Biyolojide genetik biliminin gerçek bir çığır açtığını
biliyoruz. Acaba toplumlar da yaşam bilimlerinde gözlediğimiz gibi gelişiyorlar
mı? Bu bence çok yaşamsal bir soru. Çünkü eğer kazanımlarımızı gelecek
kuşaklara aktaramıyorsak “insanlığın” gelişmesi için pek de iyimser olamayız.
Kuşkusuz teknolojik olanaklarımız artar; doğaya karşı mücadelemizde ilerleme
sağlarız; daha kolay ve rahat yaşayabiliriz. Ama zaman içinde daha erdemli, namuslu,
adil, ahlaklı… bireyler olmamız beklenemez.
Bilim çevrelerinde bu yaşamsal konuda, toplumsal genetik
konusunda çalışmalar yürütülüyor, hatta bu konuda biyolojik genetikteki “gen” teriminin benzeri olarak “mem” terimi geliştiriliyor. Bunlara
yazımın ikinci bölümünde değiniyorum. Ama önce biyolojik genetik konusunda
temel bazı bilgilerimizi tazelemek istiyorum. Çünkü biyolojik genetik bilimin
çok daha iyi aydınlattığı bir konu.
DNA - GEN
Sanırım genler hakkında bazı temel bilgileri hatırlayarak
başlamalıyız. DNA (Dioksiboro Nükleik
Asit) moleküllerinin ikili sarmal halinde dizildiğini biliyoruz. Aslında bu
çok da eski bir bilgi değil. 1950’lerde ABD ile İngiltere bilim çevreleri
arasında çok ilginç bir yarışma sonucunda Cambridge laboratuarlarında James D. Watson
(1928-) ve Francis Crick (1916-2004) tarafından DNA’nın yapısı ikili sarmal
olarak belirleniyor. Atom mikroskoplarının henüz icat edilmediği bir ortamda
yorumlanması oldukça güç olan X-ışını fotoğraflarına bakarak döner bir merdiven
biçimindeki moleküler yapının modelinin geliştirilmesinin Watson, Crick ve Wilkins’e 1962 Nobel ödülünü
kazandıran çok ilginç bir öyküsü var[1].
Modele baktığımızda şeker ve fosfat moleküllerinin
merdivenin düşey kenarlarını oluşturduklarını, yatay basamakların ise A, T, C
ve G bazlarından oluştuğunu görüyoruz. Burada ilk dikkatimizi çeken şey yatay
basamakları oluşturan baz çifti moleküllerinin A-T, T-A, C-G, T-A, G-C, A-T…
gibi kendinin yinelemeyen, düzenlerini kolayca yorumlayamadığımız bir yapıda
dizilmeleri, diğer bir anlatımla çözmek için uğraşmamız gereken bir kod
(genetik kod) içerdikleri olacaktır.
İkinci ilginç nokta ise bu bazlar arasındaki hidrojen
bağlarının 2’li veya 3’lü olması nedeniyle, her zaman A’nın karşısında T, C’nin
karşısında ise G yer almasıdır.
Hücrenin çoğalması sırasında merdiven basamaklarının bir
fermuar gibi ortadan ikiye ayrıldığını, solda kalan örneğin A, T, C, T, G, A
dizisinin karşısına sırayla T, A, G, A, C, T moleküllerinin yerleştiğini
görüyoruz. Böylece bölünme öncesindeki A-T, T-A, C-G, T-A, G-C, A-T …genetik
kod yeniden oluşuyor. (Burada önemli bazı basitleştirmeler yaptım. Aslında
hücre çoğalması transfer RNA -Ribo Nükleik Asitlerin- görev aldığı daha
karmaşık bir yapı. Ama bizim amaçlarımız açısından yukarıdaki basitleştirilmiş
anlatımın yeterli olacağını düşünüyorum).
Böylece ikili sarmal DNA modeli ile hem genetik kodu saklanması
hem de yeni hücrelere iletilmesi açıklanabilmiş oluyor.
