GİRİŞ
Benim klasik
Yunan felsefesine özel bir ilgim yok. Benim ilgimi daha çok “Avrupa’nın Şafağı”
olarak adlandırdığım XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllar çekiyor. Çünkü bu dönem
•
Kültür açısından “Batı Uygarlığının”
•
Tarih açısından “Yeni Çağın”
•
Sosyoloji Açısından “Modernitenin”
•
Ekonomi Açısından “Kapitalizmin, Merkantilizmin”
•
Bilim Açısından “Bilimsel Devrimin”
•
Teknoloji açısından “Sanayi Devriminin”
•
Politik açıdan “Kentsoylu Devrimlerinin” çağı.
Kısacası bu
dönem günümüzde yaşadığımız dünyanın oluşum dönemi. Tabii bu durum bir dizi ek
soruyu da gündeme getiriyor. “Neden bu gelişmeler Batı Avrupa’da oldu?” veya her Türk aydınının kendine sorduğu gibi
“Neden Osmanlı bu gelişimin dışında kaldı?” Bu sorular çok ilginç; ama bugünkü
konumuzun dışında kalıyor.
Avrupa’nın
şafağını incelerken bu dönemde tüm bilim dünyasının “Aristoculuğa” karşı savaştığını
biliyoruz. İşte benim Aristo’yu okuma ve anlama çabam da bu anlamda “düşmanca”
bir bakış açısıyla başladı. Oysa Aristo
hakkında okurken içimde bir hayranlık da gelişti. Birdenbire kendimi birçok aşk
romanında ve filminde görüldüğü gibi bir nefret – sevgi sarmalı içinde buldum.
İşte bu nedenle “Aristo’ya Hayranım - Aristo’ya Düşmanım” diyorum.
BİR FRESK
Sanırım Avrupa'nın şafağında Kilisenin Antik Yunan felsefesine bakışını en iyi,
Rafael’in “Atina Okulu” freskinde
buluyoruz.
1509-1511 döneminde Papa II Julius tarafından Vatikan’da kütüphane duvarına yaptırılan bu büyük boyutlu freskte bir dizi karakter yer alıyor. Resmin odağında Platon ve Aristo var. Platon parmağıyla gökyüzünü işaret ediyor, gözleri de belirsiz bir noktaya bakıyor. Sanki “idea”larına dalmış gibi. Yanında ise Aristo var. Eliyle yeryüzünü gösteriyor ve hocasının yüzüne bakarak sanki “içinde yaşadığımız doğaya, yeryüzüne bakalım” diyerek onu ikna etmeye çalışıyor. Sokrates. Zeno, Epicurus, İbni Rüşt, Parmenides, Heraklitus, Pythagoras, Dioogenes, Ptolemaeus, Euclid… hepsi bu freskte yerlerini almışlar. Düşünürler, kişiliklerini yansıtan bir Rönesans üslubu ile çizilşmiş üç boyutlu figürler. Bir yandan birçok Rönesans resminde gördüğümüz gibi bir doğa ve gökyüzü var. Diğer yandan bir kiliseyi çağrıştıran bir yapı var. Duvarlardaki nişler içinde Artemis ve Apollon heykelleri var. Böylece Artemis’in bakire olması nedeniyle Hz. Meryem’e; Apollon’un Zeus’un –yani Tanrının oğlu olması nedeniyle Hz. İsa’ya göndermeler yapılıyor. Kısacası bu fresk üzerinde bir saat konuşulabilir. Ama benim vurgulamak istediğim kilisenin antik Yunan felsefesine bakış açısı. Resmin gerçek odağında Platon var. Giysisinin çarpıcı rengi ile de dikkati üzerinde topluyor. Ama ikincil figür de Aristo. Bence Kilisenin idealist Platonu tercih ettiği belirgin. Ama ikincil de olsa Aristo’nun da yeri çok önemli. Pekiyi ama neden? İşte bunu yanıtlamaya çalışalım.
