Başlıkta bir anomali
veya oksimoron olduğunun farkındayım. Hem “Sosyal Bilim” diyorum, hem de
“Bilim mi” diye soruyorum. Ama “bilim” (science) sözcüğünü
genellikle “doğa bilimleri” (natural science) yerine kullanıyoruz.
Fizik, kimya, biyoloji… diye dizilen doğa bilimleri güncel yaşamımızda o denli
önemli bir yer kaplıyor ki artık sözcüğün kapsamını hiç sorgulamıyoruz. Aslında
“doğa bilimlerinin” dilimizde “fen” olarak çok güzel bir karşılığı da var.
Diğer yandan konumuz
insan ve toplumla ilgili ise “sosyal bilimler” (social sciences),
antropoloji, sosyoloji, tarih, iktisat… alanına giriyoruz. Yine sözcükler
üzerinde durursak “sosyal” yerine “kültürel” bilimler denmesini tercih edenler
de var. “Doğa” sözcüğünün karşıtı olarak “kültür” sözcüğünün insanın
yaptığı her şey olarak tanımladığımıza göre bu kullanımın da bir gerekçesi var.
Ben üniversitelerimizdeki “sosyal bilimler fakültesi”, “sosyal bilimler
enstitüsü” gibi kullanımlara uyarak “sosyal bilim” terimini kullanıyorum.
Bilim Nedir?
Eski Fransızca ve Orta
İngilizcede giderek yaygınlaşan science, Latince “bilmek - scire”
kökünden kaynaklanıyor. “Bilim” sözcüğünün çok tanımı var.
Bazı tanımlar konuyu
daha çok bilgi felsefesi (epistemoloji) boyutuyla ele alıyor ve
“bilimsel bilginin gerekçelenmiş, doğrulanabilir ve tutarlı olması” gibi
bilginin nitelikleri üzerinde duruyor. Bazı tanımlar amacı vurguluyor:
“gerçeğe, gerçekliğe dayanarak düzenli ve tutarlı bilgiye dayanarak kuram ve
yasalara ulaşan bilgi yolu”.
Daha çok fen (science)
düşünülerek geliştirilen tanımlarda doğal dünya, kanıt ve deney vurgulanıyor.
Örneğin Oxford İngilizce Sözlüğü, “bilim, gözlem ve deney yoluyla fiziksel
ve doğal dünyanın yapısı ve davranışını kapsayan sistematik entelektüel ve
pratik eylemdir” diyor. Buna karşılık sosyologlar bilimi, “mantıksal ve
metodolojik olarak tutarlı bir önermeler yığını” olarak tanımlıyor.
Tam bir tanım sayılmazsa
da benim en çok sevdiğim yaklaşımlardan birini ünlü fizikçi Richard Feynman
yapmış “Bilim kendi kendimizi kandırmamak için yaptığımız şeydir.”
Kuram (teori), Yasa
(kanun)
Yukarıda geçen “kuram
(teori)” ve “yasa (kanun)” sözcükleri gerçekte çok iyi tanımlanmış terimler
olmalarına karşın bilinçli veya bilinçsiz olarak yanlış tanımlanan sözcükler
olduğu için biraz üstünde durmamız gerekiyor. Özellikle evrim karşıtlarının
kafa karıştırmak için "evrim yalnızca bir ‘teori’, yani
kanıtlanmamış (ispatlanmamış). Kanıtlanmış olsaydı kanun olurdu”
dediklerini çok duymuşsunuzdur. Tümüyle yanlış bir anlayış. Aşağıda
Bilimsel Yöntem bölümünde kanıtlanmamış fikrin “hipotez” olduğuna ve kanıtlama
çabalarına değineceğim için önce “yasa” ve “kuram” konusunu ele almak
istiyorum. Çok kısaca bilimsel çalışma ile doğrulandıktan sonra bulgularımızı
- Matematiksel formüllerle veya çok kısa metinlerden oluşan kural seti ile ifade edebiliyorsak yasa;
- Uzun metinler halinde ifade ediyorsak kuram adı ile anıyoruz.
