Sözcükler birer simge. Beynimizde oluşan kavramların,
imgelerin dildeki simgeleri. Birçok çağrışıma yol açıyor. Her birimizin farklı
birikimi, eğitimi, eğilimleri olunca beyinlerimizde farklı kavramlar oluşuyor.
Aynı sözcük farklı bireylerde farklı çağrışımlara yol açıyor ve sonuçta o
sözcüğe yüklediğimiz anlamlar da farklı olabiliyor. Bazı çok bilinen somut
kavramların simgeleri üzerinde anlaşmak kolay. Her halde “elma” diyince
birçoğumuz aynı şeyi anlıyoruz. Oysa “erdem”, “vicdan”, “adalet” … için aynı
şeyi söylemek zor.
DÜŞÜNSEL AÇIDAN TOLERANS
DÜŞÜNSEL AÇIDAN TOLERANS
- · Klasik bir uygulama toleransın sınırını karşıdakinin toleransı ile belirlemektir. “Toleranslı olmayana tolerans yok” diye belirleyeceğimiz bu ilke de yanlış uygulamalara yol açabilir. Taraflardan biri karşı taraftan belirli konularda boyun eğmesini isteyebilir. Karşı taraf bunu kabul etmeyince de toleranssızlıkla suçlayabilir.
- · Sınırların ahlak anlayışıyla çizildiği durumlarda toleranslı davranmak ahlaksızlık olarak nitelenebilir. Oysa ahlak anlayışının farklı toplumlarda ve zamanlarda farklı olması, bu konuda hep dikkatli olmamızı gerektirir.
- · Tolerans klasik metinlerde “permissio negativa mali”, gerçekte yanlış ama tolerans gösterilemeyecek kadar zararlı olmayana karşı gösterilir. Burada “zararlı” kavramı geliyor. Bu kavram her zaman “haklı” bir çizgi çekmemizi garanti etmezse de hiç olmazsa tarafların önemli bir çıkar çatışması içinde olmadığı durumlarda işe yarayabilir.
- · Birçok zaman güçlü-çoğunluk olan, kendisi için bir tehlike oluşturmadığı sürece güçsüz-azınlık olana tolerans gösterir. Toleransın sınırını da kendisine yönelen tehdidin büyüklüğü ile belirler (Aşağıda değinilecek olan Nantes Bildirisi, 1598 gibi). Birçok durumda tolerans gösterilen güçsüz-azınlık bir cins “aşağı” durumundadır, hatta bunu kabul eder. İşte Goethe “tolerans yalnızca geçici bir durum olmalı, ‘tanımaya’ yönelmeli. Tolerans göstermek aşağılamaktır.” derken bunu söyler[2].
- · Bazı durumlarda tolerans pek de eşitsiz iki parti arasında değildir. Karşılıklı bir denge söz konusudur. Her iki taraf da diğer tarafa tolerans göstermenin kendileri için daha az yıpratıcı olacağını düşünür ( yine aşağıda değinilecek olan Ausburg Barış anlaşması,1599 gibi). Taraflar bir tür “modus vivendi”[3]de anlaşırlar. Bu durum olumlu gibi görülüyorsa da kararlı ve sürekli değildir. Taraflardan biri zamanla güçlenince denge bozulur ve güçlü olan taraf, karşıya tolerans göstermek zorunda kalmaz.
- · Tarafların sahip oldukları güç bir yana birbirlerine duydukları saygı da toleransın kaynağı olabilir. Bu durumda tümüyle ayrı alanlara yönelim söz konusu olabilir. Örneğin laik anlayışta kamusal alanın dinsel görüş, söylem ve simgelerden arındırılması. Buna karşılık din-mezhep-inanç konularının kişinin özel yaşamında yer alması ve kamunun da buna karışmaması toleransın bu uygulamasına örnek verilebilir[4].