1509-1511 döneminde Papa II Julius tarafından Vatikan’da kütüphane duvarına yaptırılan bu büyük boyutlu freskte bir dizi karakter yer alıyor. Resmin odağında Platon ve Aristo var. Platon parmağıyla gökyüzünü işaret ediyor, gözleri de belirsiz bir noktaya bakıyor. Sanki “idea”larına dalmış gibi. Yanında ise Aristo var. Eliyle yeryüzünü gösteriyor ve hocasının yüzüne bakarak sanki “içinde yaşadığımız doğaya, yeryüzüne bakalım” diyerek onu ikna etmeye çalışıyor. Sokrates. Zeno, Epicurus, İbni Rüşt, Parmenides, Heraklitus, Pythagoras, Dioogenes, Ptolemaeus, Euclid… hepsi bu freskte yerlerini almışlar. Düşünürler, kişiliklerini yansıtan bir Rönesans üslubu ile çizilşmiş üç boyutlu figürler. Bir yandan birçok Rönesans resminde gördüğümüz gibi bir doğa ve gökyüzü var. Diğer yandan bir kiliseyi çağrıştıran bir yapı var. Duvarlardaki nişler içinde Artemis ve Apollon heykelleri var. Böylece Artemis’in bakire olması nedeniyle Hz. Meryem’e; Apollon’un Zeus’un –yani Tanrının oğlu olması nedeniyle Hz. İsa’ya göndermeler yapılıyor. Kısacası bu fresk üzerinde bir saat konuşulabilir. Ama benim vurgulamak istediğim kilisenin antik Yunan felsefesine bakış açısı. Resmin gerçek odağında Platon var. Giysisinin çarpıcı rengi ile de dikkati üzerinde topluyor. Ama ikincil figür de Aristo. Bence Kilisenin idealist Platonu tercih ettiği belirgin. Ama ikincil de olsa Aristo’nun da yeri çok önemli. Pekiyi ama neden? İşte bunu yanıtlamaya çalışalım.
BİR YAŞAM
Önce Aristo’nun
yaşam öyküsüne kısaca bakalım. Aristo
bugünkü Selanik yakınlarında M.Ö. 384’de doğmuş. Babası Makedonya Sarayında doktor.
Çok iyi bir eğitim alıyor. 18 yaşında Atina’ya gidip 20 yıl kalacağı Platon’un
Akademi’sine (academia) giriyor. Bu
döneme ilişkin bir dizi söylenti var. “Acaba Platon ile Aristo iyi anlaşıyor
muydu?” “Aristo Akademi’den Platon’un ölümünden önce mi, sonra mı ayrıldı?”.
Çelişik fikirler var. Atina döneminden sonra Aristo’yu Midilli ve Asos’da
özellikle doğayı incelerken buluyoruz. Zooloji ve botanik alanındaki
araştırmaları öncelikle bu dönemde yoğunlaşıyor.
Ardından
Makedonya başkentinde Pella’da genç veliahd İskender’in öğretmenliğini yapıyor.
Bu döneme ilişkin de çeşitli söylenceler var. İskender’in iyi bir öğrenci olup
olmadığına ilişkin farklı görüşler var [RUSSEL]
Ardından
ikinci Atina dönemi geliyor. Kendi okulunu, Liseyi (Lyceum) kuruyor ve kitaplarını yazıyor. Atina’da Makedon karşıtı
siyasal görüşlerin artması üzerine Eğriboz adasına geçiyor ve birkaç yıl sonra
M.Ö. 322’de 62 yaşında ölüyor.
ARİSTO ve BİLİM
Antik
Yunan’da felsefe - din – bilim üçlüsünün bir arada olduğunu biliriz. İşte bu
üçlü içinde Bilim deyince Aristo öne çıkıyor. Şimdi de yeryüzü – evren
anlayışından başlayarak yaşam gözlemlerine uzanan bir yelpazede Aristo’nun bu
yönüne göz atalım.
Yeryüzünün
küresel yapısı antik Yunan’da iyi bilinen bir konuydu. Aristo da kendinden
önceki çalışmalara ve kendi gözlemlerine dayanarak bunu vurguladı. Ufuktan
gelen geminin önce direğinin, sonra gövdesinin görünmesi; farklı enlemlerde
gözlem yapıldığında sabit gök cisimlerinin farklı açılardan görülmesi gibi
deneyler bu küreselliğin işaretiydi. Dünyanın küreselliği konusunda kuşku
yoktu. Zaten sonraki yüzyılda çevresi de ölçülecekti. (Erastotenes M.Ö. 240’da 40 000
km gibi oldukça doğru bir ölçüm yaptı [OSSERMAN s.9-21].
Diğer yandan
Aristo’ya göre sürekli bir rüzgâr hissetmediğimize göre yeryüzü hareket
etmiyordu. Dönmesi veya ilerlemesi söz konusu değildi.
