Genlerden, kalıtımdan ve doğal seçimden yola çıkarak
biyolojik yaşamdaki gelişim o kadar güzel açıklanıyor ki, insan ister istemez
“acaba toplumların gelişiminde de benzer bir yaklaşım düşünülebilir mi?” diye
soruyor kendine. Birinci bölümün başında da yazdığım gibi bence yaşamsal bir
soru “biyoloji alanında bilimsel açıdan oldukça iyi aydınlatılmış biyolojik
genetik konusu acaba toplumların –ve toplum içinde insanın biyolojik olmayan
boyutlarının- gelişimi konusunda de açıklamalar sağlayabilir mi?”
Toplumların da değişmesi – gelişmesi de birçok düşünür
tarafından ele alınmış bir konu. İbni Haldun’dan (1332-1406) başlayarak Karl
Marx (1818-1883), Herbert Spencer (1820-1903), Arnold Toynbee (1889-1975) gibi
bir dizi düşünür toplumların niçin ve nasıl değiştiğini açıklayan öneriler
ortaya attılar.
Biyolojik ve kültürel gelişim arasında analoji kurma fikri
20. Yüzyıl boyunca Sir Karl Popper, genetikçi L. L. Cavalli-Sforza, antropolog
F. T. Cloak veya etnolojist (budunbilimci) J. M. Cullen gibi uzmanlar
tarafından işlendi ama konuyu çok daha geniş kitlelerin dikkatine getiren ve ona
bir isim veren Dawkins oldu. Richard
Dawkins 1976’da The Selfish Gene –
Bencil Gen kitabında “meme-mem” terimini
önerdi [1]. *Sözcüğün kaynağı olarak antik Yunancadaki Mimetismos, taklit edilen şey sözcüğü
belirtiliyor. Bu sözcük İngilizce bellek – memory
sözcüğünün veya bilgisayar dillerindeki anımsatıcı - mneumonic gibi sözcüklerin de kaynağı. Oxford’un ünlü yazarı Dawkins
ülkemizde özellikle Tanrı Yanılgısı
kitabıyla çok tanındı [2]. Bu kitabında Dawkins Tanrı – din konusunda yürüttüğü
sistematik tartışmalarda örneklere dayalı bir anlatım izliyor. Diğer yandan bu
düşüncelerin kuramsal altyapısının daha önce geliştirdiği mem kavramına
dayandığı söylenebilir (s.182-191).
Memin iki temel özelliği
- · “Beyinden beyine” aktarılması ve
- · Bu aktarımın “taklit” yöntemi ile olması.
Tipik memler olarak Sözcükler – Dil, Melodi – Şiir, Bilimsel
Bilgi – Buluş, Fikir – Efsane- Dedikodu – Boş İnançlar, İnanç – Din, Moda –
Giyim - Sanat akımları, Beslenme Gelenekleri - Yemek Tarifleri sıralanabilir.
Diğer yandan kişisel izlenimler, paylaş(a)madığımız düşünceler, kişisel anılar,
fanteziler mem değil.
Kuşkusuz beyinden beyine aktarımda kitap, sinema, radyo, TV,
internet gibi birçok ara-ortam kullanılıyor. Hatta bu ara ortamların gelişmesi
ve yaygınlaşması ile giderek büyük bir hızla artan mem saldırısından söz
edebiliriz.
Memlerin temel özelliklerinden birinin “taklit” ile
yayılması olduğunu belirtmiştim. Taklit hemen hemen insana özgü bir öğrenme
biçimidir. Hayvan eğitiminde en bilinen yöntem, ceza – ödül karşıtlığına
dayanan yöntemdir. Ev hayvanlarının eğitiminden sirk gösterilerine kadar bu
yöntemin çeşitli uygulamalarını biliyoruz. Taklit hemen – hemen insana özgü
diyorum çünkü primatlarda ve yunus balıklarında bazı taklit özellikleri
gözleniyor. Örneğin bir yunus balığı eğitmeninin çok ilginç bir anısı var. Eğitilen
yunus istenen hareketi yapınca ayıklanmış bir balıkla ödüllendiriliyor ve
yapmayınca da ceza olarak eğitmen havuzdan uzaklaşıp arkasını dönüp birkaç
dakika bekliyormuş. Yani tipik bir ceza-ödül sistemi. Eğitmen bir keresinde
yanlışlıkla ödül olarak ayıklanmamış bir balık vermiş. Yunus, havuzun öbür
ucuna gitmiş, arkasını dönmüş ve birkaç dakika orada durmuş!
İnsanda ise taklit temel öğrenme yöntemi. Birkaç aylıkken
bebekler taklit etmeğe başlıyor. Bütün çocukluk anne – babayı taklit eden
oyunlarla geçiyor. Daha sonra da taklit usta – çırak ilişkisinden modaya kadar
yaşamımızda etkin bir yer tutuyor.
İnsanı hayvandan ayıran özellikler de çok fazla. Her şey bir
yana insanın “toplumsal” niteliği çok karmaşık bir biçimde gelişmesine yol
açmış. Ama konuyu basitleştirip biyolojik dış görünüşte en belirgin üç özelliği
- · İki ayak üzerine kalkması,
- · Çok az tüylü – kıllı olması
- · Gövde ağırlığına göre beyninin çok ağır olması
olarak karşımıza çıkıyor. Antropologlar ve biyologlar bu
özelliklerin her biri için çok ilginç açıklamalar yapıyorsa da konumuz
açısından yalnızca beyin büyüklüğüne değinmek bizim için yeterli olacaktır.
Beyin büyüklüğü konusunda çeşitli ölçümler yapılıyor. İnsan
beyninin işlevini böcek, kuş veya dinozor gibi biyolojik olarak insandan çok
farklı olan hayvanların beyinleriyle karşılaştırmak çok uygun değil. Ayrıca
beyinde nefes alma gibi aynı işlevleri yöneten veya hareketleri denetleyen - canlının
boyutunun çok farklı olması nedeniyle farklı boyuttaki - bölümlerin göz önüne alınması gerekli. İşte Ensafalizasyon Oranı (Encephalization
Quotient –EQ) bu tür düzeltmeleri içeren bir oran. Memeli hayvanların
ensafalizasyon oranı ortalaması 1. Fare için bu oran 0,5; at için 0,8; kedi
için 1; köpek için 1,2; balina için 1,8; şempanze için 2,2. İnsanın
ensafalizasyon oranı ise 6, bazı hesaplara göre 7,5! Bu oranın olağanüstü
yüksek olması kuşkusuz dikkat çekici. Bu konuda çok dikkat çekici bir başka yön
de ensafalizasyon oranının tarihsel gelişimidir. 60 Milyon yıl önce ilkel
primatlarda oran 1 dolayındayken, Australopithecus Africanus, Australopithecus
Robustus, Homo Habilis ve Homo Saphiens çizgisinde oranın logaritmik olarak
arttığını ve günümüzde 6’ya ulaştığını görüyoruz.
Antropologların çok tartıştığı ve nedeni üzerine çeşitli
kuramlar geliştirdiği bu olgu konusunda da mem temelli yaklaşımın bir önerisi
var. Önce yine bir analoji düşünelim. Sanırım çoğumuz bilgisayarlarımızla
ilgili olarak bir yazılım – donanım tuzağı içinde yaşıyoruz. Yeni çıkan bir
yazılımın işimize yarayacağını düşünüp bilgisayarımıza yüklüyoruz. Ardından donanımın
yetersiz kaldığını görüyoruz. Bilgisayarımızı büyütüyor veya daha üst bir model
satın alıyoruz. Yeni aldığımız yazılım bu genişleme ile çok iyi çalışıyor. Ama
bir süre sonra yüklendiğimiz yazılımlar ve verilerle bu da yetersiz kalıyor. Geriye
dönüp baktığımızda birkaç yılda bir yeni donanım ve yazılım satın aldığımızı
görüyoruz. Artık bir bilgisayar sistemi alıp onu yıllarca kullanmak bir hayal
oldu.
İşte eğer beynimizi bilgisayar donanımı ve yüklediğimiz yazılım
ve verileri ise mem olarak düşünürsek, insanlığın gelişiminde bir çığ gibi
artan memlerin beynimizin sürekli büyümesini gerektirdiğini düşünebilir ve
yukarıdaki EQ tartışmasında insanın ayrıcalıklı konumunu açıklayabiliriz.
KOPYALAYICI OLARAK MEM
Birinci bölümün sonunda biyolojik bir kopyalayıcının (replicator) temel niteliklerine
değinmiştik. Memlerin de oldukça iyi bir kopyalayıcı olduğunu söyleyebiliriz:
İyi bir kopyalayıcının kendini genel olarak iyi kopyalaması,
biraz da hata yapması gerekiyordu. Beyinden beyine aktarılan memler dikkatimiz
oranında iyi kopyalanıyor. Zaman zaman da isteyerek veya istemeyerek hata
yapıyoruz.
Kopyalayıcının çok kopya çıkartması –üremesi- bekleniyor.
Özellikle insanların büyük topluluklar ve yoğun iletişim içinde yaşamaları ile
memlerin yayılmasının çok kolaylaştığı söylenebilir.
Uzun yaşam da önemli bir özellik. Çok ayrıcalıklı birkaç memin
özellikle efsanelerin toplum belleğinde birkaç bin yıl, birçok memin ise birkaç
yüzyıl yaşadığını söyleyebiliriz. Örneğin Gılgamış destanının M.Ö. 2500
dolaylarına inen kayıtları var. “Tufan” efsanesinin kökenleri için de birkaç
bin yıllık doğa olayları üzerinde geliştirilen kuramlar var. Örneğin M.Ö. 5600 dolaylarında Karadeniz'in oluşumu (Ryan-Pitman kuramı); Hint Okyanusuna M.Ö. 3000'de düşen meteor veya Akdeniz'de Thira yanardağının M.Ö. 1600'de patlamasının bu denli yaygın bir "Tufan" söylencesinin kaynağı olduğu öne sürülüyor.
Kutsal kitaplar da birkaç bin yıllık bir geçmişe sahip. Müzik alanından birkaç memi düşünürsek, günümüzde Barok öncesi dönemin örneğin Rönesans müziğinin pek yaygın dinlemediğini; ama Barok – Klasik – Romantik gibi dönemlerin birçok melodisinin oldukça yaygın olarak bilindiğini söyleyebiliriz. Demek ki bu müzik memleri yaklaşık 300 yıl yaşamış. Benzer biçimde edebiyat alanından örnek verirsek Dante’nin (1265-1321) veya Shakespeare’in (1564-1616) yapıtları gibi birkaç yüzyıl önce yazılmış birkaç kitap günümüzde yaşamını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
Kutsal kitaplar da birkaç bin yıllık bir geçmişe sahip. Müzik alanından birkaç memi düşünürsek, günümüzde Barok öncesi dönemin örneğin Rönesans müziğinin pek yaygın dinlemediğini; ama Barok – Klasik – Romantik gibi dönemlerin birçok melodisinin oldukça yaygın olarak bilindiğini söyleyebiliriz. Demek ki bu müzik memleri yaklaşık 300 yıl yaşamış. Benzer biçimde edebiyat alanından örnek verirsek Dante’nin (1265-1321) veya Shakespeare’in (1564-1616) yapıtları gibi birkaç yüzyıl önce yazılmış birkaç kitap günümüzde yaşamını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
Mem kavramı gen ile bir analojiye dayanıyor ama çok önemli
farklılıkları da var:
İlk olarak memlerin tanımlanması ve sınırlaması çok zor. Beethoven’in
Beşinci senfonisinde o vurucu başlangıcını hepimiz biliriz. Pekiyi sadece bu
birkaç ölçü mü mem? Yoksa bütün senfoni mi? Suç ve Ceza romanının bütünü mü,
yoksa Raskolnikof’un balta ile cinayet işlemesi mi mem?
Ayrıca memlerin kopyalama yöntemini de pek bilmiyoruz. Birinci
bölümde genlerin nasıl kopyalandığına kısaca değindim. Bu konuda çok ayrıntılı
bilimsel bilgi var ve mekanizmayı oldukça iyi biliyoruz. Oysa beynin algılama,
beğenme ve saklaması konusunda çok az şey biliyoruz. Ayrıca yazı – telefon -
radyo – TV - CD – internet… gibi gelişimini sürdüren ortamlar mem kopyalama
araçları mı?
Genler gelecek kuşaklara doğru yayılıyor oysa memler büyük
hızla ve giderek genişleyen bir alanda “şimdiki zamanda” yayılıyor. Özellikle
küresel iletişimdeki gelişmelerle örneğin ABD’den kaynaklanan bir melodi,
birkaç gün içinde Avrupa’dan Japonya uzanan bir bölgede popüler olabiliyor.
Organizmalar kendi genlerini değiştiremiyor. Ancak kopyalama
hataları veya mor ötesi ışınların bozucu etkileri gibi nedenlerle genetik
kodlar değişiyor ve gelecek kuşaklar etkileniyor. Oysa memler gelecek kuşakları
beklemeden beyinlerinde yaşadıkları bireyleri etkiliyor ve bu bireyler
tarafından değiştiriliyor, süzgeçten geçiriliyor.
Memlerin sayısal sınır belirsiz – farklılık / çeşitlilik /
türeme çok. Genlerin DNA molekülleri, kromozomlar gibi saklandıkları yeri
biliyoruz. Oysa memler beyinde ve yazı, nota, CD, gibi birçok ortamda
saklanıyor.
Memin niteliği konusunda da belirsizlik var. Zaman zaman memin bir ürün mü, yoksa yöntem mi? olduğu tartışmalı hale
geliyor. Örneğin bir çorba mı, yoksa çorbanın nasıl yapılacağı, tarifinin
yazılı olduğu kağıt mı mem?
Hatta belirli durumlarda genetik gelişme ile memlerin
etkileri arasında çelişki gözlenebiliyor. Genel olarak düşey geçen (ana-babadan
aktarılan) memler genetikle uyumlu. Yatay geçen memlerin ise bazı durumlarda
genetik ilkelere zıt olması gözlenebiliyor. Örneğin ana-babanın aktardığı
memler genellikle yavrularının “iyi” eşler bulması, düzenli yuva kurması ve
sorumlu bir yaşam sürmesi kısacası toplumsal – kültürel kurallar doğrultusunda.
Oysa çok güçlü olduğunu gözlediğimiz yatay aktarımda, genç kuşakların birbirine
aktardığı moda, giyim, müzik gibi memler zaman zaman bu geleneksel çizginin çok
dışında olabiliyor.
MEM DÜNYASINDA YARIŞMA
İnsanın temel gereksinimlerini düşünürsek, seks, beslenme,
güç kazanmaya ilişkin memlerin ilk aşamada dikkat çekeceğini düşünebiliriz.
Bunlara ek olarak bir üst katmandaki özelliklere bakarsak hem akılda kalma hem
de yaygınlaşma anlamlarında başarılı memlerde aşağıdaki özelliklerin olduğunu
gözlüyoruz:
Birçok başarılı memde duygusal bir boyut var. Korku,
güldürü, sanatsal boyut kafiye önemli katkılar sağlıyor. Şiirin düz yazıya göre
çok daha kolay ezberlendiğini biliriz.
Sürecin adımlara ayrılması hatırlama kolaylığı getiriyor. Bu
konudaki klasik örnek kâğıt katlama sanatı origami. Sanırım çoğumuz kâğıttan
kayık yapması biliriz. Kim öğretti, ne zaman öğretti hatırlamasak da kâğıdı
adım adım katlayarak bir kayık yaparız. Oysa bu kayığın yapılışını görmemiş
birine, kayığı yapılmış biçimde gösterip benzerini yapmasını istesek çok
zorlanacaktır.
Hatırlanma ve yayılma açısından basit ile karmaşık arasında
uygun bir denge kurulması gereklidir. Yine müzik örneğini ele alırsak çok basit
bir melodi büyük bir ihtimalle ilgimizi çekmeyecektir. Diğer yandan ancak büyük
bir orkestranın çalabileceği çok karmaşık bir yapıt belki uzmanlar tarafından
beğenilecek; ama bir mem olarak yaygınlaşamayacaktır. Basit ile karmaşık
arasında bir denge sağlanmalıdır.
Susan Blackmore, The
Meme Machine adlı kitabında organizmaların biyolojik gelişimindeki doğal
seçim ile memlerin ilişkisini ele alıyor. Çevremizin büyük bir yarışmayı
kazanmış memlerle dolu olduğuna ve bedenimizin gen-mem gelişimi sonucunda
oluşan bir makine olduğuna işaret ediyor [3]. Bu makinenin gelişiminde,
organizmaların cinsel çekiciliğinin ve bununla ilgili olarak genlerin yanında
memlerin önemini vurguluyor. Bilindiği gibi dişinin doğurganlığı kısıtlıdır.
Dişinin yavrusunu aylarca karnında taşıdığına ve doğurgan olduğu yılların da
kısıtlı olduğunu biliyoruz. İnsan
örneğini ele alırsak salt bu biyolojik kısıtlama nedeniyle bir kadının örneğin 15-20’nin
üzerinde çocuk doğurması çok ayrıcalıklı bir durum oluşturacaktır. Buna
karşılık erkeğin ise –yine biyolojik açıdan- yüzlerce çocuğunun olması pek ala
mümkündür.Bu durumda kadının eşini
seçme konusunda erkeğe göre çok daha fazla seçici olmasını açıklayabiliriz.
Erkek, kadın ve çocuklarını beslemek konusunda güven ve ümit vermelidir. Bu
nedenle Blackmore dişinin iyi mem kopyalayan, mem yaratan erkeği seçtiğini
belirtiyor. Avcı-toplayıcı bir toplumda iyi mızrak yapan, iyi ok atan hatta
gövdesini güzel boyayıp güzel dans eden erkek seçiliyor.
TOPLUMUN EVRİMİ
Genlerin canlıların biyolojik evriminde nasıl görev aldığına
değindik ve toplum içindeki insanın karmaşık yapısının evrimi konusunda mem
kavramının önerilmesini ele aldık. Toplumlar değişiyor, gelişiyor, onları
oluşturan insanların da -biyolojik gelişim yanında- toplumsal, kültürel, ahlaki
boyutları ile gelişmeleri gerekmez mi?
Bu konuda düşünmeye başladığımızda ilk olarak bazı kötümser
gözlemler aklımıza geliyor. Örneğin antik Mısır’da günümüzden 2500 yıl önce
yazılmış aşağıdaki satırlar bu gün de geçerli değil mi?
NE GÜNLERE KALDIK?
Eğri olan doğru kötü şeydir
Eğik tartı gibi, çarpık çekül gibi.
….
Haramiler hakem oldu:
Yoksulluğu ortadan kaldırması gereken,
yoksulluk yaratıyor.
Kenti sel bastı.
Kötülüğe ceza vermesi gerekenler,
Suç işliyor boyuna.
…
Gelecek kuşaklara ekonomi-bilgi-teknoloji gibi boyutlarda
miras bırakabildiğimiz; oysa ahlak konusunda miras bırakamadığımız; her kuşağın
bu anlamda yeniden başladığını söyleyebiliriz. Hatta bazı örneklerde “geriye
dönüşler” bile gözleniyor. Örneğin Avrupa kültüründe din temelli savaşların
yüzyıllarca geride kaldığını düşünebilirdik. Oysa 1990’larda Balkanlarda
gözlenen çatışmalar bu konudaki ümitlerimizi yıktı.
İşte mem kavramının –itiraf etmemiz gerekir ki gerçeklik
boyutu da olan- bu kötümser gözleme bir yanıt getirdiğini düşünüyorum.
Öncelikle gelişim sürecinin yavaş da olsa ilerlediğini
gözlüyoruz. Biyolojik evrimin milyonlarca yıllık bir öykü olduğunu hatırlarsak
birkaç yüz yıllık, bilemediniz birkaç bin yıllık memlerin sonuçlarının yaygın
biçimde gözlenmesi beklenmemeli. Buna karşılık bazı işaretlerin olduğu
söylenebilir. Örneğin yamyamlık, kölelik veya insanların aslanlara yedirilmesi
gibi uygulamaları günümüzde en azından “mide bulandırıcı” bulduğumuz. İnsan
hakları, kadın-erkek eşitliği gibi konularda sağlanan gelişmeler de olumlu
belirtiler olarak anılabilir.
Yüksek kültürel içerikli memlerin her zaman kısa dönemde çok
başarılı biçimde ve hızla yayılamayacağını biliyoruz. Barbara Cartland romanı
Camus romanından daha çok okunacaktır. Madonna, Beethoven’den daha çok
dinlenecektir. Kahve falı bilimsel bir çalışmadan daha çok ilgi çekecektir. Ama
uzun dönemdeki kalıcılık açısından değerlendirme bambaşka olacaktır.
Karanlık bir gecede gökyüzündeki yıldızlar uzay boyutunda ne
denli küçük yaratıklar olduğumuzu hepimize hatırlatır. Milyonlarca yıl önce
yaşamış bir canlının fosili de zaman boyutunda ne kadar küçük bir yerimiz
olduğunu hatırlatıyor. Herhalde biz çok aceleciyiz. Yalnızca birkaç bin yıllık
tarihsel deneylerimiz sonucunda insanın daha ahlaklı, erdemli, namuslu, adil…
olmasını bekliyoruz.
Sanırım düşünen, toplumsal ve kültürel bireyler olarak
görevimiz “iyi” memlerin geliştirilmesi, yayılması konusunda çaba göstermek.
Toplumda “iyi” memler yaygınlaştıkça gelecek kuşakların bireyleri de “iyi”
topluma uyum sağlamak için bunları “taklit” ederek “iyi” bireyler olarak
şekillenecek. Gelecek kuşaklara iyi bir miras bırakmanın, toplumsal gelişime ve
kalıtıma katkı sağlamanın yolu bu.
……………………………………..
[1] DAWKINS, Richard. The
Selfish Gene, Oxford University Press, 1976 (s.190-201).
[2] DAWKINS, Richard. Tanrı
Yanılgısı, Çev. Tunç Tuncay Bilgin, İstanbul: Kuzey Yayınları, 2007.
[3] BLACKMORE, Susan. The
Meme Machine, Oxford University Press, 1999.