Uzun bir süredir okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler yazmadım. Sanırım blogdaki yazılarımın kısa olması konusundaki kararım bunun nedeni. Bir kitap hakkındaki düşüncelerimi, beni etkileyen bir kitabın çağrışımlarını 500-600 kelime içinde ifade etmekte zorlanıyorum. Bu tabii roman okumadığım anlamına gelmiyor!
Bugün Babil romanı hakkında yazmaya karar verdim. Ben
“Babel” adıyla yayınlanan, İngilizce baskısını okudum (Harper Collins Publishers,
2022). Aşağıda verdiğim sayfa numaraları da ona göre. Ama “Babil” adıyla
Türkçeye çevrildiğini biliyorum (İthaki Yayınları, Çeviren: Güneş Becerik
Demirel).
Babil, “tarihsel fantastik roman” türüne giriyor. Bu
tür, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Taht Oyunları gibi fantastik roman ve
filim örnekleriyle -belki de günümüzün sinema efektleriyle etkili
olabildiklerinden- çok popüler. Babil de 1830’larda Oxford Üniversitesinin
ve çevirinin, Britanya İmparatorluğunun egemenlik oluşturma aracı olarak kullanılmasını
işliyor. Alt başlığı ile birlikte kitabın tam adı: Babil veya Şiddetin
Gerekliliği, Oxford Çeviri Enstitüsünün Büyülü Tarihi.
Kitabın yazarı, R. F. Kuang, Çin’de doğmuş; ama çok küçük
yaşta ABD’ye gelmiş. ABD ve İngiltere Oxford’da okumuş. “Babil’i üç
kelime ile anlatırsanız neler söylersiniz” diye sorunca “tarihsel kara akademi”
diye cevaplıyor. (An
Interview with R.F. Kuang, author of Babel, Blackwell's Book of the Year 2022).
Olaylar Çin’in Kanton (Guangzhou) kentinde bir kolera
salgını ile başlıyor, ama kahramanımız Robin, hemen romanın başında Londra’ya
gelip; sıkı bir Klasik Yunanca, Latince ve Çince (Mandarin) eğitiminin ardından
Oxford’a geliyor ve roman, Oxford Üniversitesinin Çeviri Enstitüsünde, (Royal
Institude of Translation) gelişiyor. Bu enstitü Oxford kentinde Radcliffe
kütüphanesinin yanında Babil Kulesi adıyla bilinen bir kulede kurulmuş.
Kütüphane gerçek ve bugün de ayakta, ama kule hayal ürünü. Enstitüye de
günümüzün Oxford Üniversitesinin Asya ve Ortadoğu Çalışmaları Fakültesi (Faculty
of Asian and Middle Eastern Studies) ilham vermiş.
Babil Kulesi deyince akla hemen farklı dillerin oluşumu hakkında
Eski Ahit kaynaklı bir öykü geliyor: Nuh tufanından kurtulan ve -aynı çiftten
geldikleri için doğal olarak- aynı dili konuşan insanlar Mezopotamya’da Babil
kentini kurmuş. İleride gelebilecek sel gazabından
kurtulmak ve göğe (cennete) yükselmek için yüksek bir kule yapmaya başlamışlar.
Bu küstahlık ve kendini beğenmişliğe kızan Tanrı, kulede çalışanların ayrı diller
konuşmalarını sağlamış. İşçiler aralarında anlaşamayınca da kule inşaatı durmuş.
“… ve Tanrı onları oradan bütün dünyanın yüzüne dağıttı” (Yaratılış 11:1-9).
Kitabın “fantastik” yönü ilginç bir büyüden kaynaklanıyor.
Oxford’daki kulenin en üst katı, gümüş işçiliği katı. Gümüş plakaların bir
yüzüne bir dilde bir sözcük yazılıyor. Plakanın karşı yüzüne de o sözcüğün başka
bir dildeki karşılığı yazılıyor. Bu karşılık tam olamadığı, kavramlar farklı
dillerde farklı olduğu için gümüş plakada bir “güç” yaratılıyor. İşte bu büyülü
“güç” de Britanya İmparatorluğunun “gücünü” oluşturuyor. Avrupa’da konuşulan
dillerin sözcüklerinin karşılıkları ve çağrıştırdıkları kavramlar zaman içinde birbirine
çok yaklaşmış. Bu durumda Avrupa dillerinin sözcükleri gümüş plakalara karşılıklı
yazılınca pek büyük bir “güç” oluşmuyor. Oysa farklı kültürlerin sözcükleri
yazılınca büyü, çok daha “güçlü” oluyor. Ne de olsa Latince bir söz var: “Traduttore,
traditore - çeviri ihanettir”. “Eğer yaratıcı olmak
istiyorsak Doğuya bakmalıyız Avrupa’da konuşulmayan dillere gereksinimimiz var”
(s. 118).
İşte bu nedenle de roman kahramanlarından – ve Kraliyet Çeviri
Enstitüsü öğrencilerinden- Robin Çinli, Ramy Hindistan’dan gelen bir Müslüman,
Victoire Haitili. Kitap böylece kolonyalizmin.
-sömürgeciliğin bütününü kapsıyor! “… Çok küçük yaşta anavatanlarından alınıp
İngiltere’ye sürüklenmiş, ülkeleri ile dil dışında bütün bağları kopartılmış,
başarılı olmazlarsa sınır dışı edilecekleri vurgulanan, çoğu öksüz çocuklar”
(s. 502). (“kolonyalizm” terimini Britanya-Çin ilişkisinde gördüğümüz gibi -büyük
bir askeri güce dayanan- sınırlı sayıdaki tüccarın Çin’e yerleşip ülke
kaynaklarını sömürdüğü durumlar için; “sömürgecilik” terimini Britanya-Hindistan
örneğinde gördüğümüz gibi, sömürülen ülkede yönetime el konulduğu, sömürge
valisi atanıp güç kullanım tekelinin tam olarak ele geçirildiği durumlar için kullanıyorum.)