İSLAMDA TOLERANS
- · İslam’ın altın çağı olarak bilinen 8-12. Yüzyılda Batı Asya,
- · 12-14 Yüzyıl Endülüs Emevileri ve
- · Biz Türkler için özel bir önemi olan 12-14. Yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya uzanan çizginin
Belki birçok kişi için “tolerans” ve “hoşgörü” sözcükleri eş
anlamlı. Ama bende farklı çağrışımlara yol açıyor. Her şeyden önce ben
mühendisim. “Tolerans” derken ilk aklıma gelen iki parçanın birlikte
çalışabilmesi için her birinde “izin verilen sapma” gibi bir kavram geliyor
aklıma. İki dişlinin birlikte çalışması veya elektronik bir birimin çıkışına
bağlanacak diğer birimin “kabul edebileceği” sapma kavramı geliyor aklıma.
Oldukça mekanik olan bu anlamda bile düşünsel bir boyut var. Öncelikle birden
çok birimin bir sistem içinde birlikte çalışması “isteniyorsa” bu kavram
gündeme geliyor. Böyle bir gereksinim yoksa “tolerans” da anlamsız ve tanımsız.
Bu kavramı bireysel veya toplumsal ilişkilere yansıtırsak daha anlamlı olacak.
Etnik, dinsel, cinsel… olarak ayrı bireyler veya toplumsal kesimler
oluşturduğumuz kuşkusuz. Ama eğer uyum içinde birlikte yaşamak “istiyorsak” her
birimizin inancında, söyleminde, yaşamında… bu anlamda bir “tolerans” olmalı.
“Benim değerlerim doğrudur, ben değerlerimden taviz vermem” gibi baskıcı
yaklaşımlar bu anlamda özellikle demokratik bir toplumda kabul edilemez. Yine
mekanik benzetmemize dönersek dişlilerimizi birbiri ile çalışmayacak kadar
geniş toleransla üretirsek sitemin kilitleneceğini biliyoruz. Burada toleransta
“sınır” kavramına “sistemin amacına uygun çalışmasına” geliyoruz. Toplumsal ve bireysel ilişkilerde bu amacın
“çok” kolay belirlenemediğini itiraf etmek zorundayım. Ama yine de yukarıdaki
benzetme birçok zaman bana yol gösterebiliyor. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti
için “çağdaş uygarlık”, “bilimsellik”, “bölgeler, bireyler veya
sınıflar-kesimler arası dengesizliklerin azaltılması”, “hukukun üstünlüğü”…
gibi amaçlar belirleyince “izin verilebilir sapma” belirginleşiyor.
“Tolerans”ın mekanik çağrışımları bile beni insan ve toplum
boyutlarına yönlendirebiliyor. “Hoşgörü” ise bende çok daha ilginç çağrışımlara
yol açıyor. Bir kere “hoşgörü” güzel Türkçemizin “gönül”,”ak-kara” gibi kendine
özgü ve çok anlamlı bir sözcüğü[1].
Ayrıca Tolerans kavramında bir “normdan kabul edilebilir sapma”, “hata” var.
Örneğin Stanford Encyclopedia of Philosophy
toleransı “… genellikle yanlış olduğuna
inanılan ama ‘katlanılabilir’ kabul edilip karışılmaması, yasaklanmaması veya
sınırlanmaması gereken inançlar, eylemler ve uygulamaların koşullu kabulü”
olarak görüyor.
Oysa “hoşgörü”de bu sapmaya “hata” değil “hoş” diyoruz. Bu
bakış açısı hiç bir mekanik çağrışım yapmıyor. Her halde bir dişli iç çapının
“hoşgörüsünün +/- 0,2mm olması” düşünülemez. Hoşgörü insan ve toplum
ilişkilerine uygun ve bize özgü bir sözcük.
Dileriz ki ülkemiz amacından sapmayan insanların mutlu
yaşadıkları bağnazlık ve baskının yerleşemediği bir hoşgörü ülkesi olsun.
Konunun biraz daha düşünsel boyutlarını girersek tolerans
tanımında bazı temel kavramlar olduğunu ve bu kavramların bazı paradokslara yol
açtığını söyleyebiliriz:
Önce tolerans gösterilmesi söz konusu olan konuya bakalım.