Yeryüzünün
hangi kök elemanlardan oluştuğu sorunu antik felsefenin Thales’ten beri
tartışılan temel soruşlarından biriydi. Aristo öncesinde toprak – su – hava
–ateş dörtlüsünde anlaşılmıştı. Aristo buna katlı olarak her bir kök-elemanın “doğal
bir yeri” olduğunu ve o “doğal yere” gitmek istediğini belirtti. Toprağın doğal
yeri yerkürenin merkeziydi. Bu nedenle havaya bıraktığımız cisim yere
düşüyordu. Suyun doğal yeri yeryüzünün yüzeyiydi. Bu nedenle su derinlerden
yeryüzüne çıkıyor ve akarsuları oluşturuyordu. Ateşin doğal yeri gökyüzüydü. Bu
nedenle ateş ve duman gökyüzüne doğru uzanıyordu. Katı cisimlerin doğal yerinin
yerkürenin merkezi olması önemli bir sorununu da çözüyordu: Yeryüzünün
“altındaki” cisimler boşluğa düşmüyor. Çünkü doğal yeri olan “kürenin
merkezine” yöneliyor.
Ayrıca bir
cisim içinde ne kadar toprak kök-eleman elemanı varsa bu çekim o kadar güçlü
olacaktır. Bunun bir sonucu olarak Aristo ağır bir cismin hafif bir cisimden
daha hızlı düşeceği sonucuna vardı.
Yeryüzü
durduğuna göre bütün gök cisimlerinin dünyanın çevresinde dönmesi gerekiyor.
Yeryüzünde çeşitli düzensizlikler, çürüme, bozulma gözleniyor. Oysa özellikle
yıldızlar çok düzenli hareket ediyor.
Ay, gezegenler ve kuyruklu yıldızlar ise daha düzensiz hareketler yapıyor. Demek ki gök cisimlerinde yukarıda andığımız dört kök-elemana ek olarak bir de “kusursuzluk” kök-elemanı olmalı. Evreni yeryüzünü çevreleyen kristal küreler biçiminde düşünmeliyiz. Bu “kusursuzluk” kök-elemanı en dış kürede yer alan yıldızlarda en fazla miktarda olmalı. Kuyruklu yıldızlar, ay ve gezegenler daha az “kusursuzluk” kök elemanı ile daha alt kürelerde hareket etmeli. Örneğin kuyruklu yıldızların hareketi ayın hareketlerine göre daha “düzensiz” olduğu için kuyruklu yıldızlar yeryüzüne daha yakın olmalı.
Ay, gezegenler ve kuyruklu yıldızlar ise daha düzensiz hareketler yapıyor. Demek ki gök cisimlerinde yukarıda andığımız dört kök-elemana ek olarak bir de “kusursuzluk” kök-elemanı olmalı. Evreni yeryüzünü çevreleyen kristal küreler biçiminde düşünmeliyiz. Bu “kusursuzluk” kök-elemanı en dış kürede yer alan yıldızlarda en fazla miktarda olmalı. Kuyruklu yıldızlar, ay ve gezegenler daha az “kusursuzluk” kök elemanı ile daha alt kürelerde hareket etmeli. Örneğin kuyruklu yıldızların hareketi ayın hareketlerine göre daha “düzensiz” olduğu için kuyruklu yıldızlar yeryüzüne daha yakın olmalı.
Aristo’nun
dinamik konusunda da gözlemleri ve geliştirdiği bir kuram var. Bu kapsamda bir
cismin hareket etmesi için “hareket etmeyen hareket ettiricinin” gerekli
olduğunu vurguluyor [RONAN s.109].
Yukarıda
Aristo’nun doğa gözlemleri yaptığını belirtmiştik.
• Kabuklu
deniz hayvanları, ahtapot, denizanası gibi canlılar özellikle ilgilendiği bir
alandı. Örneğin denizkestanesinin ağzındaki bölgeyi ayrıntıları ile betimlediği
için bu bölge günümüzde de “Aristo Feneri – Aristotle
Lantern” adıyla biliniyor.
• Yunusların
“balık” olmadığını ve köpek balıklarının “doğurduğunu” gözledi.
• Geviş getiren
hayvanlarının çoklu mide yapıları olduğunu belirtti.