Çin’den gelen Robin, uzun süre yabancı dil bilgisi ve çeviri
çalışmalarının olumlu yönü ile bunların “kara akademi” yönü arasında kararsız
kalıyor. Robin için Babil ve Oxford
Üniversitesi bilgi peşinde koşmaya adanmış bir ütopya. Ancak bilgi ve akademik dünya,
devlet gücüne itaat edince ve özellikle 19. Yüzyıl Britanya’sının kolonyalist-sömürgeci
yüzü belirginleştikçe başka türlü düşünmeye başlıyor. Sanırım bu dönüşümde Kanton’a
yapılan ziyaret çok etkili. Burada Robin doğduğu evin bir afyon kahvehanesi olduğunu
görüyor (s. 304). Çinlilere afyon satmaya çalışan bir İngiliz şirketinin Kanyon’daki
temsilcisinin “Asıl olan ülkeler arasındaki serbest ticarettir. Hepimiz
liberaliz değil mi? Öyleyse mallara sahip olanlar ile onları satın almak
isteyenler arasında hiçbir kısıtlama olmamalı … Çinliler iğrenç, tembel,
kolayca bağımlı olan kişilerdir. İngiltere’yi aşağı bir ırkın zayıflıkları
nedeniyle suçlayamazsınız” gibi sözlerini duyuyor (s. 301). Yani “ticaret
özgürlüğü” adına tam bir örümcek ağı oluşmuş: Hindistan’dan pamuk ve çay
Britanya’ya, Hindistan’dan afyon Çin’e. Çin’den gümüş ve porselen Britanya’ya
(s. 307). Britanya İmparatorluğu, afyon satıp gümüş almak için Çin’e saldırdığında
Robin bir karar vermek zorunda kalıyor.
Kuşkusuz ırkçılık ve ayrımcılık, kolonyalizm-sömürgeciliğin
ayrılmaz bir parçası. Küçük Robin Kanton’dan ayrılırken beyaz adam karşısında
ezilen Çinliyi gören (s. 15) Robin ve arkadaşları Oxford’da da çeşitli ırkçı
tepkilerle karşılaşıyorlar. Profesör Lovell’in söyledikleri: “… tembellik ve
aldatma sizin gibiler arasında çok görülen bir özelliktir. Bu nedenle Çin
uyuşuk ve geri bir ülke olarak kalıyor…” (s. 42). Çinli bir kadın, bir sirkte,
hayvanat bahçesindeymiş gibi sergileniyor (s. 295). Zaten İngilizler Çinlileri
hayvan gibi görüyorlar (s. 313).
Şimdi Robin’in karşısındaki soru şu: karşı koymak için
şiddet zorunlu mu? Burada kitabın alt başlığındaki “Şiddetin Gerekliliği”
ifadesini hatırlıyoruz.
Haydi kitabı okuyacak olanlar için sürprizi bozmayıp (spoiler
vermeyip) konuyu anlatmayayım. Zaten benim ilgimi çeken de Babil’in
çerçevesi.
Kitabın bir özelliği de konuya ilişkin karşıt görüşlere yer
vermesi. Örneğin şiddet içeren yöntemlerle kolonyalizmle savaşılmasına karşı
çıkan, hatta davaya ihanet eden Letty’nin bu noktaya nasıl geldiği ele alınıyor.
Kitapta bu kapsamda sömürge savaşı ile nasıl mücadele edilebileceği
tartışılıyor. Broşürler dağıtarak Kanton’un Britanya tarafından işgaline karşı
çıkarken Britanya Parlamentosunun kararın bekleyen barışçıl bir grevin adım
adım şiddete yönelmesi ele alınıyor.
Kitapta vurgulanan temel konulardan biri de kadınların İngiliz
toplumunda bile baskı altındaki durumu. Babil kulesinde çok az kadın
araştırmacı olduğu belirtilince, kadın Öğretim üyesi bile, soruna değinmekten
kaçınıyor (s. 111). Robin’in annesi, Profesör Lovell için ölüme terkedilebilir
çünkü “yalnızca bir kadın” (s. 120).
Letty’nin Üniversitede yemeğe pantolon yerine eteklikle gelmesi
yadırganıyor (s. 141). İki kız öğrencinin ev sahibesi, onların, kırılgan,
doğaları gereği zayıf, histerik olacakları önyargısına sahip (s. 153). Oxford
öğrencileri kızları bir baloda taciz ediyor (s. 247).
Prof. Lovell’in odasında Çin işi renkli vantilatörler,
porselen vazo ve heykelleri gören Ramy “ne kadar ilginç” der, “eşyaları ve dili
sevmek, fakat ülkeden nefret etmek.” Victoire yanıtlar: “düşündüğün kadar garip
değil. İnsanlar ve şeyler farklı ne de olsa” (s. 346). Burada, ülkemizde
günümüzde de sosyal bilim çevrelerinde süren bir tartışma aklıma geliyor:
Yabancı Türkologlar veya yurdumuzda kazı yürüten arkeologlar “bize düşman
casuslar” mı? Yoksa “kültürel zenginliklerimizi ortaya çıkaran bilim insanları”
mı?
Düşünce-Edebiyat alanlarında kolonyalizm-sömürgeciliğin ele
alınması deyince Fanon’un düşünceleri veya George Orwell’in Bir Fili Öldürmek kitapları aklıma gelirdi.
Ama bundan sonra sanırım Babil’i de hatırlayacağım.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder