31 Mart 2025 Pazartesi

Mitolojiden Demokrasiye

 Bu günlerde krizler yaşamımızı ve düşüncelerimizi alt-üst ediyor. Gerek yurdumuzda gerekse uluslararası boyuttaki kaygı verici birçok gelişme bizi “demokrasi” kavramı üzerinde yeniden düşünmeye itiyor. Ama madem “mitolojiden demokrasiye” dedik, mitolojiden başlayalım.

Antik Yunan Mitolojisinde yer alan öyküde kayalık sahili olan bir ada varmış. Denizciler bu adanın yanından geçerken siren adlı deniz kızlarının söylediği çok güzel şarkılarla büyülenip gemilerinin kontrolunu kaybeder ve kayalara çarpıp boğulurlarmış. Bu adaya yaklaşan Odysseus bu güzel şarkıları dinlemek, ama gemisinin kayalarda batmasını önlemek için adamlarına kendisini gemi direğine sıkıca bağlamaları ve başka herkesin de kulaklarını tıkamaları talimatını vermiş.

İşte Kardeşlerim, burada demokrasiye geliyoruz, demokrasinin çalışması için yürütme erkinin yasa, kural ve kurumlarla sıkıca denetlendiği (direğe bağlandığı) bir sistem kurulması gerekiyor. Aksi durumda yönetici(ler) yönetimin sağladığı büyük olanakların sesine uyup gemiyi kayalara sürebiliyor.

Sanırım demokrasi, kolay tanımlanamayan, kökleri antik çağlara kadar uzanan, çok farklı biçimlerde uygulanan ve bir kavram olarak içselleştirilmesi gereken bir konu.  Belki de neyin demokrasi olmadığını düşünmek daha kolay. Monarşi, aristokrasi, otokrasi, totaliterlik, despotizm, diktatörlük, oligarşi, plütokrasi, popülizm … gibi kavramların da sınırlarını çizilmesi zor, ama daha da önemlisi demokrasiden bu yönlere sapma olunca, bu sapma açıkça görülebiliyor

Demokrasi kavramı insan hakları, düşünce – ifade - gösteri özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla genişletilebilir ama özünde halk egemenliğine dayanıyor. (Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi -  Government of the people, by the people, for the people, Abraham Lincoln, Gettysburg 1863).

Kökleri Platon ve Aristoteles’e kadar uzanan ve John Locke tarafından 17. Yüzyılda geliştirilen “Erklerin Ayrılığı Doktrini” kapsamında Montesquieu’nün, hükümet kurumlarında yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımladığını ve bu erklerin ayrılığını savunduğunu biliriz (Yasaların Ruhu – De l’esprit des lois, 1748).

Siyaset Bilimcileri halka karşı sorumlu ve hesap veren bir yönetim sisteminin kurulması için yürütme erkinin sorumluluğunu düşey ve yatay olarak gruplandırıyorlar. Düşey sorumluluk, yasal olarak temsil ettikleri halka karşı tanımlanıyor ve özgür ve dürüst seçimler, referandumlar, plebisitler ile sağlanıyor. Ayrıca kamuoyu araştırmaları ve anketler de geri besleme sağlıyor. Bu düşey ilişkide halkın karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, kamunun çok kademeli bir yapı içinde örgütlenmesinin gerekliliği ve ilişkinin yönünün aşağıdan yukarıya doğru olmasının önemi vurgulanıyor. İlişkinin yönü konusunda ilginç bir örnek Antik Yunan uygarlığı döneminde yaşanmış. Platon çok yetkin bir felsefeci olarak ünlenmesi üzerine Sicilya’nın Syracusa halkı Platon’u “Filozof Kral” olarak kenti yönetmeğe çağırmış. Platon Syracusa’ya gidip kendi düşündüğü ve iyi olduğuna inandığı bir yönetim sistemi kurmuş. Kurduğu sistemi pek bilmiyoruz, ama kent halkının ne istediğine hiç önem vermemesi büyük bir huzursuzluğa, hatta ayaklanmalara yol açmış ve Platon, bir yıl içinde Syracusa’dan kaçıp canını kurtarmış. Günümüze dönersek, Avrupa Birliği kuralları kapsamında anılan kademeli idari sistem ve yerel yönetim koşulunun düşünsel temelinin bu düşey ilişkide olduğunu söyleyebiliriz.

Yürütme erkinin yatay sorumluluk ilişkisinde ise yargı, yasama, siyasal muhalefet, basın – yayın organları, yolsuzluğu önleme – mali denetim kurumları, sivil toplum kuruluşları, merkez bankaları, sendikalar, odalar, üniversiteler, … diye uzayıp giden uzun bir liste var.

Çağımızda bu konuda gözlenen gelişmeleri çok kaygı verici buluyorum. Daha önce demokrasi karşıtı olduklarını açıkça belirten otoriter liderler vardı. 21. Yüzyılda ise popülist liderler demokrasiden yana olduklarını ısrarla belirtiyor, ama yürütme erkini ele geçirdikten sonra, yukarıda değinilen düşey ve yatay sorumluluk ilişkilerini birer birer yok ederek sistemi çalışamaz duruma getirip giderek otoriter – totaliter bir yönetime yöneliyorlar. Otokratların sokaklarda tanklarını yürüttüğü darbeler geçmişte kaldı. Artık darbeler adalet, güvenlik, muhalefet veya medya gibi erkleri yöneterek ve “özgürlük”, “milli irade” gibi kavramları kullanarak yapılıyor. Bu durum da daha dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Dilerim ki halkımız Odysseus gibi kendinin direğe bağlanmasını isteyen bir yürütme erkini seçer ve bizler de çağdaş yönetime doğru ilerleyen bir ülkede yaşarız.

 

 

 

28 Şubat 2025 Cuma

Liberalizm Üzerine

Bugün sizlerle “liberalizm” üzerine bazı kuşkularımı paylaşmak istiyorum. Liberalizm, zaman içinde “neoliberalizm” veya “libertanizm” gibi kalıplara bürünse de temel ilkeleri açısından güncelliğini koruyor. Hem ABD hem Avrupa’da geniş halk kitlelerinin huzursuzluğunun arttığı, kurulu düzene karşı olan politik eğilimlerin güçlenip yeni bir siyasi düzene yönelindiği günümüzde, bu konuyu bir kez daha düşünmek gerekiyor.

Orta çağdan beri Avrupa’da kralların, derebeylerinin, kilisenin baskısına karşı “insanı” öne çıkaran eğilimler gelişiyordu. Ama klasik anlamda liberalizmin 17 ve 18. Yüzyılda tanımlandığı söylenebilir. John Locke konuyu daha çok toplumsal ve düşünsel açıdan ele almıştı (Yönetim Üzerine İki Tez - Two Trearatises of Government, 1689). 18. Yüzyılda Vincent de Gournay tarafından dillendirilen “laissez faire, laissez passer” (bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler) sloganı yayıldı. Adam Smith, ekonomik yönü vurguladı ve “invisible hand” (görünmez el)in (serbest pazarın) bir denge oluşturup yanlış giden bir şey varsa düzelteceğini savundu (Milletlerin Zenginliği – Wealth of Nations, 1776). Bu görüşler özellikle İngiltere’de ve ABD’nin kuruluşunda benimsendi.

19. Yüzyılda kapitalizmin vahşi biçimde uygulandığını, kapital sahibi güçlü bireylerin, toplumun işçi – kadın – çocuk gibi zayıf kesimlerinin emeğini sömürdüğünü ve marksizmin yeşerdiğini görüyoruz.   

20. yüzyıl başında Dünya Savaşları, 1929-30 krizi ve bu krizden çıkmak için uygulanan Keynes’ci politikalarla devletin talep artırma yöntemleri liberalizm tartışmalarını arka plana attı. II. Dünya Savaşı sonrasında da Batı dünyasında büyüme ve refah devleti uygulamaları sürdü. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki artışın tetiklediği ekonomik kriz, liberal ekonomiyi yeni bir yapı içinde gündeme getirdi. 1980’lerde Batı dünyasının (Thatcher – Reagan) “neoliberalizm” uygulamalarıyla liberalizm yeniden güdeme geldi. Özelleştirmeler yapıldı, birey öne çıktı. (“Toplum diye bir şey yoktur. Erkek, kadın bireyler ve aileler vardır -  There is no such thing as society. There are individual men and women and there are families." Thatcher, 1987).

Ama işler pek de iyi gitmedi. 2007-8’de ABD’de emlak balonunun patlaması ile başlayan kriz yayıldı ve çeşitli boyutlarıyla günümüze kadar uzandı. Büyümenin sınırlı kalması, sosyal devlet uygulamalarına son verilmesi, geniş halk kitlelerinin kemer sıkmaya mecbur bırakılması; buna karşılık merkez bankalarının özel sektörü kurtarmaya çalışması her ülkede eşitsizliği artırdı. Ve günümüzde ekonomik, siyasal, transatlantik, çevre, iklim… gibi birçok boyutu olan çoklu kriz içinde yaşıyoruz.

Liberal düşüncedeki bireyin ve haklarının öne çıkartılması, başkasını kısıtlamadıkça herkesin istediği gibi yaşaması, düşünmesi, inanması, davranması, liberal demokratik ortamdaki insan hakları ve ifade özgürlüğü… olumlu gibi görünüyor. Ama bireyler arasında ekonomik ve toplumsal farklılıklar büyüdükçe, oluşturulan “serbest” ortamda güçlünün güçsüzü ezmesine nasıl engel olunacak?  Bu “bireysel” yaklaşım, “toplumsal” bir varlık olan homo sapiens sapiens’in dayanışma, adalet ve ahlak gibi temel duygu ve ilkeleri için ne kadar uygun?

Liberal bireyin dogmalara, bağnazlığa saplanması durumunda bu eğiliminin giderek yayıldığını görüyoruz. Örneğin bir komplo teorisine inananlar başka komplo teorilerine de inanıyor. Bir dinsel dogmaya inanan, -o dinle hiç ilgisi olmasa da, aşı karşıtlığı, kendi ırkının üstünlüğü gibi- bir sürü bağnaz inanca kolayca yöneliyor.

Ekonomik sorunların toplumsal - siyasal sonuçları da oluyor. Az gelirli kitlelerde huzursuzluğu artırıyor ve popülist liderlerin yolunu açıyor, demokrasiden, uluslararası düzlemde adalet – vicdan gibi ilkelerden uzaklaşılıyor. Kısacası zor günler yaşıyoruz.

Gramsci’nin dediği gibi, “eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarların zamanı”.

İşte bu ortamda liberalizmin yenilenmiş bir biçimde karşımıza çıktığını görüyorum. Düşüncelerimi sizinle paylaşmamın, sizleri de düşünmeye ve düşüncelerinizi paylaşmaya çağırmamın nedeni de bu!

Bir yandan toplum içindeki bireyin, özgürce kendini geliştirmesini; diğer yandan sömürülmeden, yoksulluğa mahkum olmadan, eşitsizliğe uğramadan yaşamasını sağlayacak sistemi nasıl kurabiliriz? Sanırım yine akıl ve bilim yolumuzu aydınlatmalı.

 

 

31 Ocak 2025 Cuma

Ekonomi - Fen Bilimleri

Genel olarak toplum bilimlerinin fen bilimlerinden oldukça farklı olduğunu biliyor ve tarih, sosyoloji gibi alanların fen bilimlerinden çok farklı olmasını yadırgamıyoruz. Oysa konu ekonomi olunca sanki bir fen biliminden söz ediyormuşuz gibi değerlendiriyoruz. Sanırım ekonomi kitaplarındaki modeller, eğriler, formüller, sayılar… bizi etkiliyor ve -en azından benim bildiğim- üniversitelerde “tek doğru” öğretiliyor ve toplumda da “tek doğru” çerçevesinde tartışıyoruz. Bu çelişki benim hep ilgimi çekti.