Elektrostatiğin temel
yasası, Coulomb Yasasını yasa örneği olarak ele alabiliriz. Şekil 1’de
görüldüğü gibi statik elektrik yüklü iki kürenin eğer yükler aynı işaretli ise
birbirini ittiğini; eğer zıt işaretli ise birbirini çektiğini biliriz. İşte bu
itme veya çekme kuvveti F, Coulomb Yasası tarafından belirlenir:
18. Yüzyılda Charles
Coulomb’un incelediği bu kuvvet basit bir çok basit bir formülle
gösterilebilmektedir.
Buna karşılık yeryüzündeki canlıların evrimini ele alan
Charles Darwin’in Evrim Kuramı bu tür bir formülle veya kısa bir ifade ile
açıklanabilecek nitelikte değildir. Kısacası bu kuram geliştirilebilir, yeni
kanıtlarla desteklenebilir, ama her zaman bir kuram olarak kalacak, hiçbir
zaman yasa olmayacaktır.
Bilimsel Yöntem
Sanırım bu yazının
başlığındaki sorun, sosyal bilimler alanındaki çalışmalarda bilimsel yöntemin
uygulanmasının olanaksızlığı veya zorluğundan kaynaklanıyor. Öyleyse bilimsel
yönteme biraz daha yakından bakalım.
Özellikle fen bilimleri
alanında çok iyi çalışan bir yöntemimiz var: “bilimsel yöntem” (scientific
method). Gözlem -hipotez geliştirme- ve doğrulama adımlarıyla bu yöntemi
uyguluyoruz. Gözlemler sonucunda bir veya birkaç hipotez oluşturuyoruz;
hipotezimiz, bizi bu alanda deney yapıp bu konuda sistematik veri toplamak için
yönlendiriyor. Topladığımız veriyi analiz ederek hipotezimizi doğrulayıp veya
yanlışlayıp bulgularımızı başka bilim insanlarına duyuruyor ve onları da bu
doğrulama / yanlışlama işine katıyoruz.
Dikkat edilirse bu
yaklaşımla bilimsel yöntem,
- Bir yandan akılcılığın (rationalism) veya deneyciliğin (emprisim) sivri yönlerini törpüleyip saltık (pure) yaklaşımlarından sakınıyor;
- Diğer yandan mantıktaki tümevarım (induction) veya tümdengelim (deduction) yöntemlerinin yalnızca birinin kullanılmasının doğurduğu yanlışların önüne geçiyor.
Hipotezin oluşması için
sistematik biçimde ve tekrar tekrar gözlem yapılması gerekiyor. İngilizcedeki “research”
veya Fransızcadaki “recherche” sözcüğündeki “re”, yeniden; “search”
arama israrını belirtiyor. Almanca’da kullanılan “forschung”
(forsch=enerjik saldırı) da bu kavramı vurguluyor.
Bilimsel yöntemin
uygulanmasında “deney” çok önemli bir yer tutuyor ve aşağıda daha ayrıntılı
biçimde ele alacağımız gibi, sosyal bilimlerde bu çok zor. Fen bilimlerinde de
her zaman kolay olduğu söylenemez. Örneğin “dinozorlar neden yok oldu?”
diye soralım. İlk bakışta bu sorunun tarihten çok fen bilimleri kapsamında
olduğunu düşünebiliriz. Kuşkusuz deney yapamıyoruz. Bazı hipotezler
geliştirebiliriz. “Büyük bir meteor, yeryüzüne çarptı, gökyüzü toz bulutuyla
kaplandı, bitkiler öldü, onlarla beslenen dinozorlar da öldü” diyebiliriz. Bu
tür bir hipotezi doğrulamak için jeolojik verileri, o dönemden kalma bitki ve
hayvan fosillerini incelemek ile yetinmek zorundayız.
Doğa konusunda her şeyi
bildiğimizi söyleyemesek de bilimsel yöntemle “Yıldızlar nedir”, “gece
ve gündüz neden birbirini izliyor”, “yağmur nasıl oluşuyor” gibi birçok
gündelik konuda merakımızı giderdik. Ama sosyal bilimlerde durum o kadar
kolay değil.
Sosyal Bilimlerde
Bilimsel Yöntemin Uygulanmasındaki Zorluklar - Olanaksızlıklar
Öncelikle fen bilimleri
ile sosyal bilimler arasında temel bir yaklaşım farkına değinmeliyim. Fen
bilimleri doğa olaylarını inceler ve çeşitli değişkenler arasındaki evrensel
yasaları bulmaya çalışır. (Teknoloji de bu bulgulara dayanan elverişli
kullanımlar geliştirir). Sosyal bilimler ise evrensel yasalar bulmaya çalışmaz,
çünkü birey ve toplum alanında evrensel yasa yoktur veya çok azdır. Sosyal
bilimci kendine çizdiği alanda “uygulamaya” daha yakındır. Örneğin Adam Smith
(1723-1790) kendini evrensel iktisat yasalarını bulmaya çalışan bir “bilim
adamından” çok insanların refahı için çalışan bir düşünür olarak görür.
Çalışma konusu olarak
fiziksel, maddesel (physical, material) dünyanın dışına çıkıp insan ve
toplumu konu alan antropoloji, sosyoloji, tarih, ekonomi, eğitim… gibi
sosyal bilimlere uzandığımızda karşımıza büyük güçlükler çıkmaya
başlıyor.
Bilimsel yöntemin
odağında “deney” olduğunu biliyoruz. Sosyal bilimlerde deney yapmak çok zor,
hatta birçok durumda olanaksız. Hiçbir bilim adamı veya Merkez Bankası faizin
enflasyon üzerindeki etkisini araştırmak için ülkedeki faizi değiştirmek
istemez.
Fen bilimlerinde
nedensellik (causality) ve bağıntı (correlation) gibi
ilişkileri gözlemek ve bu ilişkileri sınayacak deneyler yapmak daha kolay.
Örneğin suyun kaynamasının ve buharlaşmasının nedenini ele alalım. Su
moleküllerine yeterli enerji verilince atmosfer basıncını yenerek yükseldikleri
hipotezi ile yalnızca iki parametre, suyun sıcaklığına ve atmosfer basıncını
ölçen deneyler yapabiliriz. 1 Atmosfer hava basıncında 100 C0 sıcaklıkta su kaynayacaktır. Basıncı
değiştirip kaynama noktasının sıcaklığının değişimini gözleyebiliriz. Oysa
sosyal bilimlerde olay çok değişkene bağlı ve nedenini görmek çok kolay değil.
Örneğin bir iktisadi kriz, birçok iktisadi parametreye, hatta bazıları hiç de
iktisat temelli olmayan parametrelere, bağlı olabilir.
C. F. Gauss’un
(1777–1855) nitelemesi ile matematik “bilimlerin kraliçesi” olarak biliniyor ve
tüm bilimler için bir dil oluşturuyor. Sosyal bilimlerde istatistiklere ve
anketlere bakabiliyoruz, ama birçok durumda sayısal değerlere ulaşmak çok zor,
hatta olanaksız.
Matematiksel yöntemlerin
uygulanmasına en yakın sosyal bilim sanırım iktisattır. İktisadın en bilinen
arz - talep ilişkisini ele alalım. Pazara sürülen bir mal veya hizmetin
satışının hangi fiyatla ve ne miktarda gerçekleşeceği çok uzun bir süredir
iktisatçıların üzerinde çalıştıkları bir konudur. 17.yüzyılda Locke’tan
başlayarak pazar mekanizmasını inceleyen birçok iktisatçı (Sir James Steuart,
Adam Smith…) bu konuyu ele aldı. Son olarak da 1890’da, Alfred Marshall bugün
kullanılan arz - talep eğrisini geliştirdi.
Şekil 2’de İktisat
eğitiminin başında öğrenciye gösterilen Arz - Talep eğrileri görülmektedir.
Önce alıcıyı düşünelim. Diğer her şeyin değişmediğini varsayarsak (ceterus
paribus) alıcı, bir mal veya hizmetin birim fiyatı ne kadar yüksekse o kadar
az miktarda almak isteyecektir (talep eğrisi). Şimdi de satıcıyı düşünelim.