Bu temelde karşı çıkılan, itiraz edilen bir konudur. Bizim gibi düşünen birine
“itiraz” etmeyiz, tolerans da göstermeyiz. Olsa olsa aynı görüşü
“paylaştığımız”, bu konuda ona “katıldığımız” söylenebilir. Ancak bizim gibi
düşünmeyen birine tolerans göstermemiz söz konusudur. Demek ki irdelememiz gereken ilk kavram “itiraz edilen konu
ölçütüdür” (objection criteria).
Bu ölçütün yanlış tanımlanması bizi “toleranslı ırkçının
paradoksu” örneğindeki paradoksa götürür. Bazı ırkların “aşağı ırk” olduğunu
düşünen bir ırkçıyı ele alalım. Bu kişi başka ırktan birine tolerans
göstermekle erdemli bir davranışta mı bulunur? Hatta ne kadar samimi bir ırkçı
ise toleransı ile o kadar erdemli olduğunu mu kanıtlar? Kuşkusuz hayır! Burada
“itiraz” ettiği konu temelden yanlıştır. Demek ki önce “itiraz” elden konunun
–daha üst düzey bir- değerlendirme ile doğrulanması gerekiyor.
İkinci zorluk toleransın sınırlarının belirlenmesinde
karşımıza çıkıyor ve yine bir dizi paradoksa yol açabiliyor.
Sonuç
olarak toleransın kendi başına bir erdem olarak pek de anlamlı bir kavram
olmadığını söyleyebiliriz. Gerek içeriği gerekse sınırlarının başka normlar,
üst değerler tarafından belirlenmesi gerekir.
Tolerans kökünden sözcüklere oldukça eski çağlarda
rastlanabiliyor. Ancak bu sözcüğe birçok zaman “sabır” anlamı yükleniyor.
Örneğin Cicero M.Ö. 1. yüzyılda “tolerantia”
sözcüğünü “kötülüklere katlanabilme erdemi” olarak kullanıyor.
Hıristiyanlıkta tolerans deyince hepimizin aklına “Sağ yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı
çevirin” (Matta İncili 5:39) veya “…
düşmanlarınızı sevin” (Luka 6:28) gibi ifadeler gelir. Diğer yandan Kutsal
Kitabın Eski Anlaşma (Old Testament)
bölümünde Tanrının kendi yolundan çıkanlara bakıp “İnsanı yarattığına pişman olduğu… yeryüzünden silip atacığı”
(Yaratılış 6:5-9); Başka tanrılara tapınmayı önerenleri “… kesinlikle öldüreceksin… taşlayarak öldüreceksin” (Yasanın Tekrarı 13:9-10) diye emir
verdiği; kendine yönelmeyen herkesin “büyük küçük kadın erkek… öldürüleceği”
(Tarihler 2 15: 13) belirtilir. Kutsal
Kitabın Yeni Anlaşma (New Testament)
bölümü daha yumuşaktır. Ama orada da engizisyonun[5]
uygulamalarına temel olan ifadeler yar alır. Örneğin “… düşmanlarımı gözümün önünde kılıçtan geçirin” (Lukka 19:27); “İman edip vaftiz olan kurtulacak, iman
etmeyen ise hüküm giyecek” (Markus 16:16); “İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılır” (Matta 20.19).
St. Augustine 4. Yüzyılda Hıristiyanlıkta tolerans kavramını
kuramsal bir temele oturtmaya çalışanlardan biri olarak anılır. “Credere
non potest nisi volens-isteksizce güce inanılmaz” ilkesini bu alanda belirgin ilke olarak öne sürdü. Ancak içten gelen
inanç Tanrı katında makbuldü ve baskı ile inanç zorlanamazdı. Ne yazık ki aynı
St. Augustin Hıristiyanlık içinde Donatizm[6] adı verilen bir mezhep gelişince bu toleranslı görüşlerini bir yana
bırakır ve söz konusu olan “ruhu kurtarmak olunca uygun güç ve doğru eğitimin
insanları sarsıp gözünü açarak içlerindeki doğru yolu bulmalarını sağlayacağını”
söylemeye başlar. Benzer biçimde St. Thomas Aquinas da 13. Yüzyılda
Hıristiyanlıkta toleransın sınırlarını özellikle “inkârcılığın-sapkınlığın”
herhangi biçimine karşı olacak biçimde çizer.