Fen alanındaki gelişmelerin toplumun gelişimine çok önemli katkılar sağladığını gördük. Eğer ekonomi de fen alanı içinde olsaydı, ekonomi politikalarında “doğru ve yanlış” belirgin olur ve -bundan da önemlisi- toplumun ekonomik sorunlarına “bilimsel” bir çözüm bulması beklenebilirdi.

Geçenlerde bu konuda ilginç bir kaynak ile karşılaştım ve yeniden biraz öğrendim / düşündüm. Burada yalnızca iki noktaya değinmek istiyorum.

1)        Toplum, ekonomi konusunda, doğru veya yanlış haberlerden etkileniyor ve ekonomi, uzmanların öngördüklerinden (bilimsel modellerden, geçmişteki örneklerden, ekonominin “yasası” olarak bilinenlerden) farklı davranıyor.

Çok güvenilir bir ekonomi uzmanının bilimsel bir modeli çalıştırarak “önümüzdeki hafta ABD Dolarının değeri yükselecek” dediğini düşünelim. Birçok kişi Dolar almak isteyecek, talep artınca da Doların fiyatı yükselecek. Uzmanın modelinin girdilerinde bu talep artışı olmasa da adeta “kehanet kendini doğrulayacaktır”.

Bazı durumlarda gelişme ters yönde de olabilir. Örneğin güvenilir bir trafik uzmanı, yine bilimsel bir modelin çıktısı olarak “yarın saat 17:00 dolayında İnönü Bulvarında büyük bir trafik yoğunluğu olacak” dediğinde, araçlar o bulvarı kullanmazsa trafik tıkanmayabilir.

Oysa örneğimizi fen bilimlerinden, fizik alanından, alır ve “sabit bir hacim altında bir gazın basıncı sıcaklıkla doğru orantılıdır (Gay-Lussac Yasası)” dersek bu her zaman – güvendiğimiz uzman ne derse desin- geçerlidir. Çünkü gazın insanların ne dediğinden haberi bile yoktur.

2)        Diğer bir farklılık da aynı ekonomik olguya, farklı bakış açıları ve dünya görüşleri ile bakıldığında, farklı yorumlar yapılabilmesidir.

Bu konuda örnek olarak temel ürünü pirinç olan, köylülerin açlık sınırında yaşadığı yoksul bir köyü ele alalım. Ürünün bol olduğu yıllarda pirinç fiyatının 10 lira/kg, ürünün az olduğu kıtlık dönemlerinde fiyatın 20 lira/kg’a çıktığını varsayalım. Şimdi bu köye zengin bir adamın gelip depolar yaptığını, ürünün bol olduğu yıllarda 10 liradan pirinç alıp depoladığını; ürünün az olduğu yıllarda ise depoladığı ürünü 15 liraya sattığını düşünelim.

Bir bakış açısıyla, ürünün az olduğu kıtlık yıllarında pirinci 20 lira/kg’dan satamayan köylünün büyük zarara uğradığı, belki de açlıktan ölecekleri, depo sahibi adamın çok zararlı bir iş yaptığı söylenebilir. Diğer bakış açısıyla ise pirinç fiyatının 10-15 lira/kg bandında kaldığı, fiyat istikrarına büyük katkı sağlandığı ve depo sahibinin çok yararlı bir iş yaptığı söylenebilir.  Burada depoları çiftçi kooperatifinin veya kamunun yapması gibi hiçbir çözüm önermiyor, olayın aynı olduğuna, yalnızca bakış açısının, verilen önceliğin, dünya görüşünün – kısacası “felsefenin”- farklı olması nedeniyle yorumların da zıt olduğuna dikkatinizi çekiyorum.

Oysa yine fiziğe dönersek gazın sıcaklığını ölçen bilim insanının “felsefesi” ne olursa olsun aynı hacim-sıcaklık ilişkisini ölçüp Gay-Lussac yasasını doğrulayacaktır.

Pekiyi ekonominin toplum bilimi olması, fen bilimlerinden çok farklı olması sonucu bizi nereye götürecek?

  • Tıpkı felsefe derslerinde, örneğin, Kant’ın Spinoza’dan üstün olmadığını anlattığımız gibi, ekonomi eğitiminde de öğrenciye “tek doğru” olmadığı anlatılmalı, farklı ekonomik sistemler gösterilip tartışılmalı. (Burada özgür olan, bağnazlıktan uzak bir üniversite gereksinimine geliyoruz.)
  • Toplumların da farklı ekonomik sistemleri tam bir demokrasi içinde tartışmalarını, önceliklerini belirlemelerini, bilinçli seçimlerini yapmalarını sağlamalıyız.

 

30 Aralık 2024 Pazartesi

Takvim

Bu günlerde her yerde bir telaş, yeni bir yılı karşılamaya hazırlanıyoruz. Ben de “takvim” konusunda bir şeyler yazayım dedim.

İnsanların yeryüzündeki döngüselliği “avcı-toplayıcı” bir yaşam sürdürdükleri dönemde fark ettiklerini biliyoruz. Hava ısınıp soğuyup ısınıyor, bitkiler uyuyup canlanıyordu. Aynı döngüsellik, hem de eşzamanlı olarak gökyüzünde yıldızlara da vardı.

Bu döngünün bir yandan kayda geçirilmesi, gelecek yıllara ve kuşaklara aktarılması; diğer yandan ekim-hasat gibi tarıma ilişkin etkinliklere işaret eden bölümlere ayrılması gerekiyordu. Özellikle Mısır ve Sümer gibi tarım toplumlarında mevsimleri ve Güneş yılını temel alan “takvim” kavramı gelişti.

Akad’ca, Süryanice, Arapça, İbranice gibi kökleri Bereketli Hilal’in eski dillerine uzanan dillerde üç sessiz harften türeyen (ve yalnızca bu harflerin yazıldığı) kelimeler olduğunu biliriz. KVM harflerinden insanları bölen kavim gibi yılı bölen takvim veya KMS harflerinden kısım gibi Kasım türetildi.

Antik Mısır uygarlığında Nil nehrinin taşma dönemini öngörme çok önemliydi. Her yıl orta Afrika dağlarında karlar eriyip yağmurlar başlayınca ülkenin bazı bölgelerinde nehir 1000 metreden fazla yükseliyor, ardından sular çekilince de çok verimli alüvyonlu topraklar ortaya çıkıyordu.

Bu arada Mısırlılar bir şey daha gözlediler: Nil’in taşma döneminde gökyüzünde Sirius yıldızı (Ak Yıldız- kuzey yarıkürede bahar aylarında görülen, köpek takımyıldızındaki çok parlak bir yıldız) görülüyordu. Bu da Nil’in taşma vaktinin geldiğine ilişkin önemli bir işaret oluşturdu.

Güneş takvimi (Şemsi Takvim) kullanımı yanında aynı bölgedeki tarımla ilgisi yeterince güçlü olmayan bazı toplumların Ay takvimi (Kameri Takvim) kullandıklarını da görüyoruz. Ay takvimi kullanmak, kuşkusuz çok daha kolaydı, gökyüzüne bir göz atmak yaklaşık olarak ayın hangi gününde olduğumuzu anlamak için yeterliydi. Diğer yandan yalnızca 354 günlük bu takvim Güneş yılının, dolayısıyla mevsimlerin döngüsünü gözlemek için yetersizdi. Yetersizliği tarım yapılmayan Arap yarımadasında sakıncalı değildi, ama özellikle vergi yükümlülüğünün Ay takvimine göre belirlenmesi İran’da sorun oluşturdu ve Ömer Hayyam başkanlığında bir grup yıldız bilimci 11.Yüzyılda Güneş yılına dayanan Celali takvimini geliştirildi.

Yıl Ne Zaman Başlamalı?

Döngüselliğin farkına vardıktan sonra bu çemberin bir noktasının “başlangıç”, “yılbaşı” olarak belirlenmesi gerekiyor. İlk olarak doğanın yenilenmeye başladığı bahar dönemi akla geliyor. Çok eski çağlardan beri, gündüzlerin uzamaya başladığı 21 Mart gündönümü gözleniyordu. Birçok uygarlıkta Mart ayının yılın başlangıcı olduğunu görüyoruz. 

Roma imparatorluğu döneminde veya 1840’dan sonra Osmanlı’da kullanılmaya başlanan Rumi takvimde yılının ilk günü 1 Mart’tı.

Bunun ilginç bir izi günümüzde de gözleniyor. Birçok Batı dilindeki September, October, November, December gibi ay isimleri Latincede yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu kelimelerinden kaynaklanıyor. Dikkat edilirse bunlar günümüzde kullandığımız takvime göre 2 ay kayıyor (örneğin Latince Septem – 7 demek, oysa September - Eylül günümüzde 9. Ay). Çünkü Roma Takviminde yılbaşı 1 Ocak değil,1 Mart.

Yılın Ayları

Şimdi de kullandığımız takvimdeki aylara bir göz atalım.

Bugün Ocak dediğimiz Ay, Rumi takvimde Kânun-i Sani (Aralık da Kânun-i Evvel). Buradaki Kânun, yasa veya enstrüman anlamındaki “kanun” ile karıştırılmamalı. Kanun Arap alfabesindeki KAF ile yazılıyor. Oysa Kânun KEF ile yazılıyor ve “ocak, soba” anlamına geliyor.

Bu oldukça ağdalı Arapça sözcüklerin yerini Dil Devrimi ile halk arasında öteden beri kullanılan Ekim-Kasım-Aralık-Ocak sözcükleri almış.

Dilimize Süryaniceden gelen Şubat “duraklamak” anlamına geliyor: Soğuk kış günlerinin ardından bahar ayları öncesinde bir duraklama. Bu sözcüğün kökeni Akad’lara kadar uzanıyor. Musevilerin Şabat uygulaması da haftalık çalışmalardan, yoğun günlerden sonra bir duraklama. Arapça SBT (sebat, sabit de aynı kökten).

Baharın gelmesi genellikle çok olumlu çağrışımlara yol açıyor. Ama olumsuzlar da var: Artık ordular sefere çıkabiliyor. Antik Yunan ve Roma’nın savaş tanrıları (Mars, Ares) Mart ayına adını vermiş. Ayrıca Mars (Arapça Merih) bir gezegen.

Nisan Arapça Saniye (2) kökünden geliyor (Yine Mart birinci ay ise Nisan yılın 2. Ayı).

Mayıs adının kaynağı tanrıça MaiaMaia (Latince Maius), Antik Yunan mitolojisinde Atlas’ın kızı ve Hermes’in annesi, orman perisi ve bereket tanrıçası.

Haziran’ın dilimize nasıl geldiği çok daha belirgin: Süryanicede “hazıran” sıcak demek.  

Temmuz Sümerlerde Dummuz, çiftçi ve çoban tanrısıydı. Arapça’da da bu aya tammüz denildiğini görüyoruz. (Batı dünyasında ise July, Juillet, Juli, Julio… gibi ay isimleri ile karşılaşıyoruz. Bunlar ünlü Roma devlet adamı Jül Sezar - Giulio Cesare kaynaklı).

Ağustos, açık bir biçimde Roma İmparatoru Augustos’tan kaynaklanıyor. Hatta Augustos, “Benim adımı taşıyan ay Giulio’nun ayından kısa olmasın” deyince, (o zaman en son ay olan zavallı) Şubat’tan bir gün alınarak, 30-31-30-31 gün diye giden düzen bozulup, Ağustos da 31 gün yapılmış. 