Yine diğer her şeyin değişmediğini varsayarsak (ceterus paribus) satıcı,
bir mal veya hizmetin birim fiyatı ne kadar yüksekse o kadar fazla miktarda
satmak isteyecektir (arz eğrisi). İşte alıcı ile satıcı serbest bir pazarda
karşı karşıya geldiklerinde bu arz ve talep eğrilerinin kesiştiği denge
noktasında o mal veya hizmetin fiyatı (F1 TL) ve miktarı (M1 adet)
belirlenecektir. Şimdi de diğer bazı pazar şartlarının değiştiğini. örneğin
alıcının gelirinin arttığını düşünelim. Bu durumda Şekil 3’de görüldüğü gibi
alıcı o mal veya hizmetten daha fazla miktarda alabilecek (talep eğrisi sağa
kayacak) ve daha yüksek bir fiyat (F2 TL) ve miktarda (M2 adet) denge
kurulacaktır.
Bizi ilgilendiren
matematiğin kullanımı açısından bakarsak, örneğimizde temel matematiksel
kavramların kullanıldığını görüyoruz. Ama eğrilerin üzerinde sayılar yok! Arz -
talep eğrileri niteliksel (qualitative) bir ilişkiyi gösteriyor;
niceliksel (quantitative) ilişki kurulamıyor. Örneğin satıcı xxx marka
otomobilden kaç tane üretip hangi fiyattan pazara sürebileceğini kesin olarak
bilemiyor. Benzerleri ile karşılaştırıyor, anketlerle alıcının talebini
anlamaya çalışıyor.
Oysa fen alanında
örneğin yukarıda andığımız Coulomb Yasası aradığımız F kuvvetini bize ayrıntılı
biçimde veriyor. Kürelerdeki statik elektrik yükleri 5 mC ve 100 mC ise, itme
(veya çekme) kuvvetinin aralarındaki uzaklığa göre hesaplayıp eksenlere sayılar
koyarak çizebiliriz (Şekil 4).
Fen bilimlerinde koşullar zaman ve mekandan bağımsız. Dünyanın çok uzak köşelerinde deniz seviyesindeki laboratuarlarda (1 Atmosfer hava basıncı için), yüzlerce yıl arayla deney yapsak su 100 C0’de kaynadığını görüyoruz. Oysa bir Büyük Okyanus adasındaki toplayıcı - avcı toplum, Batı Avrupanın sanayileşmiş toplumundan çok farklı. Bu toplumları inceleyen sosyologların da çok farklı şeyler gözlemesi doğal. Benzer değişim zamanda da gözleniyor. Örneğin kapitalist iktisatta bazı parametrelerin değişimi üzerinde çalışan bir araştırmacı, geçen 100 yıl içinde bile farklı (merkantilist, liberal, Keynesyan, neo-liberal… ) iktisadi modellerin oluşturduğu çok farklı ortamlar içinde ilgilendiği parametrelerin değişimini gözleyecektir.
Bilimsel yöntemi
uygulayan bilim insanında gerekli nitelikler, özellikle “tarafsızlık” konusu
çok ilginç. Örneğin bir çiçeğin “taç yapraklarının ne işe yaradığını”
inceleyen bir botanikçi kolayca tarafsız olabilir. Ama “ilkokulda Kürtçe
eğitim yararlı olacak mı” sorusuna yanıt arayan bir eğitimcinin tarafsız
olması çok daha zor olacaktır.
Tarafsızlığa oldukça
yakın bir konu da “yanlışlanabilirlik” (falsification). İnançlar
alemindeki dogmalardan farklı olarak, bilim dünyasındaki her türlü düşünce,
hipotez, kuram ve yasaların temel özelliği, bunların inceleme,
değerlendirme, geliştirme, düzeltme veya tümüyle yanlış olduğunun
kanıtlanmasına açık olması. Sosyal bilimlerde tarafsız olmanın zorluğu
doğrulama / yanlışlama konusuna da yansıyacak, uzmanların çelişik fikirleri
kafaları karıştıracaktır.