• Civcivin
embriyolojik büyümesini inceledi. Bu konuda yaptığı gözlem günümüzde dünyanın
en önemli 20 deneyinden biri olarak niteleniyor [HARRE, s. 27].
• Arıların
topluluk yaşantısını gözlemledi ve kovandaki ilginç iş bölümünü anlattı
Bu doğa
incelemeleri sonucunda Aristo yaklaşık 500 hayvanı sınıfladı [RONAN s. 110]. O
“kanlı – kansız” diye başladı sınıflamasına. Bugün biz “omurgalı – omurgasız”
diye sınıflıyoruz. Ama yine de birçok yakınlık ve ilginç yönler var. Örneğin
balinaların yumurtlamadıklarını ve “balık” olmadığını anlamış. Ama
emzirildiklerini gözleyememiş ve “memeli” olarak niteleyememiş.
Ayrıca
Aristo’nun bu bilimsel çalışmalarını, gözlemlerini, kuramlarını çok akıcı bir
dille kaleme aldığını belirtmeliyiz. Örneğin yağmurun oluşumunu şu biçimde
anlatıyor: “… güneş, bilinen biçimde
hareket ederken, değişim, oluşum ve zayıflama süreçlerini oluşturur. Böylece en
iyi ve tatlı su her gün yükselir, buhar içinde erir, üst katmanlara çıkar,
oradaki soğuk nedeniyle tekrar yoğunlaşır ve yeryüzüne döner.” Yer yer
adeta şiirsel bir anlatıma ulaşan bu dili Çicero “altın bir nehrin akışına”
benzetir.
ARİSTO MANTIĞI
Aristo
deyince hemen aklımıza Aristo Mantığı geliyor. Aristo’nun kurucusu olduğu
“klasik mantık-biçimsel mantık” (formal
logic) kuşkusuz çok geniş bir konu. Burada yalnızca Aristo’nun amacını:
salt düşünce yolu ile “doğru” ya ulaşmak amacını vurgulamak istiyorum.
Öznel
bilgiye salt düşünce yolu ile ulaşmak için Aristo’nun öncülük ettiği çıkarım (syllogism – istidlal) konusunu incelemek için önce terim – term’lerle başlayalım. Terimler olumlu veya olumsuz bir niteleme
veya eylem içermeyen sözcük veya sözcük gruplarıdır: “insan” veya “ölümlü”
gibi. Bunlardan ikisini, birini özne (subject)
diğerini yüklem (predicate) olarak
kullanarak bir önerme (preposition) geliştirebiliriz:
1)
İnsanlar
ölümlüdür.
Şimdi
birinci önermede özne olan terimi (insan) yüklem olarak kullanan ikinci
önermeyi yazabiliriz:
2)
Sokrates
insandır.
Bu iki
önermeyi kullanarak sonuca ulaşabiliriz:
3)
Sokrates
ölümlüdür.
Kuşkusuz buradaki
çıkarım aşırı basitleştirilmiş bir örnektir. Öznelerin tekil - çoğul veya
yüklemlerin olumlu – olumsuz olduğu durumlar, daha karmaşık yapılar
geliştirilebilir. Ama ben çıkarımın veya daha genel bir yöntemle tümdengelim
yaklaşımının temel amacını vurgulamak istiyorum: eğer “tüm”ü bilirsek –örneğin
gözlemler yaparak tümevarım ile “tümü” öğrenirsek ve çıkarım gibi bir yöntemle düşünce
ile “doğruya”, öznel hakkındaki bilgiye ulaşabiliriz. Artık öznel hakkında
deney yapmamıza gerek yok! Yukarıdaki örneğimize dönersek “gerçekten ölümlü
mü?” diye Sokrates’i öldürmeye çalışmak veya ölünceye kadar beklemek zorunda değiliz!
