Bu günlerde krizler yaşamımızı ve düşüncelerimizi alt-üst ediyor. Gerek yurdumuzda gerekse uluslararası boyuttaki kaygı verici birçok gelişme bizi “demokrasi” kavramı üzerinde yeniden düşünmeye itiyor. Ama madem “mitolojiden demokrasiye” dedik, mitolojiden başlayalım.
Antik Yunan
Mitolojisinde yer alan öyküde kayalık sahili olan bir ada varmış. Denizciler bu
adanın yanından geçerken siren adlı deniz kızlarının söylediği çok güzel
şarkılarla büyülenip gemilerinin kontrolunu kaybeder ve kayalara çarpıp boğulurlarmış.
Bu adaya yaklaşan Odysseus bu güzel şarkıları dinlemek, ama gemisinin kayalarda
batmasını önlemek için adamlarına kendisini gemi direğine sıkıca bağlamaları ve
başka herkesin de kulaklarını tıkamaları talimatını vermiş.
İşte
Kardeşlerim, burada demokrasiye geliyoruz, demokrasinin çalışması için yürütme
erkinin yasa, kural ve kurumlarla sıkıca denetlendiği (direğe bağlandığı) bir
sistem kurulması gerekiyor. Aksi durumda yönetici(ler) yönetimin sağladığı büyük
olanakların sesine uyup gemiyi kayalara sürebiliyor.
Sanırım demokrasi,
kolay tanımlanamayan, kökleri antik çağlara kadar uzanan, çok farklı biçimlerde
uygulanan ve bir kavram olarak içselleştirilmesi gereken bir konu. Belki de neyin demokrasi olmadığını düşünmek
daha kolay. Monarşi, aristokrasi, otokrasi, totaliterlik, despotizm, diktatörlük,
oligarşi, plütokrasi, popülizm … gibi kavramların da sınırlarını çizilmesi zor,
ama daha da önemlisi demokrasiden bu yönlere sapma olunca, bu sapma açıkça görülebiliyor
Demokrasi
kavramı insan hakları, düşünce – ifade - gösteri özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi
kavramlarla genişletilebilir ama özünde halk egemenliğine dayanıyor. (Halkın,
halk tarafından, halk için yönetimi - Government
of the people, by the people, for the people, Abraham Lincoln, Gettysburg 1863).
Kökleri Platon
ve Aristoteles’e kadar uzanan ve John Locke tarafından 17. Yüzyılda geliştirilen
“Erklerin Ayrılığı Doktrini” kapsamında Montesquieu’nün, hükümet kurumlarında yasama,
yürütme ve yargı erklerini tanımladığını ve bu erklerin ayrılığını savunduğunu
biliriz (Yasaların Ruhu – De l’esprit des lois, 1748).
Siyaset
Bilimcileri halka karşı sorumlu ve hesap veren bir yönetim sisteminin kurulması
için yürütme erkinin sorumluluğunu düşey ve yatay olarak gruplandırıyorlar.
Düşey sorumluluk, yasal olarak temsil ettikleri halka karşı tanımlanıyor ve özgür
ve dürüst seçimler, referandumlar, plebisitler ile sağlanıyor. Ayrıca kamuoyu
araştırmaları ve anketler de geri besleme sağlıyor. Bu düşey ilişkide halkın
karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, kamunun çok kademeli bir yapı
içinde örgütlenmesinin gerekliliği ve ilişkinin yönünün aşağıdan yukarıya doğru
olmasının önemi vurgulanıyor. İlişkinin yönü konusunda ilginç bir örnek Antik
Yunan uygarlığı döneminde yaşanmış. Platon çok yetkin bir felsefeci olarak ünlenmesi
üzerine Sicilya’nın Syracusa halkı Platon’u “Filozof Kral” olarak kenti
yönetmeğe çağırmış. Platon Syracusa’ya gidip kendi düşündüğü ve iyi olduğuna
inandığı bir yönetim sistemi kurmuş. Kurduğu sistemi pek bilmiyoruz, ama kent
halkının ne istediğine hiç önem vermemesi büyük bir huzursuzluğa, hatta
ayaklanmalara yol açmış ve Platon, bir yıl içinde Syracusa’dan kaçıp canını kurtarmış.
Günümüze dönersek, Avrupa Birliği kuralları kapsamında anılan kademeli idari sistem
ve yerel yönetim koşulunun düşünsel temelinin bu düşey ilişkide olduğunu
söyleyebiliriz.
Yürütme
erkinin yatay sorumluluk ilişkisinde ise yargı, yasama, siyasal muhalefet,
basın – yayın organları, yolsuzluğu önleme – mali denetim kurumları, sivil
toplum kuruluşları, merkez bankaları, sendikalar, odalar, üniversiteler, … diye
uzayıp giden uzun bir liste var.
Çağımızda bu
konuda gözlenen gelişmeleri çok kaygı verici buluyorum. Daha önce demokrasi
karşıtı olduklarını açıkça belirten otoriter liderler vardı. 21. Yüzyılda ise popülist
liderler demokrasiden yana olduklarını ısrarla belirtiyor, ama yürütme erkini ele
geçirdikten sonra, yukarıda değinilen düşey ve yatay sorumluluk ilişkilerini
birer birer yok ederek sistemi çalışamaz duruma getirip giderek otoriter – totaliter
bir yönetime yöneliyorlar. Otokratların sokaklarda tanklarını yürüttüğü darbeler
geçmişte kaldı. Artık darbeler adalet, güvenlik, muhalefet veya medya gibi erkleri
yöneterek ve “özgürlük”, “milli irade” gibi kavramları kullanarak yapılıyor. Bu
durum da daha dikkatli olmamızı gerektiriyor.
Dilerim ki
halkımız Odysseus gibi kendinin direğe bağlanmasını isteyen bir yürütme erkini
seçer ve bizler de çağdaş yönetime doğru ilerleyen bir ülkede yaşarız.