Bir Sosyal Bilim Örneği
Olarak Tarih
Sosyal alandaki bir
başka konu olan tarihe yaklaşım iktisattan daha ilginç. Tarih, geleneksel
olarak, -bir sosyal bilim olarak değil- insani (beşeri) konular (humanities)
kapsamında bir sosyal çalışma (social study) olarak olayları, tarihleri
ve kişileri ele alırdı. Bu tür bir tarih anlayışı, kıral-padişah
isimlerinin, savaş-fetih tarih ve sonuçlarının vb. “ezberlenmesini” gerektirir
ve bu anlamda tarihin “ezberci eğitim” örneği oluşturur. “Kara kuruşun” ne olduğunu
bilmeyen öğrencinin tarih kitabında “1664’de yenilen Avusturya’nın Vasvar
Antlaşması ile Osmanlı’ya 200 000 kara kuruş savaş tazminatı vermesine
karar verildi” gibi ezber örneklerini hepimiz hatırlarız.
Zaman içinde tarih
çalışmalarının bir “bilim” haline dönüştüğünü görüyoruz. Geçmiş olaylar,
yöneticiler, savaşlar kuşkusuz önemlidir. Ama günümüzde tarih, ele alınan olay
gerçekleşirken insanları ve çevreleyen koşulları ele alarak olayların neden ve
nasıl bir süreç içinde gerçekleştiği ve sonuçlarının neler olduğu
üzerine yoğunlaşıyor. Böylece bir başka durumda / dönemde insan ve çevre
koşullarının benzer olduğunda aynı olayın neden gerçekleştiği veya
gerçekleşmediği incelenebilir.
İlk örneğimizi Birleşik
Krallıktan verelim. Cambridge Üniversitesinde üzerinde çalışılan bir konuyu ele
alalım. Çeşitli gözlemler sonucunda hipotezin “17. Yüzyılda İngiltere’de
kral ve kraliçelerin toplumu yönetme gerekçelerinde Hıristiyan dininin onlara
verdiğine inanılan kutsal haklar önemli yer tutardı” biçiminde formüle
edildiğini düşünelim. Gerçekçi bir yöntemle geçmişi araştıran bir tarihçi
öncelikle birçok güvenilir birincil kaynağı inceleyecektir. Bu konuyu araştıran
öğrenci, din kaynaklarını, o dönemin yöneticilerinin söylediklerini ve karşı
görüşleri araştıracaktır. Üniversitenin önerdiği kaynaklar şöyle sıralanıyor:
- Kraliçe I. Elizabeth zamanında okunmuş bir vaaz (homily) (1570);
- İncil’deki Aziz Paulus’un mektupları;
- Kral I James’in Parlamentoda yaptığı konuşma (1610);
- İncil’in Yaratılış Bölümünde Hz. Adem’in ilk koca, baba ve kral rolleri;
- Oxford Üniversitesinin kralın kutsal haklarına karşı gelenlerin argümanlarını sıralayıp Kral II. Charles’ı savunan hükmü (1683);
Bu tür bir çalışma
sonucunda yukarıda belirtilen hipotez, bir kuram niteliği kazanacak ve -aksini
kanıtlayan bir çalışma olmadığı sürece- bizlere yol gösterecektir.
İkinci örneğimizi kendi
tarihimizden verebiliriz. Osmanlı Devletinin kuruluşundaki efsaneler ve gerçeklerin
tartışıldığı bilimsel toplantıda Ahmet Yaşar Ocak’ın sunduğu makalede, dönemin
kaynaklarında Osmanlı Beyliğini kuruluş döneminde önemli rol oynayan Dervişan-ı
Rum inceleniyor. Bilindiği gibi bu konu Aşıkpaşazade, Fuat Köprülü, İsmail
Hakkı Uzunçarşılı... tarafından incelenmiş; Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı
ile de kamuoyunun dikkatine gelmiştir. İlginç olan Anadolu Selçukluları
döneminde gelişen birçok güçlü sufî tarikatına bağlı dervişlerinin pek de bu
çabaya katılmamalarıdır. Örneğin Mevlana Celâlettin-i Rumî’’nin torunu Ulu Arif
Çelebi’nin Ege’deki beyliklerde yaşadığını ve mevlevihaneler kuruduğunu
biliyoruz. Bu gibi tarikatlara bağlı dervişler Osmanlı’nın çabasına katılmıyor.
