi. Örneğin serbest ithalat
politikasıyla 14 ve 15. Yüzyıllarda
Ceneviz, Venedik ve Floransa’ya verilenlerin ardından 1569’da Fransa’ya,
1580’de İngiltere’ye, 1612’de Hollanda’ya da ticaret ayrıcalıkları verdi. (Kaynak: İnalcık,
Halil, Devlet-i 'Aliyye Osmanlı
İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar - I: klasik dönem (1302-1606), İş
Bankası Yayınları: İstanbul, 2009.)