Önceleri Hıristiyanlık içi
inkârcılık-sapkınlık konularına eğilen Kilise düşünürleri özellikle 12.
Yüzyıldan başlayarak diğer inançlar karşısında değerlendirmeler de yapmaya
başlar. Özellikle Abailard ve Raimundus Lullus bir yandan Hıristiyanlığı
savunan ama diğer yandan İslam ve Musevi dinlerinde –en azından- bazı ahlaki
gerçekler olduğunu belirten çalışmalar yaparlar. İncelenen “diğer” inançlara
sahip düşünürler arasında Musevi düşünür Maimonides (1135-1204) ile İslam
düşünürü İbn-i Rüşt’ün (1126-1198) dinsel dogmalar karşısında düşünsel hakikati
savunan çalışmaları[7] bu kapsamda yankılar uyandırır.
Ortaçağ sonlarında Cusa’lı Nicolas’ın “De Pace Fidei” (1453)
adlı yapıtı en kapsamlı Hıristiyan-hümanist [8]yaklaşımı
ile “bir din içinde çeşitli ritüelleri” savunan yapıt olarak dikkat çeker.
Buradaki din Hıristiyan-Katolik eksenidir; ama yine de farklı inanışlardaki ortak
öğelerin araştırılması açısından tartıştığımız tolerans kavramı için yenidir.
Kökleri çok daha eskilere uzansa da
Martin Luther’in başkaldırısının (1517) Avrupa’yı alt üst ettiğini
biliyoruz. Luther kişinin bilincinin
yalnızca Tanrı sözü ile sınırlı olduğunu vurgulayarak bir yandan kilisenin
diğer yandan devletin otoritesinin sınırlarını belirledi. Bunu izleyen dönemde
Avrupa Katoliklerle çeşitli Protestan mezhepleri arasında acımasız bir din
savaşları dönemine girdi.
Fransa’da 1562’de St. Germain Bildirisi (Édit de St. Germain) ile Protestanlara
sınırlı da olsa bazı haklar verilmiş ama Katolik-Protestan çatışmasını
önlenememişti. Vassy’de bir Protestan ayininin Katoliklerce basılıp 60 kadar
Protestan’ın öldürülmesi fitili ateşlemiş Fransa Din Savaşlarına gömülmüştü. Bu
dönemde Fransa kraliyetinin resmi görüşü “un
roi, une loi, une foi – tek Kral, tek yasa, tek inanç” olarak vurgulandı.
Özellikle 1572’de St. Barthlomew gününde başlayıp dört gün süren büyük kıyımda
on binlerce Protestan’ın öldürülmesi Fransa tarihine kara bir leke olarak
yazıldı.
Din Savaşlarının ardından 1598’de Fransa Kralı IV Henry
Nantes Bildirisini (Édit de Nantes)
onaylayarak Hugenot olarak bilinen Calvinist Protestanlara önemli haklar
verdi. Onların medeni haklarını tanıdı,
devlette görev almalarının yolunu açtı. Resmi olarak din savaşları bu bildiri
ile sona ermiş olsa da Protestan başkaldırıları daha uzun yıllar devam etti.
XIV Henry 1685’de Fontainebleau Bildirisini (Édit de Fontainebleau) yayınladı. Bu bildiri Nantes Bildirisinin
yeniden kaleme alınmasından fazla bir şey getirmediği için bizim açımızdan
tolerans kavramının yorumuna yeni bir boyut getirmediği söylenebilir[9].
Orta Avrupa’ya bakarsak ilk olarak günümüz Almanya’sının
güneyinde Köylü İsyanları (1524-1525)ile başlayan çalkantıları görürüz. Kutsal
Roma İmparatoru V. Karl tarafından imzalanan Ausburg Barışı (1555) ile sayıları
225’e ulaşan Prenslere mezheplerini seçme özgürlüğü tanıdı. Diğer yandan bir
prenslik bölgesinde yaşayan halk Prensin seçtiği mezhepte olmak zorundaydı.