İşte Ocak bunun nedenini inceliyor. Marmara bölgesinde kurulan Osmanlı Beyliği
Bizans’la sürekli temas halinde ve fetihlerle topraklarını genişletme çabası
içinde. Ocak’ın hipotezi Dervişan-ı Rum’un, bu fetih yağmasından pay
almak isteyen yoksul göçebe dervişlerden
oluştuğu. Mevlevi, Kâdirî, Rifaî gibi çok bilinen zengin, güçlü ve yerleşik
sufî tarikatları ise Batı Anadolu’da yerleşmiş Aydınoğulları, Menteşeoğulları,
Germiyanoğulları gibi beyliklerde güçlenmiş ve kentlerdeki yerleşik düzene uyum
sağlamış. Osmanlı fetihlerinde görev alan Dervişan-ı Rum ise yukarıda değindiğim
gibi yoksul dervişlerden oluşuyor. (Hatta biraz konumuzun dışına çıkarsak,
konumuz olan dervişlerin değil ama Batı Anadolu’daki bu beyliklerin, Osmanlı’ya
karşı Timur’u kışkırttıklarını da söylenebilir).
Kuşkusuz bu örneğin
bizim açımızdan ilginç yönü tarihçinin olguların ötesine geçip bir neden arama
çabası içine girmesidir.
Sonuç
Bilindiği gibi 17.
Yüzyılda yaşanan bilimsel devrimin (scientific revolution) ardından 18.
Yüzyıllardaki Aydınlanmanın temel ilkesi “kendi aklını kullanmaktan korkma” olarak
belirlenebilir. Burada gerçeğin iki sütun, akıl ve bilgi sütunları, üzerinde
yükseldiği vurgulanmaktadır. Doğru bilgiye aklın önderliğinde
ulaşılabilecektir. Bazı bilgi alanlarında, özellikle fen bilimlerinde, Bilimsel
Yöntem uygulanabilir ve “deney” yapılabilir; diğer bazı alanlarda ise aklın
önderliğinde olmak koşuluyla başka yöntemler geliştirilebilir ve uygulanabilir.
(Burada bir parantez açıp bu “akıl” kavramının çağrışımı ile İslam dünyasına
değinebiliriz. İslam dünyasında ilimlerin “aklî ilimler” - “naklî
ilimler” (güvenilen kitaplardan, ulemadan aktarılan ilimler) olarak
sınıflandığını, giderek aklî ilimlere daha az önem verildiğini, yepyeni
çalışmalar yapmak yerine daha önce yazılmış eserlere notlar yazıldığını (şerh
edildiğini) belirtmeliyiz.)
Başlıktaki soruya
dönersek sosyal bilimlerin “bilim” olarak nitelenip nitelenemeyeceği bir tanım
sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bir dizi bilim tanımından sosyal bilimleri
kapsayacak veya kapsam dışında bırakacak tanımı benimseyebiliriz. Sosyal bilim
terimini kullansak da bu alanlarda bilimsel yöntemin (scientific method)
uygulanamadığı (veya çok önemli kısıtlamalarla uyglandığı); benzer biçimde
matematiğin olanaklarından da yararlanılamadığı belirgindir. Diğer yandan
sosyal bilimler kapsamında yürütülen çalışmaların bilgi birikiminin ötesine
geçmesinden yanaysak; bu alanlarda akıl yürütme, sistematik bilgi derleme,
nedensellik ilişkilerini inceleme... gerektiğini düşünüyorsak sosyal bilimleri
“bilim” olarak ele almalı ve nitelemeliyiz. İşte bu nedenle Richard Feynman’ın
ifadesini seviyorum: “Bilim kendi kendimizi kandırmamak için yaptığımız
şeydir.”