Eylül Akad – Süryanice’ de “üzüm” anlamında kullanıyor. Ayrıca İbranicede “elül” ayı var.

Haftanın Günleri

Biraz da haftanın günlerine bakalım

Ay isimlerindeki kaymanın benzerini gün isimlerinde de görüyoruz.Türkçede haftanın Çarşamba – chahar/cihar (4 veya 4.) şabba/samba, Perşembe panj/penç (5 veya 5.) şabba/samba gibi bazı günleri Farsçadan geliyor. Çarşamba, günümüzde haftanın 3. günü, ama 4. gibi adlandırılmış. Bunun da temeli eski İslam takvimleri: Cumartesi hafta tatili, Pazartesi değil Pazar haftanın birinci günü.

Benzer biçimde Arapça selase (3) Salı olmuş.

Cuma Arapça kaynaklı. CMM veya CM kökünden türetilen “topluluk, toplanma” ile ilişkili cami, cem, cemaat, camia, cemiyet, cumhur gibi bir dizi sözcükten biri.

Ay ve gün isimlerinde, farklı kültürler olarak tanıdığımız Sümer, Akad, Arap, İbrani, Süryani, Dürzi, Fars, Antik Yunan, Roma ve kuşkusuz Türk kültürlerinin nasıl iç içe geçtiğini görüyoruz. Günümüzde birbiriyle çatışan, hatta savaşan ülkelerin, uygarlıkların geçmişe uzanan ortaklıklarının bugüne örnek olmasını ve 2025’in hepimize mutluluk getirmesini dilerim.

 

30 Kasım 2024 Cumartesi

Birleşik Krallıkta Kargaşa

 

Endüstri Devriminin 1700’lerin ikinci yarısında Britanya’da başladığı ve toplum yapısını değiştirdiği bilinir.  Bu kapsamda buhar gücünün dokumacılıkta (James Watt, 1765), gemilerde (Symington, 1802) ve demiryollarında (Trevithick, 1803) kullanılması, sülfirik asit gibi temel kimyasal ürünlerin üretimi (Ward, 1736), reveber ergitme fırınlarında dökme demiri cüruftan ayırma (Onions, 1783) gibi uygulamalar Endüstri Devriminin köşe taşları olarak belirtilir. Pekiyi bunun öncesinde toplumsal durum nasıldı? Bu soru beni hep ilgilendirdi. Bu gelişmelerin büyük çoğunluğu İskoçya’da gerçekleşiyor. Ama adanın -ve ardından “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” kuran- baskın ülke İngiltere’yi biraz gözümüzde canlandırmaya çalışalım:

16. yüzyıl ikinci yarısı, Kraliçe I. Elizabeth (1559 – 1603) dönemi, İngiltere Krallığı’nın “altın çağı” veya “İngiliz rönesansı” olarak nitelenir. Bu kısa iç barış döneminde, hem geçmişteki taht kavgaları (örneğin Güller Savaşları – War of the Roses), hem de süregelen Anglikan/Protestan/Katolik mezhep çatışmaları (örneğin Kraliçe I. Mary – Bloody Mary) yatıştı. 17. Yüzyıl başında İngiliz – İspanyol savaşı sona erdi. İspanya, İngiltere’nin Protestan bir ülke olmasını kabul etmiş, İngiltere de İspanya’ya bağlı olan Hollanda’da isyancıları desteklemekten vaz geçmişti (Londra Antlaşması, 1604).

Ne yazık ki bu dönem kısa sürer. Kraliçe Elizabeth çocuk sahibi olmadan ölünce Tudor Hanedanı sona erer, İskoçya Kralı, I. James olarak İngiltere tahtına oturur ve Stuart hanedanı başlar. Bu yalnızca bir hanedan değişimi değil, -ülkeler değilse de- İngiliz ve İskoç kraliyet yönetimlerinin (Union of the Crowns) birleşmesidir (ülkelerin birleşmesi çok sonra gerçekleşecek Act of Union, 1707). Her şey bir yana Stuart’lar Katolik'tir ve Protestanlar bu gelişmelerden hiç memnun olmazlar, huzursuzluklar başlar ve I. James bir dizi suikast girişimleri ile karşılaşır. Sonunda I. James’in oğlu I. Charles döneminde krallık ile parlamento taraftarları arasında İç Savaş başladı. Parlamento ordularının komutanı Oliver Cromwell savaşı kazandı, Kral I. Charles idam edildi (1649), cumhuriyet ilan edildi ve Cromwell devlet başkanı (Lord Protector) oldu (1653).

Bu arada I. Charles’ın oğlu Charles, önce İskoçya’ya, ardından Fransa’ya (Fransa Kralı XIV Luis kuzeniydi) ve Hollanda’ya kaçar. Bu dönemde Jacobite hareketinin hem İngiltere’de hem de kıta Avrupa’sında çeşitli girişimlerini görüyoruz. (İngiltere tarihinde Katolik Stuart hanedanından -ve onun önde gelen isimleri James’lerden- yana olan Jacobite hareketi var. James adının kaynağı olan Latince Jacobus’dan kaynaklanan bu terim, Fransız devrimi ile ünlenen Jacobin klübü Société des Jacobins, amis de la liberté et de l'égalité ile karıştırılmamalı.)

İngiltere’de cumhuriyet yönetiminin pek de başarılı olmaması soncunda Charles, adaya dönüp II. Charles olarak tahta geçer ve “restorasyon” -yani yeniden krallık- dönemi başlar (1660). Fakat bu da sorunludur. Özellikle II. Charles’ın ölümünden sonra (1665) tahta geçen II. James’in koyu bir Katolik olması yine mezhep çatışmalarını gündeme getirir ve çözüm devrimdir (Glorious Revolution, 1688). Hollanda’dan William (William of Orange) gelir, II. James kaçar, parlamento güçlendirilir (Bill of Rights), Kral III. William ve karısı Kraliçe II. Mary ülkeyi birlikte yönetecektir. Kralın Protestanlığı bu kez Katolikleri kızdırır ve yukarıda anılan Jacobite’lar, III. William’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunur. III. William’ın ardından (1702) tahta oturan Kraliçe Anne, Katolik Stuart hanedanındandır, ama Anglikan olarak yetiştirilmiştir ve anlaşmaya göre (Act of Settlement, 1701) bundan sonra hanedan hep Anglikan olacaktır. Öyle de olur; Kraliçe Anne çocuk sahibi olmadan ölünce Almanya’dan Hannover’ler gelir ve bu hanedan Birleşik Krallıkta günümüze kadar sürer.

Kısacası çok isim ve tarih içinde büyük bir kargaşa. Yukarıda yalnızca iç-içe geçen taht ve mezhep çatışmalarını özetlemeğe çalıştım. Kuşkusuz bu dönemde siyasal olayların yanında, coğrafi keşifler; veba salgını (1665); büyük Londra yangını (1666); Hobbes (1589 – 1679), Montesquieu (1689 - 1755), Voltaire (1694 - 1778), Hume (1711 – 1766), Rousseau (1712 - 1778)… gibi düşünürlerin fikirleri; bilim, teknoloji ve sanayideki gelişmeler toplumu alt üst etmişti.

Evet, tarihte toplumların kargaşa içine düşmelerinin ardından ileriye doğru büyük sıçramalar yapmalarının birçok örneği var. Günümüzde de Dünya böyle bir kargaşa içinde. İklim ve çevre krizi, acımasız savaşlar, ulusal ve uluslararası hukuk düzenlerinin çökmesi, demokrasiye olan güvensizliğin artması, yaygınlaşan ekonomik zorluklar, artan eşitsizlik … Sorunlar saymakla bitmiyor. Dileyelim ki bu durum bizi umutsuzluğa itmesin ve bu kargaşanın ardından daha iyi bir Dünya kurabilelim.

 

31 Ekim 2024 Perşembe

7 Liberal Arts ve PISA

Geçenlerde bir önceki Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar “Eğiitim(in amacı) bilgi (vermek) değil.... Eğitimin amacı bir: Allah korkusu iki: kuldan utanma (duygusu vermektir)” dedi ve bu söz beni çok düşündürdü. Bugün siyasal polemiğin ötesinde eğitimin amacı üzerine yazmak istiyorum.

Eski dönemlere uzanırsak, İngilizce ve Fransızca'da liberal arts, arts libéraux, diye anılan 7 yeteneğin geliştirilmesinin antik çağlardan başlayarak birçok eğitim sisteminde temel alındığını görüyoruz. Liberal Arts terimi antik ve klasik dönemlerde anlamıyla kullandığımı, günümüzde özellikle ABD kolej ve üniversitelerinde kullanıldığı anlamda kullanmadığımı belirteyim. Liberal Arts terimindeki art sözcüğü kökünü Latincedeki arstan alıyor ve hem güzel sanat çağrışımı yapan art, hem zanaat çağrışımı yapan artefatct (factum = yapmak) sözcüklerine temel oluşturuyor. Bu nedenle biz “yetenek” diye kullanalım.


Antik çağdan başlayarak insanı diğer canlılardan ayıran temel niteliklerin dil ve matematik olduğu gözlenmiş ve insandaki bu niteliklerin çeşitli boyutlarını geliştirmek için dil ve matematik dalları konnusundaki eğitime öncelik verilmiş. Sanırım Latince kaynaklı liberal arts terimini “özgürce geliştirilen yetenekler” diye anlamak daha doğru olacak. İlk olarak bunları sıralayalım: Gramer, Mantık, Retorik, Aritmetik, Geometri, Astronomi ve Müzik. Hatta bu 7 konu 3 ve 4 olarak (yine Latince terimlerle, 3 ve 4 katlı yollar) trivium ile quadrivium olarak iki grupta düşünülmüş:

·         Dille ilgili trivium: Gramer (dili doğru kullanmak), Mantık (doğru düşünmek) ve Retorik (dili ikna edici biçimde kullanmak)

·         Matematikle ilgili quadrivium: Aritmetik (sayılar, işlemler), Geometri (şekiller, oluşumdaki kurallar), Astronomi (hareket eden şekiller) ve Müzik (hareket eden sayılar, oranlar)

Bilimlerin gelişimi sonucunda, modern dönemde, çevremizde olup biteni anlamak için bilimin de gerekli olduğu düşünülmüş ve dil  ve matematiğin yanında eğitim sistemlerine bilim de eklenmiş.

Şimdi zamanda büyük bir sıçrama yapıp günümüze gelelim. PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı - Programme for International Student Assessment) sınavlarını ve ülkelerin öğrencilerinin bu sınavlarda aldığı sonuçlar üzerine değerlendirmeleri hep okuruz.

OECD öncülüğünde başlayan ve çeşitli ülkelerin eğitim sistemlerinde 15 yaşındaki öğrencilere 2000 yılından beri 3 yılda bir uygulanan PISA sınavları oldukça yerleşti ve yayıldı (2022 sınavına 81 ülkeden 690 bin öğrenci katılmış ve bu 690 bin öğrenci  ülkelerdeki 15 yaşındaki 29 milyon öğrenciyi temsil edecek biçimde seçilmiş). PISA sınavlarında amaç,  “öğrencinin modern toplumlara katılım için gerekli olan bilgi ve becerilerinin değerlendirilmesi” olarak belirleniyor. 15 yaş, birçok ülkede zorunlu eğitimin sonu ve öğrencinin toplumla bütünleştiği yaş olarak değerlendiriliyor. Sınavlar çekirdek alanlar olarak okuma, matematik ve fen bilimleri alanlarını kapsıyor. Ayrıca belirli aralıklarla öğrencinin yenilikçilik, eleştirel düşünme, finansal okuryazarlık, teknoloji okuryazarlığı, bilgi ve iletişim teknolojileri gibi yetenekleri ele alınıyor.


2022 yılı PISA sonuç  verileri üzerinde çok basit bir gözlem yapıp Batı bloğunun önde gelen 10 gelişmiş ülkesinin (ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Kırallık, Fransa, Hollanda, İspanya, İsviçre, İtalya ve Japonya) öğrencilerinin çekirdek alanlarda (matematik, fen bilimleri ve okuma) aldıkları puanlara baktım ve her birinin Türkiyeden çok üst sıralarda olduğunu gördüm (https://www.oecd.org/en/about/programmes/pisa.html ). Diğer yandan kişi başına düşen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (nominal) sıralamasında aynı 10 ülke ortalaması da bizden 8 kat fazla (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fi_ba%C5%9F%C4%B1na_nominal_GSY%C4%B0H_de%C4%9Ferlerine_g%C3%B6re_%C3%BClkeler_listesi). Kuşkusuz GSYİH sayıları toplumun mutluluğunun ve refahının gerçek yansımasını vermiyor. Ama ana hatlarıyla onların eğitim sistemlerinin gerçekten “modern toplumlara katılım için gerekli olan bilgi ve becerileri” verdiğini anlıyoruz.

Eğitim önceliklerinde antik çağlardan bu yana paralellikler kurabiliriz veya toplumların gereksinimlerinin çok değiştiğini vurgulayabiliriz. Sözlü geleneğin yerini yazma ve okuduğunu anlama almış, fen bilimleri gelişmiş, sanırım günümüzde matematikten anladığımız da çok farklı. Ama değişmeyen bir şey var: eğitim, toplumun ihtiyacı olan bireyleri yetiştirmeyi amaçlıyor. Ve mektubun başında aktardığım gibi eğitimin amacını "Allah korkusu ve kuldan utanmaya" dayandırmak, büyük önderimizin “çağdaş uygarlığı aşan” bir toplum yaratma hedefi doğrultusunda değil. 

 

 

29 Eylül 2024 Pazar

KOMPLO TEORİLERİ ve HAKİKAT ÖTESİ

 

Bu ayki konumuzun başlığında “Komplo Teorileri” var; ama ben “komplo teorisi” terimini hiç sevmiyorum! Dilimize böyle yerleştiği için başlıkta kullandım. Yoksa bende “teori”  bilimsel çağrışımlar yapıyor ve ben aşağıda “komplo inancı” diyeceğim.


Bilim insanları, komplo inançları “zihnimizin bir hatası değil, zihnimizin bir özelliğidir” diyor (Onurcan Yılmaz, Komplo Teorilerine Neden İnanırız?, Doğan Kitap, 2024). İnsan sosyal bir varlık, davranışları da genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi ile oluşuyor. Birçok duygu ve davranışımızın kökleri milyonlarca yıl öncesine uzanıyor. Doğru bilgiye ulaşmak için bir dizi gözlem yapmamız ve değerlendirip düşünmemiz çok zaman alıyor ve “vahşi” doğada yaşayan atalarımızın buna pek vakti yok. Belki de duyduğumuz sesi bir kaplan çıkarıyor ve çabuk kaçmamız lazım! Ayrıca salt biyolojik açıdan bakıp düşünmek için beynimizin harcadığı yüksek enerjiyi hesaba katarsak bu oldukça “pahalı”.

Diğer yandan bir kalıtımsal özelliğimiz de aldatma. Bunun “doğada” bukalemun, çeşitli böcekler, kelebekler, deniz canlıları gibi birçok örneğini görüyoruz. Bu da “komplo” olaylarını karmaşıklaştırıyor.

Hatta yalanı çok yüksek sesle söylersek ve defalarca yinelersek doğru sanılacağını da öğrendik (Bkz. George Orwell, 1984). Kavramlar belirgin biçimler aldığında özel kelimeler, terimler geliştiriliyor. 2016 Yılında Oxford Sözlüğü, yılın kelimesini “hakikat ötesi” (post truth) olarak belirledi ve sözlüğe aldı. Ardından bu kavram çok daha fazla yaygınlaştı, yerleşti ve otoriter rejimlerin çok sık kullandığı bir yöntem oldu. Donald Trump, bu konuda çok iyi bir örnek. Her seçim öncesinde ve sonrasında yalan haber (fake news) bombardımanına uğruyoruz. Barack Obama’nın ABD’de doğmadığı, rakibinin babasının John F. Kennedy suikastına karıştığı, resmi sayılarla %5 olan işsizlik oranının aslında % 42 olduğu, NewYork gibi Demokrat Partinin çoğunlukta olduğu eyaletlerde yasaların, doğum sonrasında çocuğunuzu öldürmenize izin verdiği, göçmenlerin kedi-köpek yediği... gibi yalan ifadelerin seçimde işe yarayabileceği düşünülebilir. Ama bu gibi yalanlara alışınca, Trump’ın Manhattan’da oturduğu binanın yüksekliği, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıda binadan atlayanları izlediği (aslında 6 km uzaktaydı), daha önce yazdığı bir kitapta İkiz Kulelere saldırılacağını öngördüğü (kitapta böyle bir şey yok)... gibi yanlışlanması çok kolay olan yalanlara uzanılıyor. İnternetin ve sosyal medyanın giderek yaygınlaşması ile “hakikat ötesi” de gidrek yaygınlaştı. “Hakikatın” değerli olduğu dönemde, yalan söyleyen, yalanı anlaşılınca –en azından- utanırdı, “hakikat ötesinde” bir eşik geçiliyor ve söylenenin “hakikat” olup olmadığına söyleyen ve dinleyen aldırmıyor!


Oysa insanlar birbirlerine güvenerek sosyalleşince “hakikat” önem kazanıyor ve aşağıda değineceğim gibi, ne yazık ki günümüzde bu önemi yitiriyoruz.