PAPALIĞIN YAKLAŞIMI
Aristo’nun bazı
fikirleri kilisenin çok hoşuna gitti. Bu fikirlerin değiştirilmesi ve
geliştirilmesi yasaklandı. Aristo donduruldu. “Skolastik” olarak nitelediğimiz
eğitimde Aristo incelendi, okundu, her kelimesi anlaşılmaya çalışıldı. Özellikle
doğa ile ilgili konuların yorumlanması gerektiğinde binlerce yıl temel başvuru
kaynağı bu fikirler oldu.
a)
“Hareket
Etmeyen Hareket Ettirici” fikri çok iyiydi. Yıldızları, güneşi, gezegenleri
dünyanın çevresinde sürekli çevirmekten başlayarak dünyadaki her şeyi “işleten”
bir Tanrı kavramı kiliseye çok uygundu.
b)
Gökyüzündeki
kristal küreler ve özellikle gökyüzünün üst katlarında “kusursuzluğun” artması
da uygun bir kavramdı. Tanrının ve Cennetin bu üst katlara yerleştirilmesi Gök
- Tanrı inancından beri yerleşmiş bir inanç biçimiydi.
c)
Belki de
hepsinden önemlisi tümevarımın kilise için çok yararlı bir uygulama olmasıydı.
“Tüm” kuşkusuz Tanrı, Tanrı sözü, Tanrı eylemiydi. Tümü en iyi bilen kilise
tümdengelim ile her öznel olay hakkında hüküm verebilirdi.
Bu konuda birçok örnek verilebilir. Bir örnek vermek gerekirse
evrenin yeryüzünün ne zaman yaratıldığını öğrenmek için jeolojik zamanları
incelemek gerekmez. Cambridge öğretim üyelerinden John Ligtfoot 1644’de kutsal
kitaplarda adı geçen bütün peygamberlerin yaşam öykülerini, onlardan sonra
gelen sapkınlık dönemlerinin sürelerini ardı ardına ekleyince evrenin M.Ö. 3929
yılında yaratıldığı sonucuna vardı [“The Harmony of the Four Evangelists among
themselves, and with the Old Testament, with an explanation of the chiefest
difficulties both in Language and Sense” (1644)]. 10 yıl sonra, 1654’de bu kez gerçek bir din adamı İrlanda’da James
Ussher daha hassas bir hesap yaptı ve evrenin M.Ö. 4004 yılında 26 Ekimi
27 Ekime bağlayan gece yaratıldığını belirledi! [Annales vetiris
testamenti, a prima mundi origine deducti; Annalium pars posterior” (1654)]. Bu çalışmaların 17. Yüzyılın
ortalarında Galilei ve Newton çağında, Batı Avrupa’da yürütüldüğüne özellikle dikkatinizi
çekmek isterim.
Aristo’nun
kilise tarafından “dondurulmasının” üzerinden yüzyıllar geçti. Avrupa kültürünü
derinden etkileyen olaylar gelişti. Rönesans, Reform ve Keşiflerin etkileri çok
derin oldu. Kurulu düzen de çeşitli tepkiler verdi. Örneğin her şeyin kaynağı
olan Kutsal Kitapta yenidünyalardan da söz edilmiyordu.
Katolik
Kilisesi önce her türlü inançsızlığın yasaklaması yolunu seçti. İspanyol, Portekiz
ve Roma engizisyon düzenlerinin kuruluş tarihlerinin sırasıyla 1478, 1536 ve
1542 olduğunu göz önüne aldığımızda ilk tepkinin yasaklama olduğunu görüyoruz.
Ayrıca gelişmeleri tevil etmeye çalışanlar oldu örneğin İncil tarihçisi Benito
Arias Montano “İncil’e göre Hazreti Süleyman’ın gemileri servetlerini
Peruaim’den taşımıştı. Belli ki Peru isimli altın zengini ülkeye uğramıştı”
(1572). Yada gelişmelerin sansasyon yaratacak ve kamuoyunu oyalayacak yönleri
yaratılıp vurgulanmaya çalışıldı. Örneğin Amerika hakkında yazılar yazan
gezginler Hans Staden, Jean de Léry ve André Thévet Amerika kıt'asındaki –tümüyle
uydurma- yamyamlık olaylarını anlattılar. Ama sonunda acı gerçeğin itiraf edilmesi
kaçınılmaz hale geldi: Cizvit gezgin José de Acosta: “Batı Hint adalarına
vardığımda başıma gelenleri anlatacağım. Şair ve Filozofların “Sıcak Kuşak” ile
ilgili yazılarını okumuş biri olarak Ekvator’a ulaştığımızda kavurucu sıcağa
dayanamayacağıma kendimi inandırmıştım. … Aristo’nun Meteorologika’sına ve
felsefesine gülmekten başka çarem yoktu; zira onun kurallarına göre bu yerde ve
bu mevsimde her şeyin sıcaktan kavrulması gerekirken, ben ve arkadaşlarım
üşüyorduk.” [GRAFTON].