Günümüzde çok garip gelse de “Cuius
regio, eius religio – kim yönetirse onun dini” ilkesi onaylandı ve tahmin
edileceği gibi huzursuzluklar sona ermedi.
Günümüz Hollanda-Belçika bölgesinin Calvinci halkı ile
bölgeyi yöneten Katolik İspanya Kralı arasında da Seksen Yıl Savaşları
(1568-1648) olarak tarihe geçen çok kanlı bir çatışma yaşandı.
Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonunda imzalanan Westphalia
anlaşması ile Orta Avrupa’da Katolik, Lutherci ve Calvinci bölgeler oluştu.
Halk inancına uygun bölgelere göç etti veya kaldığı bölgenin mezhebine geçti.
Hıristiyan mezheplerinin Avrupa’daki
çatışmalarının 17. Yüzyılın ikinci yarısında durulduğunu görüyoruz. Avrupa’da
güncel anlamdaki dinsel tolerans kavramının bu çalkantılı dönemin sonunda
şekillendiğini vurgulamalıyız. Böylece bir yandan Kilise otoritesi ve kişisel dinsel
bilinç ayrımı, diğer yandan dinsel ve medeni (secular) otorite ayrımı oluştu.
Tolerans konusundaki düşünsel
çalışmalar kuşkusuz bu çok zor dönem sonrasında da sürdü. Baruch Spinoza (1632-1677) dinlerin
çekirdeğinde adalet ve sevgi gibi erdemler olduğunu belirtir ve hem dinsel
dogmalardan hem de hakikatin düşünsel biçimde aranmasından ayrı tutar[10].
Devlet barış ve adaletten sorumlu olduğuna göre dinin dışa dönük uygulamalarını
düzenleme hakkı vardır. Ama dinin içsel uygulamaları, düşünce özgürlüğü gibi
konular devlete bırakılamaz. Burada politik otoritenin gücünün sınırları
gerçeklere bağlı olarak çizilir.
John Locke (1632-1704) Bir adım daha
ileri gider. Devleti yurttaşlarının medeni çıkarlarını gözetmekle görevli sayar[11].
Ruhla ilişkili konular devletin görevi değildir; Kilise ise yönetim üzerinde
etkisi olmayan gönüllü kuruluştur. Locke toleransın sınırlarını bir yanda
“dinin bu konumunu aşması”; diğer yanda “Tanrısızların herhangi bir ahlaki
değer tanımayarak toplum düzenini bozacak davranışlar içine girmesi” olarak
belirledi.
18. Yüzyılda Fransız ve Amerikan devrimlerinde dinsel
özgürlük temel bir doğal hak olarak benimsendi. “Yasaların Ruhu” (De l’esprit des lois) (1748) adlı
kitabında Montesquieu politik birlik ve barış için farklı dinlere tolerans gösterilmesi gerektiğini belirtti. Diğer yandan farklı
dinlere ve egemen dindeki değişikliklere gösterilen toleransın sınırı olarak da
anayasa ile ilişkiyi ve halkın ahlak anlayışını gösterdi. Montesquieu’nün “İran
Mektupları” (Lettres persanes) (1721)
adlı eserinde çok daha kapsamlı bir dinsel çoğulculuğu savunduğunu görüyoruz.
Politik ve dinler arası
perspektifler Jean-Jacques Rousseau’da (1712-1778) daha belirgindir. “Toplum
Sözleşmesi”nde (Du conrtat social)
bir “medeni din”, “Emile”de “doğal din” önerir.
Bekleneceği gibi Voltaire (1664-1778)
dinsel dogmalara karşı verdiği savaşta çok daha serttir ve “aklın dinini” öne
sürmekten çekinmez.
Aydınlanma çağındaki bu gelişmeler
sonucunda 1789 devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (Déclaration des droits de l’homme et du
citoyen) ve 1948’de Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi ile günümüzdeki tolerans kavramına “kuramsal” açıdan oldukça
yaklaşıldığını söyleyebiliriz. “Kuramsal” diye vurguluyorum. Çünkü özümseme ve
uygulama açısından çok büyük eksikler olduğunu hepimiz biliyoruz.
Yukarıda Avrupa’da Hıristiyan
mezhepleri arasındaki çatışmalarının kıtadaki bütün bölgelerin bütün etnik
toplulukların ve ülkelerin adeta bir iç sorunu olarak geliştiğini ve
çatışmaların yoğunlaştığını gördük. İslam coğrafyasında ise Sünni-Şii çatışması
daha çok, Arap-İran, Osmanlı-İran gibi farklı etnik yapılar veya devletler
arasındaki çatışma biçiminde karşımıza çıkar. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in
Mısır seferi ile Halifeliği devralıp[12]
Osmanlı’nın Sünni yapının yönetimine geçmesiyle, Osmanlı-İran çatışmaları yeni
bir boyut -Sünni-Şii boyutu- kazandı[13].
Ülkelerin içinde kanlı biçimde bastırılan isyanlar olduysa da Avrupa benzeri
bir seri din savaşı –ve bunun sonucunda- bir denge oluşmadı[14].
Sanırım İslam’daki tolerans
tartışmaları açısından
özellikle ele alınması gerekir.
İslam’ın Altın Çağında
Semerkant-Buhara-İsfehan- Hamedan-Bağdat-Şam-Halep yoluyla Harran’a uzanan
coğrafyada İslam’ı felsefe ile bağdaştıran, antik Yunan kaynaklı felsefe ve
bilim üzerine çalışan, onları aktarmakla kalmayıp önemli katkılar yapan bu
anlamda geniş tolerans örneği olabilecek düşünce ortamı görüyoruz. Farabi
(872-950) (Batıda bilinen ismiyle Alpharabius)
“ikinci öğretmen” olarak nitelenirdi. “Birinci öğretmen” Aristo idi. “alem
büyük insandır; insan küçük alem” ve “akıl iyi ile kötüyü ancak bilgi ile
ayırır” gibi görüşleri binyıllar boyunca düşünce dünyasını aydınlattı. Benzer biçimde İbn-i Sina (980-1037) (yine
Batıda bilinen ismiyle Avicenna) da
tıp konusundaki yapıtları yanında Aristo’yu Farabi’nin çalışmalarından
incelemiş ve felsefeye ilişkin önemli görüşlerini yüz elliden fazla makalede
kaleme almıştı. O da Eflatun idealizmi ile Aristo deneyciliğini akıl yoluyla
uzlaştırmaya çalıştı. Antik Yunan’ın inancının çok tanrılı olmasına ve İslam’ın
ilk koşulunun tek Tanrıya inanmak olmasına karşın konuyu felsefe ve bilim
boyutuyla ele alıp akıl be bilgiyi vurgulayarak yorumlayan bu görüşler, o
dönemdeki büyük bir toleransa işaret ediyordu.
11-12. Yüzyıllarda İslam
dünyasında çeşitli zorluklarla baş gösterdi. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin
gücü zayıflamaya başlamıştı. Haçlı Seferleri başlaması (Birinci Haçlı Seferi
1095-1099), 1098’de Antakya ve 1099’da Kudüs’ün Hıristiyanların eline geçmesi,
Anadolu Selçuklularının Sivas Yakınlarında Moğollara yenilmesi (1243) [15],
Cengiz Han’ın Torunu Hülagu’nun Bağdat’ı alması (1258) gibi felaketler üst üste
geliyordu. İslam’ın içsel (batınî-ezoterik) yorumları giderek
yaygınlaşmaktaydı. Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu dönemde yaşıyor ve şeriat
hükümlerine farklı yorumlar getiriyordu. İşte bu ortamda İmam Gazalî
(1058-1111) olumsuz gelişmelerin önüne
geçmeye, hiç olmazsa düşünce alanında “düzen” sağlamaya çalıştı. Şeriat ile tasavvufu bağdaştırmak için gayret
gösterdi. Felsefe alanında daha tutucu yaklaşımlarla, Aristo’dan başlayarak
Farabi ve İbn-i Sina, gibi düşünürlere karşı çıktı[16].
“İslam’da içtihat (yenilik) kapısı
kapandı” yorumuyla özetlenebilecek yaklaşımıyla bu alana adeta bir
“disiplin” getirmeye çalıştı.
Asya’daki İslam’ın zorluklarla
uğraştığı dönemde ikinci ilginç çizgiyi İber yarımadasında Hıristiyanlarla ve
Musevilerle yan yana yaşayan Endülüs Emevilerinde görüyoruz. Kordoba ve
Marakeş’te yaşayan İbn-i Rüşt (1126-1198) özellikle düşünce alanında Farabi ve
İbn-i Sina geleneğini sürdürerek felsefeye önemli katkılarda bulundu. Aristo’nun Batı düşüncesine taşınması
özellikle İbn-i Rüşt (Batı’da bilinen ismiyle Averroes) çevirileri ile oldu[17].
İmam Gazali’nin “Felsefenin Tutarsızlığı” adlı yapıtına karşı felsefeyi savunan
“Tutarsızlığın Tutarsızlığı”nı yazdı[18].
Üçüncü ilginç çizginin ise
Anadolu’da geliştiğini görüyoruz. Doğudan gelen Moğol baskısı karşısında
Bizans’ın zayıflığı 11-13. Yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru bir göçün
yoğunlaşmasına yol açtı. Bu kapsamda özellikle Horasan bölgesinden kaynaklanan
ama Anadolu’da yeşeren kısaca “Anadolu Erenleri” diyebileceğimiz bir İslam
yorumunu gündeme getirdi. Ahmet Yesevi (1093-1166) ile başlayan düşünce çizgisi
Anadolu’da Ahi Evren (1171-1261), Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273), Hacı
Bektaş-ı Veli (1209-1271), Yunus Emre (1240-1321), Hacı Bayram-ı Veli
(1352-1429) gibi kişilerde somutlaştı. Daha çok seçkinlere yönelik tasavvuf ve
Mevlevilikten, geniş Anadolu halkına yönelik Bektaşi-Alevi çizgisine uzanan;
İslam yanında Melamîlik, Fütuvvet, Budizm, Şamanizm, Orta-Asya dinleri… diye
uzun bir zincirin halkalarını oluşturan inanç, görüş ve yaşam biçimleri
gelişti. Bu düşünce çizgisinde yaratılan her şeyin Tanrının gücünün bir
yansıması, Tanrının bir parçası olarak nitelenir ve bu nedenle de hiç kimsenin
dışlanamayacağı vurgulanır.
Yunus Emre’nin söyleyişiyle: "Yaratılanı severiz Yaradandan ötürü”
Sanırım bizler için çok önemli
olan bu çizgi yalnızca “tolerans – hoşgörü” sınırları içine sıkıştırılmamalı ve
ayrı bir yazının konusu olmalı.
Tasavvufta tolerans düşüncesinin
örneği olarak Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çok bilinen dizeleriyle son vermek
istiyorum:
Gel, gel ne
olursan ol yine gel,
İster kâfir, ister
Mecusi,
İster puta tapan
ol, yine gel,
Bizim dergâhımız,
ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni
bozmuş olsan da gel.
Şu toprağa
sevgiden başka bir tohum ekmeyiz.
Şu tertemiz
tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz.
Beri gel beri!
Daha da beri! Niceyse şu yol vuruculuk?
Mademki sen
bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
[1]
“Gönül” kavramını Batı dillerinde bulmak zor. Birçok zaman “soul-ruh” gibi sözcükler kullanılıyor ve
kuşkusuz o güzel anlamı yansıtmıyor. Hele “gönül gözü ile görmek” pek Batılının
anlayacağı bir şey değil. Benzer biçimde “ak-kara” da birer renk değil. “White-black” gibi renk temelli çeviriler
bu sözcüklerin bizde uyandırdığı kavramların çok uzağında.
[2]
Goethe, J. W.
1829: “Maximen und Reflexionen”, Werke 6, Frankfurt am Main: Insel,
1981.
[3]
Geçici anlaşma, bu konuda anlaşmazlık olduğu konusunda görüş birliği.
[4]
Bu terazinin iki kefesinin dengeli olması önemli bir tolerans sorunu ve
ülkemizde oldukça güncel bir sorun.
[5]
1184 Güney Fransa’da Katarlara Karşı Engizisyon: 1478 Müslüman ve Musevilere
karşı İspanyol Engizisyonu ve 1542’de Roma Engizisyonu.
[6]
Kartaca Piskoposu Donatus Magnus tarafından M.Ö. 4. Yüzyılda günümüz
Cezayir-Tunus Bölgesinde geliştirilen bir Hıristiyan mezhebi.
[7]
İbni Rüşt “Tahafut al-Tahafut” 1180. (The Incoherence of the
Incoherence)”
[8]
Tarihsel olarak Batı’da Hümanizmin Hıristiyanlık karşıtı olarak geliştiğini
biliyorum. Ama araştırmacılar Nicolas’ı böyle niteliyorlar. Belki
“Hıristiyanlık sınırları içinde hümanizm” olarak nitelemeliyiz.
[9]
Nantes Bildirisi tolerans konusundaki temel belge olarak bilinir ve kutlanır.
Bu arada 1998’de dört yüzüncü yıl kutlamaları sırasında Bernard Russel’in
editörlüğünü yaptığı “Coexister dans l’intolérance” adlı kitapla
Avrupa’daki
birçok uygulamayı eleştirdiğini belirteyim.
[10]
B. Spinoza “Tractatus Theologico-Politicus” (1670)
[11]
J. Locke “A Letter Concerning Toleration” (1689)
[12]
Daha önce Bağdat’ta Abbasi, Mısır’da Fatimi ve Kordoba’da Emevi halifeleri
olmak üzere ayni anda üç halifenin hüküm sürdüğü dönemler olmuştu. Halifelik
Osmanlı’ya geçtiğinde bu çok başlılık yoksa da Halifeliğin tüm Müslümanlar
üzerinde dinsel etkinliği de sorgulanır olmuştu.
[13]
Nedense 1639 tarihindeki Kasr-ı Şirin anlaşmasının bugünkü Türkiye-İran hatta
Irak-İran sınırını çizdiği çok vurgulanır. Bu kuşkusuz doğru bir bilgi olmakla
birlikte Osmanlı-İran çatışmansın o tarihte bittiği anlamında yorumlanmamalı.
İki ülke arasında savaşlar sürdü ama sonuçta bir sınır değişikliği olmadı.
Yoksa II. Mahmut devrinde, 1821-1823’te bile Osmanlı-İran savaşı var.
[14]
İster istemez birçok Ortadoğu ülkesinde günümüzde yaşanan mezhep çatışmaları
16. ve 17. Yüzyılda Avrupa’da yaşanan savaşları hatırlatıyor.
[15]
Moğol ordusunun komutanı Baycu Noyan’ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı II.
Gıyasettin Keyhüsrev’i Kösedağ savaşında yenmesi. Bu yenilginin ardından
Anadolu Selçuklu Devleti 1308 yılında tümüyle dağılmasına dek Moğol egemenli
altına girer.
[16]
İmam Gazali, “Tahafut al-falasifa”
(Felsefenin Tutarsızlığı)
[17]
Bu taşınma da iki yoldan oldu. Birinci yol önce 13. Yüzyılda İbraniceye, oradan
16. Yüzyılda Latinceye çeviri biçiminde oldu. Ama daha ilginci İskoç
matematikçi ve bilim adamı Michael Scot’un 1209’da Toledo’da Arapça öğrenip
metinleri doğrudan Latinceye çevirmesi oldu. Scot, efsaneleşmiş simyacı ve
sihirbaz kimliği ile pek çok romana, filme, hatta çocuklara yönelik çizgi
filmlere konu olmuştur.
[18]
İbn-i Rüşt, “Tahafut al-tahafut”
(Tutarsızlığın Tutarsızlığı)