Komplo, kumpas, hile, yalan, sahte haber, dolandırıcılık... ne yazık ki günlük yaşamımızda bolca var. Bu da gerçek dışı komplo inançlarıyla uğraşmamızı zorlaştırıyor. Bu yazının konusu olan hayal ürünü komplolara inancın ne olduğu konusunda çok tanım var. Genellikle bu tür inançlar bir olumsuzluktan yola çıkıyor ve iki çizginin birinden, bazen ikisinden birden- ilerliyorlar:

·         Halkın zararına olarak, küçük bir grup (Masonlar, İlluminati, Komünistler, Yahudiler, Rothschild ailesi, uçan dairelerle gelen uzaylılar...) egemen ve gizli çalışmalar yürüterek dünyayı yönetiyorlar;

·         Bir felaketin eşiğindeyiz. Ancak, bilinen dünyanın dışında gizli ve çok güçlü aşkın (transandantal) bir güç bizi bu felaketten kurtarabilir.

Bir olumsuzluktan başlamak çok önemli. Zaten doğru veya yanlış olsun olumsuz haberler çok “satıyor”. Sosyal bilimcilerin “olumsuzluk yanlılığı” diye tanımladığı, basın – yayın uzmanlarının çok kullandığı, bir eğilim var. Hastalık, cinayet, fırtına gibi haberler çok dikkat çekiyor – veya güncel bir dil kullanırsak internette çok “tık alıyor”. Psikolojik gerilim, rasyonel ve doğru bilgiye dayalı yaklaşıma üstün geliyor.

Kriz dönemlerinde, bilimsel otoritelere, yönetime güven azalıyor ve temelsiz görüşler daha da yaygınlaşıyor. Ayrıca günümüzde teknolojinin ve yaygın haberleşme olanaklarının komplo inançlarının yayılmasını kolaylaştırıyor. İnternet, sosyal medya, yapay zeka ile üretilen sahte fotoğraflar, videolar gündemde.

İşte bu ortamda gizli olayları bildiğini düşünmek bir güç sağlıyor: “Ağbi o zaman ben sana anlatayım”. Böylece duygusal bir keyif ile kendini beğenme (narsizm) gelişiyor.

Bu sahte görüşlere gülüp geçemeyiz. Belki ilk bakışta, Elvis Presley’in yaşadığına, yeryüzünün aslında düz olduğuna,  Koç burcunda doğanların inatçı olduğuna inanmak zararsız birer saçma olarak görülebilir. Ama unutmayalım ki seçimlerde hile yapıldığına inananlar ABD Kongre binasını bastı; aşı karşıtları hepimizin hayatını tehlikeye atıyor; iklim değişimini inkar edenler yeryüzünü yok oluşa sürüklüyor...

Komplolara inananların neye inandıkları kadar, neye inanmadıkları da önemli. Bilime, bilim insanlarına inanmadıkları çok açık. Oysa eğer bilimsel araştırmalara, yayınlara bilim insanlarının söyleyip yazdıklarına olan güven yitirilirse, gerçeğe ulaşabilmenin hiçbir yolu kalmayacak.

Pekiyi ne yapmalıyız? Bu gibi durumlarda yalnızca bir konu ile sınırlı kalarak uğraşmak, bu konuda gerçek(ler) ileri sürmek yararsızdır. Sosyal psikolog Leon Festinger’in Bilişsel Uyumsuzluk (cognitive dissonance) kuramına göre kişi kendi inançlarına aykırı bir bilgi alınca veya bir eylemle karşılaşınca  tutarsızlığı fark eder, huzursuz olur ve kişisel inançları doğrultusunda bir eylem ve yol bulmak ister. Festinger’in ünlü gözlemi 1950’lerde ABD’de Kıyamet Günü (Doomsday) tarikatı ile ilgili. Tarikat lideri kıyametin kopacağı, sellerin, depremlerin yeryüzünü alt – üst edeceği tarihi, saati duyuruyor ve tarikat yolunda olmayanların öleceğini belirtiyor. Müritler o gün ve saatte toplanıp bekliyorlar. Kıyamet kopmayınca, lider bir açıklama yapıp müritlerin gönderdiği pozitif enerji ile kıyameti önlediklerini ve dünyanın kurtarıldığını söylüyor. Kuşkusuz müritler gayet mutlu!

Çözüm, akıl, bilim, ilgili bilimsel kurumlara, bilimsel kaynaklara olan güvenin geliştirilmesi; boş inançarla, hurafelerle ve hakikat ötesi ile savaşmaktır. Burada yine “yanlışlanabilme” konusuna geliyoruz. Karl Popper, bilimsel hipotezlerin, önermelerin “yanlışlanabilir” olması gerektiğini söylemişti  (Logik der Forschung, 1934). Örneğin bir tasım – kıyastaki (syllogism) “Kuğular siyah olmaz” doğru bir önermedir (premise) çünkü bir siyah kuğu görülmesi ile yanlışlanabilir. Oysa komplo inançları, fal, astroloji... “yanlışlanamaz”.  “Ortak dostumuz Ahmet, Koç burcunda doğmuş. Bildiğin gibi hiç de inatçı değil” derseniz; “yükselen burcuna bakmak gerekli” diyebilir.

Diğer bir konu da kanıtlama yükümlülüğü. Hukuk sistemlerinde olduğu gibi iddiayı öne sürenin kanıtlama yükümlülüğü olduğunu vurgulamalıyız. Örneğin “yeryüzünün düz olduğunu“ öne süren, bunu kanıtlamakla yükümlüdür. “Yeryüzü yuvarlaksa bunu kanıtla” diyerek kanıtlama yükümlülüğünü üzerinden atamaz.

Kısacası, korkarım ki, komplo inançları ve hakikat ötesi ile daha uzun süre mücadele edeceğiz. Bu, birkaç ilaç alarak kısa sürede geçecek bir hastalık değil!