DNA’lar hücre çekirdeklerinde, kromozomların içinde yer
alıyor, insan hücrelerinde 23 çift kromozom var ve cinsiyeti belirleyenlerin
dışında her çiftten biri anneden diğeri de babadan geliyor.İnsanın 23 çift kromozomunda 3 Milyar dolayında baz çifti
var. Bu baz çiftlerinin oluşturduğu uzun dizi incelenince belirli başlangıç ve
bitiş kodları ile GEN adı verilen bölümlere ayrıldığını görüyoruz. Bu anlamda
insanda 23 000 dolayında gen var. Her bir gen belirli bir özellik ve işlevi
tanımlıyor veya katkıda bulunuyor. Bence asıl ilginç olan yön bu genlerin
yalnızca % 2’sinin aktif olması – veya
günümüzdeki bilgilerle ne işe yaradığının anlaşılması. Bildiğiniz gibi Human Genome Project (1989-2003) adlı
bir proje ile insan genlerinin dizileri elde edildi. Günümüzde dizide yer alan
genlerin işlevlerinin ne olduğu konusunda yoğun bir çalışma var ve her gün yeni
haberler duyuyoruz. Konu oldukça karışık. Bir işlev için bir tane değil çok
sayıda gen var. Örneğin koku alma konusunda farklı kromozomlarda 856 gen olduğu
belirtiliyor.
Yukarıda hep insana ilişkin sayılar verdim. Farklı
organizmalarda farklı sayıda kromozom, gen ve baz çifti var. Örneğin Meyve
Sineğinde (Drosophila Melenogaster) 5 Kromozom ve 250 Milyon baz çifti
var. Bana yine de bu sayılar insana oranla çok büyük geliyor. Bizim kodumuzun
bir sinekten yalnızca 12 kat daha karmaşık olmasını pek kabul etmek istemiyorum
her halde!
DNA modelinin keşfedilmesinden yaklaşık 100 yıl önce doğa
bilimlerinde iki önemli kuram önerilmişti: kalıtım ve evrim. Hepimiz birçok
özelliğin büyüklerimizden kalıtım yoluyla aktarıldığını biliyoruz. Gregor
Johann Mendel (1822-1884) kalıtım yasalarını tanımlayarak baskın (dominant) ve bastırılan (recessive) eğilimlerin sonraki nesillere
ne biçimde aktarıldığını belirlemişti [2]. Alttaki şekilde kahverengi kutuların
-örneğin kahverengi saç gibi- baskın bir eğilimi; kırmızı kutuların ise (örneğin
kızıl saç gibi) bastırılan bir eğilimi gösterdiğini düşünelim. Farklı genetik
eğilimlerdeki ana-babaların çiftleşmesi sonucunda bu baskın (B) ve bastırılan
(b) eğilimler kuşaktan kuşağa aktarılacaktır.
Charles Robert Darwin (1809-1882) de doğal seçimle türlerin
nasıl doğaya uyum sağladığını; kuşaktan kuşağa değişime uğrayarak ilk halinden
nasıl farklı özellikler kazandığını gösterdi [3]. (Yazımın ikinci bölümünde
anacağım Richard Dawkins’in The Blind
Watchmaker-Kör Saatçi ve The
Ancestor’s Tale - Atalarımızın Öyküsü kitaplarının evrim konusunda yazılmış
çok güzel kitaplar olduğuna değinmeden geçemeyeceğim [4], [5].)
