8 Şubat 2019 Cuma

SOSYAL BİLİM, BİLİM SAYILIR MI?

Başlıkta bir anomali veya oksimoron olduğunun farkındayım. Hem “Sosyal Bilim” diyorum, hem de “Bilim mi” diye soruyorum. Ama “bilim” (science) sözcüğünü genellikle “doğa bilimleri” (natural science) yerine kullanıyoruz. Fizik, kimya, biyoloji… diye dizilen doğa bilimleri güncel yaşamımızda o denli önemli bir yer kaplıyor ki artık sözcüğün kapsamını hiç sorgulamıyoruz. Aslında “doğa bilimlerinin” dilimizde “fen” olarak çok güzel bir karşılığı da var.

Diğer yandan konumuz insan ve toplumla ilgili ise “sosyal bilimler” (social sciences), antropoloji, sosyoloji, tarih, iktisat… alanına giriyoruz. Yine sözcükler üzerinde durursak “sosyal” yerine “kültürel” bilimler denmesini tercih edenler de var.  “Doğa” sözcüğünün karşıtı olarak “kültür” sözcüğünün insanın yaptığı her şey olarak tanımladığımıza göre bu kullanımın da bir gerekçesi var. Ben üniversitelerimizdeki “sosyal bilimler fakültesi”, “sosyal bilimler enstitüsü” gibi kullanımlara uyarak “sosyal bilim” terimini kullanıyorum.   
Bilim Nedir?
Eski Fransızca ve Orta İngilizcede giderek yaygınlaşan science, Latince “bilmek - scire” kökünden kaynaklanıyor. “Bilim” sözcüğünün çok tanımı var.

Bazı tanımlar konuyu daha çok  bilgi felsefesi (epistemoloji) boyutuyla ele alıyor ve “bilimsel bilginin gerekçelenmiş, doğrulanabilir ve tutarlı olması” gibi bilginin nitelikleri üzerinde duruyor. Bazı tanımlar amacı vurguluyor: “gerçeğe, gerçekliğe dayanarak düzenli ve tutarlı bilgiye dayanarak kuram ve yasalara ulaşan bilgi yolu”.

Daha çok fen (science) düşünülerek geliştirilen tanımlarda doğal dünya, kanıt ve deney vurgulanıyor. Örneğin Oxford İngilizce Sözlüğü, “bilim, gözlem ve deney yoluyla fiziksel ve doğal dünyanın yapısı ve davranışını kapsayan sistematik entelektüel ve pratik eylemdir” diyor. Buna karşılık sosyologlar bilimi, “mantıksal ve metodolojik olarak tutarlı bir önermeler yığını” olarak tanımlıyor.

Tam bir tanım sayılmazsa da benim en çok sevdiğim yaklaşımlardan birini ünlü fizikçi Richard Feynman yapmış “Bilim kendi kendimizi kandırmamak için yaptığımız şeydir.
Kuram (teori), Yasa (kanun)
Yukarıda geçen “kuram (teori)” ve “yasa (kanun)” sözcükleri gerçekte çok iyi tanımlanmış terimler olmalarına karşın bilinçli veya bilinçsiz olarak yanlış tanımlanan sözcükler olduğu için biraz üstünde durmamız gerekiyor. Özellikle evrim karşıtlarının kafa karıştırmak için "evrim yalnızca bir ‘teori’, yani  kanıtlanmamış (ispatlanmamış). Kanıtlanmış olsaydı kanun olurdu” dediklerini çok duymuşsunuzdur.   Tümüyle yanlış bir anlayış. Aşağıda Bilimsel Yöntem bölümünde kanıtlanmamış fikrin “hipotez” olduğuna ve kanıtlama çabalarına değineceğim için önce “yasa” ve “kuram” konusunu ele almak istiyorum. Çok kısaca bilimsel çalışma ile doğrulandıktan sonra bulgularımızı

  • Matematiksel formüllerle veya çok kısa metinlerden oluşan kural seti ile ifade edebiliyorsak yasa;
  • Uzun metinler halinde ifade ediyorsak kuram adı ile anıyoruz.

Elektrostatiğin temel yasası, Coulomb Yasasını yasa örneği olarak ele alabiliriz. Şekil 1’de görüldüğü gibi statik elektrik yüklü iki kürenin eğer yükler aynı işaretli ise birbirini ittiğini; eğer zıt işaretli ise birbirini çektiğini biliriz. İşte bu itme veya çekme kuvveti F, Coulomb Yasası tarafından belirlenir:
 
18. Yüzyılda Charles Coulomb’un incelediği bu kuvvet basit bir çok basit bir formülle gösterilebilmektedir. 
Buna karşılık yeryüzündeki canlıların evrimini ele alan Charles Darwin’in Evrim Kuramı bu tür bir formülle veya kısa bir ifade ile açıklanabilecek nitelikte değildir. Kısacası bu kuram geliştirilebilir, yeni kanıtlarla desteklenebilir, ama her zaman bir kuram olarak kalacak, hiçbir zaman yasa olmayacaktır.

Bilimsel Yöntem
Sanırım bu yazının başlığındaki sorun, sosyal bilimler alanındaki çalışmalarda bilimsel yöntemin uygulanmasının olanaksızlığı veya zorluğundan kaynaklanıyor. Öyleyse bilimsel yönteme biraz daha yakından bakalım.  

Özellikle fen bilimleri alanında çok iyi çalışan bir yöntemimiz var: “bilimsel yöntem” (scientific method). Gözlem -hipotez geliştirme- ve doğrulama adımlarıyla bu yöntemi uyguluyoruz. Gözlemler sonucunda bir veya birkaç hipotez oluşturuyoruz; hipotezimiz, bizi bu alanda deney yapıp bu konuda sistematik veri toplamak için yönlendiriyor. Topladığımız veriyi analiz ederek hipotezimizi doğrulayıp veya yanlışlayıp bulgularımızı başka bilim insanlarına duyuruyor ve onları da bu doğrulama / yanlışlama işine katıyoruz.

Dikkat edilirse bu yaklaşımla bilimsel yöntem,
  • Bir yandan akılcılığın (rationalism) veya deneyciliğin (emprisim) sivri yönlerini törpüleyip saltık (pure) yaklaşımlarından sakınıyor;
  • Diğer yandan mantıktaki tümevarım (induction) veya tümdengelim (deduction) yöntemlerinin yalnızca birinin kullanılmasının doğurduğu yanlışların önüne geçiyor.

Hipotezin oluşması için sistematik biçimde ve tekrar tekrar gözlem yapılması gerekiyor. İngilizcedeki “research” veya Fransızcadaki “recherche” sözcüğündeki “re”, yeniden; “search” arama  israrını belirtiyor. Almanca’da kullanılan “forschung” (forsch=enerjik saldırı) da bu kavramı vurguluyor.

Bilimsel yöntemin uygulanmasında “deney” çok önemli bir yer tutuyor ve aşağıda daha ayrıntılı biçimde ele alacağımız gibi, sosyal bilimlerde bu çok zor. Fen bilimlerinde de her zaman kolay olduğu söylenemez. Örneğin “dinozorlar neden yok oldu?” diye soralım. İlk bakışta bu sorunun tarihten çok fen bilimleri kapsamında olduğunu düşünebiliriz. Kuşkusuz deney yapamıyoruz. Bazı hipotezler geliştirebiliriz. “Büyük bir meteor, yeryüzüne çarptı, gökyüzü toz bulutuyla kaplandı, bitkiler öldü, onlarla beslenen dinozorlar da öldü” diyebiliriz. Bu tür bir hipotezi doğrulamak için jeolojik verileri, o dönemden kalma bitki ve hayvan  fosillerini incelemek ile yetinmek zorundayız.

Doğa konusunda her şeyi  bildiğimizi söyleyemesek de bilimsel yöntemle “Yıldızlar nedir”, “gece ve gündüz neden birbirini izliyor”, “yağmur nasıl oluşuyor” gibi birçok  gündelik konuda merakımızı giderdik. Ama sosyal bilimlerde durum o kadar kolay değil.

Sosyal Bilimlerde Bilimsel Yöntemin Uygulanmasındaki Zorluklar - Olanaksızlıklar
Öncelikle fen bilimleri ile sosyal bilimler arasında temel bir yaklaşım farkına değinmeliyim. Fen bilimleri doğa olaylarını inceler ve çeşitli değişkenler arasındaki evrensel yasaları bulmaya çalışır. (Teknoloji de bu bulgulara dayanan  elverişli kullanımlar geliştirir). Sosyal bilimler ise evrensel yasalar bulmaya çalışmaz, çünkü birey ve toplum alanında evrensel yasa yoktur veya çok azdır. Sosyal bilimci kendine çizdiği alanda “uygulamaya” daha yakındır. Örneğin Adam Smith (1723-1790) kendini evrensel iktisat yasalarını bulmaya çalışan bir “bilim adamından” çok insanların refahı için çalışan bir düşünür olarak görür.

Çalışma konusu olarak fiziksel, maddesel (physical, material) dünyanın dışına çıkıp insan ve toplumu konu alan antropoloji, sosyoloji, tarih, ekonomi, eğitim… gibi  sosyal bilimlere uzandığımızda karşımıza büyük güçlükler çıkmaya başlıyor.

Bilimsel yöntemin odağında “deney” olduğunu biliyoruz. Sosyal bilimlerde deney yapmak çok zor, hatta birçok durumda olanaksız. Hiçbir bilim adamı veya Merkez Bankası faizin enflasyon üzerindeki etkisini araştırmak için ülkedeki faizi değiştirmek istemez.

Fen bilimlerinde nedensellik (causality) ve  bağıntı (correlation) gibi ilişkileri gözlemek ve bu ilişkileri sınayacak deneyler yapmak daha kolay.  Örneğin suyun kaynamasının ve buharlaşmasının nedenini ele alalım. Su moleküllerine yeterli enerji verilince atmosfer basıncını yenerek yükseldikleri hipotezi ile yalnızca iki parametre, suyun sıcaklığına ve atmosfer basıncını ölçen deneyler yapabiliriz. 1 Atmosfer hava basıncında 100 C0 sıcaklıkta su kaynayacaktır. Basıncı değiştirip kaynama noktasının sıcaklığının değişimini gözleyebiliriz. Oysa sosyal bilimlerde olay çok değişkene bağlı ve nedenini görmek çok kolay değil. Örneğin bir iktisadi kriz, birçok iktisadi parametreye, hatta bazıları hiç de iktisat temelli olmayan parametrelere, bağlı olabilir.

C. F. Gauss’un (1777–1855) nitelemesi ile matematik “bilimlerin kraliçesi” olarak biliniyor ve tüm bilimler için bir dil oluşturuyor. Sosyal bilimlerde istatistiklere ve anketlere bakabiliyoruz, ama birçok durumda sayısal değerlere ulaşmak çok zor, hatta olanaksız.

Matematiksel yöntemlerin uygulanmasına en yakın sosyal bilim sanırım iktisattır. İktisadın en bilinen arz - talep ilişkisini ele alalım. Pazara sürülen bir mal veya hizmetin satışının hangi fiyatla ve ne miktarda gerçekleşeceği çok uzun bir süredir iktisatçıların üzerinde çalıştıkları bir konudur. 17.yüzyılda Locke’tan başlayarak pazar mekanizmasını inceleyen birçok iktisatçı (Sir James Steuart, Adam Smith…) bu konuyu ele aldı. Son olarak da 1890’da, Alfred Marshall bugün kullanılan arz - talep eğrisini geliştirdi.

Şekil 2’de İktisat eğitiminin başında öğrenciye gösterilen Arz - Talep eğrileri görülmektedir. Önce alıcıyı düşünelim. Diğer her şeyin değişmediğini varsayarsak (ceterus paribus) alıcı, bir mal veya hizmetin birim fiyatı ne kadar yüksekse o kadar az miktarda almak isteyecektir (talep eğrisi). Şimdi de satıcıyı düşünelim. Yine diğer her şeyin değişmediğini varsayarsak (ceterus paribus) satıcı, bir mal veya hizmetin birim fiyatı ne kadar yüksekse o kadar fazla miktarda satmak isteyecektir (arz eğrisi). İşte alıcı ile satıcı serbest bir pazarda karşı karşıya geldiklerinde bu arz ve talep eğrilerinin kesiştiği denge noktasında o mal veya hizmetin fiyatı (F1 TL) ve miktarı (M1 adet) belirlenecektir. Şimdi de diğer bazı pazar şartlarının değiştiğini. örneğin alıcının gelirinin arttığını düşünelim. Bu durumda Şekil 3’de görüldüğü gibi alıcı o mal veya hizmetten daha fazla miktarda alabilecek (talep eğrisi sağa kayacak) ve daha yüksek bir fiyat (F2 TL) ve miktarda (M2 adet) denge kurulacaktır.
 
Bizi ilgilendiren matematiğin kullanımı açısından bakarsak, örneğimizde temel matematiksel kavramların kullanıldığını görüyoruz. Ama eğrilerin üzerinde sayılar yok! Arz - talep eğrileri niteliksel (qualitative) bir ilişkiyi gösteriyor; niceliksel (quantitative) ilişki kurulamıyor. Örneğin satıcı xxx marka otomobilden kaç tane üretip hangi fiyattan pazara sürebileceğini kesin olarak bilemiyor. Benzerleri ile karşılaştırıyor, anketlerle alıcının talebini anlamaya çalışıyor.

Oysa fen alanında örneğin yukarıda andığımız Coulomb Yasası aradığımız F kuvvetini bize ayrıntılı biçimde veriyor. Kürelerdeki statik elektrik yükleri 5 mC ve 100 mC ise, itme (veya çekme) kuvvetinin aralarındaki uzaklığa göre hesaplayıp eksenlere sayılar koyarak çizebiliriz (Şekil 4).

Fen bilimlerinde koşullar zaman ve mekandan bağımsız. Dünyanın çok uzak köşelerinde deniz seviyesindeki laboratuarlarda (1 Atmosfer hava basıncı için), yüzlerce yıl arayla deney yapsak su 100 C0’de kaynadığını görüyoruz. Oysa bir Büyük Okyanus adasındaki toplayıcı - avcı toplum, Batı Avrupanın sanayileşmiş toplumundan çok farklı. Bu toplumları inceleyen sosyologların da çok farklı şeyler gözlemesi doğal. Benzer değişim zamanda da gözleniyor. Örneğin kapitalist iktisatta bazı parametrelerin değişimi üzerinde çalışan bir araştırmacı, geçen 100 yıl içinde bile  farklı (merkantilist, liberal, Keynesyan, neo-liberal… ) iktisadi modellerin oluşturduğu çok farklı ortamlar içinde ilgilendiği parametrelerin değişimini gözleyecektir.
 Bilimsel yöntemi uygulayan bilim insanında gerekli nitelikler, özellikle “tarafsızlık” konusu çok ilginç. Örneğin bir çiçeğin “taç yapraklarının ne işe yaradığını” inceleyen bir botanikçi kolayca tarafsız olabilir. Ama “ilkokulda Kürtçe eğitim yararlı olacak mı” sorusuna yanıt arayan bir eğitimcinin tarafsız olması çok daha zor olacaktır.

Tarafsızlığa oldukça yakın bir konu da “yanlışlanabilirlik” (falsification). İnançlar alemindeki dogmalardan farklı olarak, bilim dünyasındaki her türlü düşünce, hipotez, kuram ve yasaların temel özelliği,  bunların inceleme, değerlendirme, geliştirme, düzeltme veya tümüyle yanlış olduğunun kanıtlanmasına açık olması. Sosyal bilimlerde tarafsız olmanın zorluğu doğrulama / yanlışlama konusuna da yansıyacak, uzmanların çelişik fikirleri kafaları karıştıracaktır.
Bir Sosyal Bilim Örneği Olarak Tarih
Sosyal alandaki bir başka konu olan tarihe yaklaşım iktisattan daha ilginç. Tarih, geleneksel olarak, -bir sosyal bilim olarak değil- insani (beşeri) konular (humanities) kapsamında bir sosyal çalışma (social study) olarak olayları, tarihleri ve kişileri ele alırdı.  Bu tür bir tarih anlayışı, kıral-padişah isimlerinin, savaş-fetih tarih ve sonuçlarının vb. “ezberlenmesini” gerektirir ve bu anlamda tarihin “ezberci eğitim” örneği oluşturur. “Kara kuruşun” ne olduğunu bilmeyen öğrencinin tarih kitabında “1664’de yenilen Avusturya’nın Vasvar Antlaşması ile Osmanlı’ya 200 000 kara kuruş savaş tazminatı vermesine  karar verildi” gibi ezber örneklerini hepimiz hatırlarız.

Zaman içinde tarih çalışmalarının bir “bilim” haline dönüştüğünü görüyoruz. Geçmiş olaylar, yöneticiler, savaşlar kuşkusuz önemlidir. Ama günümüzde tarih, ele alınan olay gerçekleşirken insanları ve çevreleyen koşulları ele alarak olayların neden ve nasıl bir süreç içinde gerçekleştiği ve sonuçlarının neler olduğu üzerine yoğunlaşıyor. Böylece bir başka durumda / dönemde insan ve çevre koşullarının benzer olduğunda aynı olayın neden gerçekleştiği veya gerçekleşmediği incelenebilir.

İlk örneğimizi Birleşik Krallıktan verelim. Cambridge Üniversitesinde üzerinde çalışılan bir konuyu ele alalım. Çeşitli gözlemler sonucunda hipotezin “17. Yüzyılda İngiltere’de kral ve kraliçelerin toplumu yönetme gerekçelerinde Hıristiyan dininin onlara verdiğine inanılan kutsal haklar önemli yer tutardı” biçiminde formüle edildiğini düşünelim. Gerçekçi bir yöntemle geçmişi araştıran bir tarihçi öncelikle birçok güvenilir birincil kaynağı inceleyecektir. Bu konuyu araştıran öğrenci, din kaynaklarını, o dönemin yöneticilerinin söylediklerini ve karşı görüşleri araştıracaktır. Üniversitenin önerdiği kaynaklar şöyle sıralanıyor:
  • Kraliçe I. Elizabeth zamanında okunmuş bir vaaz (homily) (1570);  
  • İncil’deki Aziz Paulus’un mektupları;
  • Kral I James’in Parlamentoda yaptığı konuşma (1610);
  • İncil’in Yaratılış Bölümünde Hz. Adem’in ilk koca, baba ve kral rolleri;
  • Oxford Üniversitesinin kralın kutsal haklarına karşı gelenlerin argümanlarını sıralayıp Kral II. Charles’ı savunan hükmü (1683);
Bu tür bir çalışma sonucunda yukarıda belirtilen hipotez, bir kuram niteliği kazanacak ve -aksini kanıtlayan bir çalışma olmadığı sürece- bizlere yol gösterecektir.

İkinci örneğimizi kendi tarihimizden verebiliriz. Osmanlı Devletinin kuruluşundaki efsaneler ve gerçeklerin tartışıldığı bilimsel toplantıda Ahmet Yaşar Ocak’ın sunduğu makalede, dönemin kaynaklarında Osmanlı Beyliğini kuruluş döneminde önemli rol oynayan Dervişan-ı Rum inceleniyor. Bilindiği gibi bu konu Aşıkpaşazade, Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Uzunçarşılı... tarafından incelenmiş; Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı ile de kamuoyunun dikkatine gelmiştir. İlginç olan  Anadolu Selçukluları döneminde gelişen birçok güçlü sufî tarikatına bağlı dervişlerinin pek de bu çabaya katılmamalarıdır. Örneğin Mevlana Celâlettin-i Rumî’’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin Ege’deki beyliklerde yaşadığını ve mevlevihaneler kuruduğunu biliyoruz. Bu gibi tarikatlara bağlı dervişler Osmanlı’nın çabasına katılmıyor. İşte Ocak bunun nedenini inceliyor. Marmara bölgesinde kurulan Osmanlı Beyliği Bizans’la sürekli temas halinde ve fetihlerle topraklarını genişletme çabası içinde. Ocak’ın hipotezi Dervişan-ı Rum’un, bu  fetih yağmasından pay almak isteyen yoksul göçebe  dervişlerden oluştuğu. Mevlevi, Kâdirî, Rifaî gibi çok bilinen zengin, güçlü ve yerleşik sufî tarikatları ise Batı Anadolu’da yerleşmiş Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Germiyanoğulları gibi beyliklerde güçlenmiş ve kentlerdeki yerleşik düzene uyum sağlamış. Osmanlı fetihlerinde görev alan Dervişan-ı Rum ise yukarıda değindiğim gibi yoksul dervişlerden oluşuyor. (Hatta biraz konumuzun dışına çıkarsak, konumuz olan dervişlerin değil ama Batı Anadolu’daki bu beyliklerin, Osmanlı’ya karşı Timur’u kışkırttıklarını da söylenebilir).

Kuşkusuz bu örneğin bizim açımızdan ilginç yönü tarihçinin olguların ötesine geçip bir neden arama çabası içine girmesidir.
Sonuç
Bilindiği gibi 17. Yüzyılda yaşanan bilimsel devrimin (scientific revolution) ardından 18. Yüzyıllardaki Aydınlanmanın temel ilkesi “kendi aklını kullanmaktan korkma” olarak belirlenebilir. Burada gerçeğin iki sütun, akıl ve bilgi sütunları, üzerinde yükseldiği vurgulanmaktadır. Doğru bilgiye aklın önderliğinde ulaşılabilecektir. Bazı bilgi alanlarında, özellikle fen bilimlerinde, Bilimsel Yöntem uygulanabilir ve “deney” yapılabilir; diğer bazı alanlarda ise aklın önderliğinde olmak koşuluyla başka yöntemler geliştirilebilir ve uygulanabilir. (Burada bir parantez açıp bu “akıl” kavramının çağrışımı ile İslam dünyasına değinebiliriz.  İslam dünyasında ilimlerin “aklî ilimler” - “naklî ilimler” (güvenilen kitaplardan, ulemadan aktarılan ilimler) olarak sınıflandığını, giderek aklî ilimlere daha az önem verildiğini, yepyeni çalışmalar yapmak yerine daha önce yazılmış eserlere notlar yazıldığını (şerh edildiğini) belirtmeliyiz.)

Başlıktaki soruya dönersek sosyal bilimlerin “bilim” olarak nitelenip nitelenemeyeceği bir tanım sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bir dizi bilim tanımından sosyal bilimleri kapsayacak veya kapsam dışında bırakacak tanımı benimseyebiliriz. Sosyal bilim terimini kullansak da bu alanlarda bilimsel yöntemin (scientific method) uygulanamadığı (veya çok önemli kısıtlamalarla uyglandığı); benzer biçimde matematiğin olanaklarından da yararlanılamadığı belirgindir. Diğer yandan sosyal bilimler kapsamında yürütülen çalışmaların bilgi birikiminin ötesine geçmesinden yanaysak; bu alanlarda akıl yürütme, sistematik bilgi derleme, nedensellik ilişkilerini inceleme... gerektiğini düşünüyorsak sosyal bilimleri “bilim” olarak ele almalı ve nitelemeliyiz. İşte bu nedenle Richard Feynman’ın ifadesini seviyorum: “Bilim kendi kendimizi kandırmamak için yaptığımız şeydir.