BİLİMSEL DEVRİM
Bilimin
tanımı, bilimsel yöntemin ne olduğu çok geniş boyutlu bir konudur ve günümüzde
bile Bilim Felsefesi kapsamında tartışılmaktadır [YILDIRIM, 2008]. Diğer yandan
Bilimsel Devrim olarak nitelenen büyük aşamanın kuramsal boyutunu özellikle Francis Bacon, “Novum Organum” (1620)
ve Réne Descartes’a “Discours de la méthode
pour bien conduire sa raison, et chercher la verité dans les sciences”” (1637)
borçlu olduğumuzu biliyoruz.
Devrimin
uygulamasına gelince XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllarda yaşayan birkaç ismi
anarsak sanıyorum devrimin büyüklüğü için başka bir açıklama gerekmeyecektir:
- · Nicolaus Copernikus’un - Mikołaj Kopernik (1473-1543)
- · Galileo Galilei’nin (1564 – 1642)
- · Tycho Brahe (1546 – 1601)
- · Johannes Kepler (1571 – 1630)
- · Isaac Newton (1643 – 1727)
XVIII.
yüzyıl ortalarına geldiğimizde Galileo’nun deyimiyle bilim buyruk tanımaz hale
gelmiş [BOLLES] ve Aristo’nun dokunulmaz kuramlarından pek bir şey kalmamıştı.
Şimdi dikkatimizi
bilime, bilimsel yönteme ve Aristo’da neyin eksik olduğuna yöneltebiliriz. Bilimin
kapsamının ne olduğu konusunda çeşitli tanımlar yapıldığı gibi bilimsel yöntemin
hangi adımları izlediği konusunda da çeşitli farklı görüşler vardır [YILDIRIM
2001]. Örneğin Einstein: “Bilim her türlü
düzenden yoksun duyu verileri ile mantıksal olarak düzenli düşünme arasında
uyumluluk sağlama düşüncesidir” [EINSTEIN, s. 91] derken gözlemlerin
sonuçlarının “düzensiz” gördüğünü belirtir. Oysa Russell “Bilim, gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla önce dünyaya
ilişkin olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır”
RUSSELL, s. 8] diyerek bu olguları düzenli bulduğunu ve bu düzeni ortaya
çıkartmak istediğini vurgular.
Konumuz
açısından bilim felsefesinin derinliklerine girmeden bilimsel yöntemin ne
olduğuna bakabiliriz. Ne de olsa “Bilim
dediğimiz etkinliğin asıl özelliğini ürettiği bilgiden çok bilgi üretme
yönteminde aramalıyız” [YILDIRIM, 1995 s.3]. Bilimsel yöntemin çok basit
olarak aşağıdaki adımlardan veya onların çeşitli türevlerinden oluştuğunu
söyleyebiliriz:
• Gözlem
yapılacak – Sorun dikkat çekecek
• Hipotez
geliştirilecek
• Hipotezi
doğrulayan deney yapılacak
• Sonuç
matematiksel biçimde ifade edilecek
• Yayınlanacak
• İnceleme,
eleştiri ve geliştirme yapılacak
Aristo’nun
çok fazla gözlem yaptığına değinmiştik. Özellikle gözlem için teknolojik
araçların çok yetersiz olduğu bir çağda bu konuda bir çığır açtığından kuşku
duyamayız. Bu gözlemlere dayanarak çeşitli hipotezler de geliştirdi.
İşte
bilimsel yöntemden sapma burada belirgin. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi Aristo
geliştirdiği hipotezleri “tüm” olarak kabul ediyor ve “doğru düşünme” yöntemini
kullanarak öznel olaylar hakkında karar verebiliyordu! Deney yapmaya gerek
yoktu! Hepimizin bildiği gibi Galileo farklı ağırlıkta iki cismi yüksek bir
yerden aşağı bırakarak düşme zamanlarını gözledi. Deney bu kadar basitti. Oysa
Aristo ağır cisimlerin (daha fazla toprak kök elemanına sahip olduklarına göre)
hafif cisimlerden daha hızlı yere düşeceklerini öngörmüştü. Bu konuda çok basit
bir deney yapmayı bile gerekli görmemişti. Belki de
daha çarpıcı olarak erkek-kadın dişleri belirtilebilir. Aristo’ya göre: Erkekler daha güçlü kuvvetli. Daha çok yemek
yiyorlar. Demek ki erkeklerin daha fazla dişleri var! Aristo, çevresindeki
erkek ve kadınların dişlerini saymak gibi çok kolay bir deneye bile başvurmadan
sonuca varabiliyordu.
Yine Bilimsel
Yöntemimizin adımlarına dönersek Aristo’nun gözlemlerini ve tezlerini geniş bir
biçimde ama matematik kullanmadan edebi bir dille yazdığını biliyoruz.
Günümüzde ise bilimin vardığı sonuçlar elden geldiğince basit formüllerle, eğer
bu olanaksızsa temel ilkeler ve modeller biçiminde sunulur. Çünkü “matematik dilinde denklemler şiire benzer.
Eşsiz bir doğrulukla gerçekleri dile getirir ve oldukça kısa ifadelerle ciltler
dolusu bilgiyi aktarırlar” [GUILLEN s. 3].
Son olarak -ama
bence Aristo konusunda en önemli sorun olarak- onun fikirlerinin dondurulduğunu,
2000 yıl boyunca tartışılıp geliştirilmediğini görüyoruz.
Yine hareket
fiziğinden bir örnek alırsak Newton hareket yasalarını kütlenin değişmezliği
üzerine kurmuş ve
diyerek
büyük bir kuvvetle büyük bir ivmeye ulaşılacağını kanıtlamıştı. Yaklaşık 200
yıl sonra Einstein ise ışık hızının sabit olduğunu, kütlenin değişebileceğini
öne sürdü:
Einstein,
Newton’u yalanlamadı. Newton devrinde düşünülemeyecek hızlara ulaşılması
durumunda gözlenebilecek bir eksiğini düzeltip geliştirdi.
Kuşkusuz
bilgi birikimi, bilimsel gelişme ve buluşlar çok eski çağlara ve çok farklı
coğrafyalara uzanır. Çin uygarlığında
kağıt, basım, pusula, barut, ipek…gibi çok önemli buluşların yapıldığını
biliyoruz. İslam uygarlığında ise balistik silahlar, petrol - kerosen
lamba, renkli cam, dışbükey / içbükey
ayna, su arıtma – alkol damıtma, çeşitli kimyasallar bulundu.
Diğer yandan
Batı ve Orta Avrupa’da XVI. yüzyılda başlayıp XVIII. yüzyılın sonlarına dek
süren Bilimsel Devrim ile bilgi
üretmenin yöntemi bulundu. Ardından gelen dönemde bilim ve teknolojideki
büyük atılımları bu yönteme borçluyuz.
SONUÇ ve DEĞERLENDİRME
Aristo’nun çok
kötüye kullanıldığını ve bu anlamda bir “kötü örnek” oluştuğunu düşünüyorum.
Öncelikle Aristo –Rafael’in freskinde görüldüğü gibi- dikkatimizi bir parçası
olduğumuz doğaya yöneltti. Belki birçok yanlış yaptı. Ama ardından gelenler onu
2000 yıl dondurarak çok daha büyük bir yanlış yaptılar. Bir anlamda hiçbir
dogmanın sonsuza kadar yaşayamayacağını kanıtlanmış oldu.
KAYNAKÇA
BOLLES,
Edmund Blair, TÜBİTAK Yayınları, 2000.
EINSTEIN,
Albert; “The Fundemantals of Teoretical
Physics”, Science, 1940.
GRAFTON, Anthony; “Yeni
Dünyalar – Eski Metinler”, Kitap Yayınevi, 2004.
GUILLEN,
Michael; “Dünyayı Değiştiren Beş Denklem”,
TÜBİTAK Yayınları, 2001.
HARRE, Rom;
“Büyük Bilimsel Deneyler”, TÜBİTAK
Yayınları, 1994.
OSSERMAN,
Robert, “Evrenin Şiiri”, TÜBİTAK Yayınları, 2000.
RONAN,
Colin, A.; “Bilim Tarihi”, TÜBİTAK Yayınları, 2003.
RUSSEL,
Bertrand; “History of Western Philosophy”,
Unvin Universal Books, 1967.
RUSSEL,
Bertrand, “Religion and Science”
YILDIRIM,
Cemal, “Bilimin Öncüleri”, TÜBİTAK
Yayınları, 1995.
YILDIRIM,
Cemal, “Bilim Felsefesi”, Remzi
Kitabevi, 2008.