DNA modelinin geliştirilmesi ile bu her iki kuramda
açıklanan süreçlerin nasıl çalıştığını açıklamış oldu. Genetik özellikleriniz
bir kod biçiminde sperm ve yumurta hücreleri ile gelecek nesillere
aktarılıyordu. Yukarıda özetlenen DNA kopyalaması sırasında oluşan hatalar veya
kodu bozan mor ötesi ışınlar gibi dış etkenler sonucunda de türlerde
çeşitlilik-farklılık oluşuyor. Doğal çevreye daha iyi uyum sağlayan organizmalardaki
“başarılı” genler, kopyalanarak, çoğalarak daha sonraki kuşaklara aktarılıp
“gelişim” sağlanıyor. (Buradaki “başarı” ve “gelişim” gibi terimler çevreye
uyum açısından değerlendirilmelidir. Yoksa bir karıncanın mı yoksa insanın mı
daha “gelişmiş” olduğu bilimsel açıdan tartışılabilir.)
Burada “farklılıkların oluşması-seçim-başarının kalıcı
olması” olarak özetleyebileceğimiz sürecin biyoloji dışında da birçok süreçte
karşımıza çıktığını belirtmeliyiz. Örneğin şirketlerimize beyin fırtınası
toplantıları ile birçok aykırı fikrin su yüzüne çıkmasını isteriz. Ardından bir
değerlendirme süreci ile seçim yaparız ve son olarak da verdiğimiz karara
dayalı bir stratejiyi, ülküyü (vizyonu), görevi (misyonu) –en azından belirli bir süre- uygularız.
Toplumların siyasal yönetiminde de farklı örgütlerin, partilerin fikir
özgürlüğü içinde farklı fikirler oluşturmasını, daha sonra uygun bir seçim
düzeni ile “iktidarın” belirlenmesini ve yine –belirli bir süre- bu yönde
uygulamalar yapılmasını bekleriz.
Burada genlerin yol açtığı iki çağrışıma değinmek istiyorum:
ölümsüzlük ve iletişim hızı.
DNA ÖLÜMSÜZ MÜ?
DNA molekülleri kromozomlar onlar da hücrelerin çekirdekleri
içinde olduğuna göre hücreler ölünce, dağılınca, hele başka organizmalar
tarafından yenince kuşkusuz DNA da yok olacaktır. Bu anlamda bir “ölümsüzlük”
söz konusu değildir. Oysa “DNA’nın içerdiği bilgi” söz konusu olunca sorun
biraz daha karışık bir hal alıyor.
Birkaç yıl önce çok popüler olan “Jurassic Park” filmini anımsarsınız. Hani milyonlarca yıl önce bir
sivrisinek bir dinozorun kanını emmiş, sivrisinek bir reçine içinde çağımıza
kadar korunup bu kandaki dinozor DNA’sı kullanılarak yeni dinozorlar
üretilmişti. Filmin popüler olduğu günlerde yapılan bilimsel yorumları
hatırlıyorum. Bilim insanları “DNA çoktan bozulmuştur” diye eleştiriyorlardı. Ben
de bu eleştirileri okumuş ve filmi gerçekçi bulmamıştım. Bu gün ise pek emin
değilim. Çünkü Japon bilim insanlarının ciddi ciddi bir buzulda korunmuş bir
mamutun DNA’sını kullanıp yeni mamutlar üretmeye çalıştıklarını okuyoruz. Kuşkusuz
iyi korunmuş büyük bir organizmada birçok genin “kurtarılmasının”, birkaç damla
kan örneğinden daha kolay olduğunu da göz önüne almalıyız.
Bu aykırı örnekler –veya hayaller- bir yana bırakılırsa
günümüz pratiğinde DNA’nın kendisinin “ölümlü” olduğunu söyleyebiliriz. DNA ölümlü olmakla birlikte sakladığı genetik kodu kendinden
sonraki kuşaklara nasıl geçirdiğini yukarıda gördük. Bu kodun yüz milyonlarca
yıl kuşaktan kuşağa geçebildiğini, “hemen hemen ölümsüz olduğunu” söyleyebiliriz.
İnsan embriyosunun ilk evrelerinde ‑örneğin‑ yunus balığı embriyosuna nasıl
benzediğini hayretle gözlüyoruz.
Eğer organizma çevreye iyi uyum sağlar ve bu yönde gelişirse
genlerinde kodlanan bilgiyi geleceğe aktarabiliyor.
BEYİN – SİNİR SİSTEMİ - KAS GELİŞİMİ
Bilgi iletiminde en önemli konulardan biri bilginin “yeterince
doğru” aktarılması ise diğeri de “uygun bir sürede” iletilmesidir. Beyin bir
düşman geldiğini anlayıp kaçması gerektiğine karar verdiğinde organizma kısa
bir sürede bu komutu kaslara iletebilmeli ve kaslar da gereğini yapmalıdır. Madem
bilim kurgu çağrışımlarından söz etmeğe başladım biraz daha devam edeyim. Samanyolu’na
en yakın galaksi olarak Andromeda’nın adı bilim kurgu filmlerinde sıkça geçer. Hep
Andromeda’dan gelen uzaylılar söz konusudur. Andomeda yeryüzüne yaklaşık 2,5
Milyon ışık yılı uzakta olduğuna göre elektromanyetik dalgalarla mesajların
iletilmesi 2,5 Milyon yıl alacaktır. Oradan gelecek komutlara uyan yeryüzündeki
bir yaratığın dünyaya egemen olması bu iletişimdeki süreler nedeniyle hiç de
pratik olmayacaktır. Karşılıklı olarak birkaç komutun gidip gelmesi bile on
milyonlarca yıl alacak, Andromeda’yı bilmem ama yeryüzündeki organizmalar,
iklim, hatta jeolojik yapı bile büyük değişiklik gösterecektir. Demek ki Andromeda’lılar
yeryüzüne egemen olmak istiyorlarsa komut göndermekten vazgeçmeliler. Yeryüzüne
egemen olacak bir bilgisayar göndermeli ve komutları burada üretmelidir.
Bilirsiniz bir uzay gemisinin, kentin veya dünyanın
egemenliğin bir bilgisayara geçmesi de bilim kurgu filmlerinin en klasik
konularındandır. Bence bu konudaki en güzel örnek, bir başka bilim-kurgu
klasiği Kartal Göz – Eagle Eye
filmidir. Bir süper-bilgisayar (Autonomous
Reconnaissance Intelligence Integration Analyst -ARIIA) cep telefonlarının,
trafik ışıklarının, TV yayınlarının denetimini ele geçirip izleyiciye kâbus
dolu saatler yaşatıyordu.
Yine genler konusuna dönüp bir analoji yaparsak organizmalarda
genlerin çevreye uyumlu organizmalarla yeni kuşaklara geçmesi için kasların
veya beynin gelişiminin önemini vurgulayabiliriz. Tehlikeli hayvanlardan kaçmak
için kaslar gelişmeli, soğuk havadan korunmak için barınaklar yapılmalıdır. Ancak
bu biçimde organizma yaşayabilir,
üreyebilir ve genler kodlarını gelecek kuşaklara aktarabilir.
Demek ki biyolojik gen-kalıtım-evrim çalışmaları sonucunda iyi
bir kopyalayıcının (replicator)
özelliklerini sıralayabiliriz:
- · Çok üremeli, yaygınlaşmalı,
- · Kendini genel olarak iyi kopyalamalı, bu arada “biraz” hata yapıp çeşitlilik oluşturmalı ve
- · Uzun yaşamalıdır.
Şimdi yazımızın ikinci bölümüne geçip “toplumsal gelişme ile
biyoloji arasında benzerlikler var mı?” sorusu üzerinde düşünebiliriz.
………………………………………………
[1] WATSON, James. D. İkili
Sarmal, Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 1993.
[2] MENDEL, Gregor. Experiments on Plant Hybridization, 1866.
[3] DARWIN, Charles. On
the Origin of Species, Londra: John Murray Pub., 1859.
[4] DAWKINS, Richard. Kör
Saatiçi, Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 2010.
[5] DAWKINS, Richard. The
Ancestor’s Tale, Londra: Weidenfelt & Nicolson, 2004.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder