Latife Tekin günümüzün en önemli romancılarından. 1983’den
beri 9 yapıtı yayımlanmış[1].
Ayrıca Gümüşlük Sanat Evindeki etkinlikleri ile de çok iyi biliniyor. Ama ilk
romanı “Sevgili Arsız Ölüm” o denli derin bir iz bırakmış ki Latife Tekin
diyince hâlâ ilk akla gelen “Sevgili Arsız Ölüm”. Bizler için adeta onunla özdeşleşti.
“Bizler” diyorum. Biraz açayım bunu. Yaşı “1970-80’erde de yoğun kitap okuyacak
kadar olgun!” olanlar diyeyim.
1980’lerin o baskıcı havasında okuyup büyülendiğimiz kitap
ODTÜ Mezunlar Derneği Edebiyat Kulübünün 27 Kasım 2012 tarihli toplantısının
konusuydu. Şule Şahin’in yöneticiliğinde Gülçin Çerçioğlu ve Canay Kilit’in
sunumu eşliğinde tartışıldı. Bu tartışma beni de 1980’lere götürdü.
1980’ler toplumun büyük bir baskı altında olduğu, edebiyatın
da en azından bir geri çekilme dönemi içine girdiği yıllardı. Yine de geriye
doğru bakıyorum da 1980’lerin ilk yarısında edebiyat okurunu heyecanlandıran
gelişmeler oludu. Dört genç romancı ilk romanlarıyla o günlerde gündeme geldi:
·
Orhan Pamuk (d. 1952 ilk romanı “Cevdet Bey ve
Oğulları” 1982), · Ahmet Altan (d. 1959 ilk romanı “Dört Mevsim Sonbahar” 1982),
· Latife Tekin (d. 1957 ilk romanı “Sevgili Arsız Ölüm” 1983),
· Mehmet Eroğlu (d. 1948, ilk romanı “Issızlığın Ortası” 1984),
Bunlar arasında beni en çok sarsan “Sevgili Arsız Ölüm” olmuştu.
Ne özü ne de biçimi bildiğimiz roman gibi değildi. O güne dek köy yaşamının
edebiyata yansımasını Köy Enstitülü yazarlarda görmüştük[2].
Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni 1970’lerin ilk yarısında
okumuştuk. Gecekondu yaşamının edebiyata yansıması öyle olur diye düşünüyorduk.
Yoksul kesimleri savunan edebiyat yapıtlarının biçimini Toplumcu Gerçekçilik
belirler diye öğrenmiştik. Sevgili Arsız Ölüm’ün ilk bölümünde köy, ikinci
bölümünde de kent vardı. Kitap yoğun bir yerel dille bildiğimiz bir sosyalist
tarafından yazılmıştı. Ama kişiler adeta çılgındı. Cinlere, batıl inançlara
gömülü bu yoksul toplum dışı kişiler hiç de solcuların “müttefiki” olabilecek
gecekondu halkı değildi.
Sanırım ilk tepki, en azından benim okuduğum ilk tepki,
Murat Belge’den geldi. Kökleri daha eskilere uzanmakla birlikte o günlerde
Latin Amerika edebiyatı ve özellikle Gabriel Garcia Marquez ile paralellikler
kurup “Büyülü Gerçekçilikten” söz ediyordu. Büyük bir heyecanla “Yüz Yıllık
Yalnızlık” romanını alıp okuduğumu hatırlıyorum. Evet, aynı büyülü, zamandan
bağımsız, masalsı, gerçek dışı anlatım Marquez’de de vardı. Romanı
“katalogladım” ve rahat ettim! İnsan garip bir yaratık. Kafasındaki sorunu bir
biçimde çözdüğünü sanıyor; ama alttan alta konu ilgisini çekmeye devam ediyor. Bugün
geriye dönüp baktığımda romanın katı kalıplara, şematik biçimlere hele okyanus
ötesi etkilere pek de sığmadığını anlıyorum. Masalsı anlatım Yaşar Kemal’in “İnce
Memet”inde de var; Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsünde” veya “Mahur
Beste”sinde de var. Hatta Dede Korkut masallarına veya Evliya Çelebi’ye kadar
geri götürebiliriz bu masalsı anlatım biçimini. Romandaki cinler geleneksel
kültürümüzün bir öğesi değil mi? Dirmit canlı-cansız doğa ile konuşuyor;
Şamanizm gelmez mi aklımıza?
Özellikle Latife Tekin’i zaman içinde biraz daha gözledim. Klasik
anlamda bir roman kalıbı içine girmiyor. Kendini şairlere daha yakın
hissediyor. Latife Tekin “Şiir gökyüzündeki yıldızlar gibidir, işe yaramazlar.
Ama onlar olmadan gece nasıl olurdu? Ben de roman yazmıyorum. Benim yazımın
imgesi dünyaya ait değildir. Tüketilmemeli, okurun yaşamında kalbinde
taşınmalı” diyor[3].
Marquez’den etkilenme konusunda ise “ben halkımızın ifade biçiminde yola
çıkarak yeni bir ifade biçimi arıyordum. Marquez önümde bir pencere açtı”
diyor.
“Sevgili Arsız Ölüm”ün basım öyküsü de oldukça ilginç. Yine
1980’lerin o baskı ortamına dönelim. Bir ortak tanıdıkları aracılığı ile taslağı
alıp okuyan ve çok beğenen Adam Yayınları sahibi Memet Fuat’ın karşısına
romanın yazarı olarak 22-23 yaşlarında zayıf bir genç kız, Latife Tekin, çıkar.
Memet Fuat’ın ilk tepkisi “sen daha çocuksun” olur ve bu çok güzel romanın
getireceği ünün bu genç kızın edebiyat serüvenini olumsuz etkileyeceğinden
korkarak “Romanını çok beğendim. Ama ikincisini de yaz, getir. Ondan sonra
basalım” der. Oysa sosyalist kimliği ile 12 Eylül sonrasında zorluk ve
parasızlık içinde polisten kaçan; ödünç bir daktilo ile yazmaya çalışan genç
kızın paraya çok ihtiyacı vardır. Bu dönemi anlatırken Latife Tekin kendisine
Nazım Hikmet ile Orhan Kemal’in hapishane mektuplarının güç verdiğini anlatır. “Onlar
o koşullarda yazıyorsa, ben de yazabilirim” der. Sonuç olarak kitabın basımı 3
yıla yakın bir süre gecikir. “Berci Kristin Çöp Masalları”nın yazınımı bekler.
İki kitap 1983 ve 1984’te basılır ve yukarıda değindiğim gibi okuyucusunu
“büyüler”.SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM
Kitabın çevresinde bu kadar dolaştıktan sonra şimdi biraz da kitaba bakalım. Roman iki bölümden oluşuyor.
Birinci bölümde Huvat (baba) Asiye (anne) ve beş çocuktan (Nuğber,
Halit, Seyit, Dirmit ve Mahmut) oluşan Aktaş ailesinin Akçalı köyündeki yaşamı
anlatılır[4].
Burada köy hayal ile gerçeğin ayrılmadığı bir cinli ortamdır. Huvat şehirde
çalışır ve köye köylünün o güne dek görmediği şeyleri getirir. Soba, radyo, otobüs,
tulumba bu kapsamdadır. Köyün adını “Atom” yapmak gibi de uçuk-kaçık fikirleri
vardır. En son “yeniliği” de şehirden getirdiği “yüzü alev alev yanan, başı kıçı açık süt gibi beyaz” karısı Atiye’dir.
Önce yadırganıp cinli olarak nitelenen Atiye köy yaşamını
hızlı bir uyum gösterir:“Az zamanda tandırda ekmek pişirmeyi, koyun kırkmayı, tezek yapmayı, kuzu emiştirmeyi, tavuk teleği ile çocuk düşürmeyi öğrendi. Bir erişte döküyordu, inci gibi. Halı kertmekte köyün gelinlerini, kızlarını yaya bıraktı. Hatta ölü evlerinde ağıt bile düzmeye başladı. Derken ağzı devrildi. Aynı köylüler gibi konuşmaya başladı”. Ama dik başlılıktan vazgeçmedi.: “… yolda önüne bir erkek çıkınca durup erkeğe yol vermesini öğrenemedi. Çiğneyip geçiyordu erkeğin önünü.[5]”
Aileyi bir arada tutan karakter olarak Atiye giderek romanda
belirginleşir. Bu dönemde disiplin cinlerle korkutma, ambara kitleme veya “oklavayı çekip…etleri kara kara yakma”
yöntemi ile sağlanır.
Köy cinler, periler, büyüler, kehanetler ortamıdır. Değil
doğa, Huvat’ın şehirden getirdiği otobüs bile bu köyde masalsı bir yaratıktır:“Huvat’ın şeytan ıslığı çalan, bozlarda çalılara, yaban armutlarına, kınalı kayalara ayna tutan otobüsü çok geçmeden köy yollarında ayağı yaralı uyuz ite döndü. Düz yolda su kaynatmaya, yatak yakmaya başladı. Aynasını, sileceklerini, kapı kollarını tek tek döktü. Günün birinde şoförü de bırakıp gidince sırtını bahçe duvarına dayayıp huzura kavuştu.”[6]
Daha doğmadan annesi ile konuşan[7]
ve “cinlere karışmış” olduğuna inanılan Dirmit doğduktan sonra da canlı-cansız
çevresindeki varlıklarla konuşmaya başlar:
“’Uyuyamıyorum, yediveren gül.’‘Neden?’
‘Seni, tomurcuklarını düşünmekten.’
O gül zamanı Dirmit, ‘Ya uyur da, uyanamazsan. Ya ben uyurken güller solar, dallar kurursa’ diye öyle çok korktu ki, o gül zamanından bir dahaki gül zamanına kadar gözünü hiç kırpmadı.[8]”
Romana bir ara bir köy öğretmeni girer ve çıkar. Dirmit’i
çok etkileyen köy öğretmeninin “komünist” olduğu dedikodusu yayılır.
“Komünist”’in ne olduğunu ısrarla öğrenmek isteyen Dirmit’e sonunda annesi
gökte uçan bir uçağı göstererek “aha komünist” der[9].
Kime, neye inanacağını şaşıran Dirmit “Sonunda
komünistin de, uçağın da cin olduğuna karar verdi.” Dirmit böylece ilk
politik bilgileri almaya başlar! Romanın birinci bölümü Dirmit’in bütün
isteksiz ve mutsuzluğuna karşın ailenin büyük şehre (İstanbul?) göçüyle son
bulur[10].
Romanın ikinci bölümünde ailenin büyük şehirdeki yoksul
yaşamı tün acımasızlığı hatta vahşeti ile sürer. İşsizlik–iş kazaları
sarmalında Huvat birkaç kere dine sarılır. Sakal bırakıp “yeşil kitaplar” okur. Ardından kendini “suya adar” Zamanını “eski bir
saray kalıntısı içinden denize bakmakla” geçirir. Hatta şişelere doldurduğu
suyu odanın duvarlarına asarak, akşamları da şişelere bakar.Atiye Hızır ve Azrail ile pazarlık içindedir. Bu dönemde aileyi birlikte tutmanın ve isteklerini yaptırmanın yolu ölüm döşeğine yatıp “üç vakte kadar öleceği için” son arzularını söylemektir.
Evin büyük kızı koca bulma sevdası ile yanıp tutuşur. Büyük
oğullar geçim telaşı, iş kazaları, zengin olma düşleri, sevdalarla uğraşırlar.
Küçük oğlan Mahmut da Bil Kid’den Süpermene; mafyadan kuaför çıraklığına uzanan
bir yelpazede savrulur.
Dirmit ise sürekli bir arayış içindedir. Yine parktaki
kuşkuş otuyla, karla, rüzgârla, sokakla konuşur. “Kara sivilceli oğlana” aşık olur, “ucundan tüller, yapma kirazlar sarkan hasır şapkalı, etekleri dizinin
iki karış üstünde” bir kızla arkadaşlık kurar. Bilinçsiz bir şekilde de
olsa bir gösteri yürüyüşüne katılıp heyecanlanır. Dik başlılığı artar. O kadar
ki, Mahmut’un geneleve gitmesinin ardından “Kendisinden
iki yaş küçük kardeşinin kadına gitmesini niye ben erkeğe gitmiyorum diye
kafasına takar[11].”
Derken sözcüklerin, şiirlerin sihirli dünyasına kapılır:
“Dirmit o günden sonra
hep sözcüklerden bir yorgana sarındı. Sözcüklerden bir yatağın üzerinde uyudu.
Sözcüklerden yapılma bir sandalyenin üstüne oturdu. Atiye günleri sayılı
binlerce sözcük oldu. Huvat sözcük dolu şişelere baktı, Nuğber sözcük bekledi.
Zekiye sözcük ağladı …[12]”
Şiir yazması yasaklanınca mektup yazar. Bu büyük şehirle kavgası vardır: “evlerin, denizin yolların insanlardan önemli
bir sır sakladıklarına” karar verir. “Şehir
herkes uyurken (Dirmit’i) damda görünce bu sırrı çözeceğimi sanıp”
korkutur.
Roman kısa cümlelerle üçüncü tekil şahıs dili geçmiş kipinde
yazılmış. Zaman belirsiz bırakılmış. Olayların zaman içinde sıralaması genel
olarak doğru ise de bir paragrafta yılların geçtiği bir yapı kurulup zaman
boyutu kaybolmuş. Yer de belirsiz. Okuyucu büyük şehrin İstanbul olduğu
izlenimine kapılıyor. Ama bu belirtilmemiş. Sonuç olarak “bir varmış bir
yokmuş” çizgisinde, büyülü bir atmosfer içinde çırpınan kişiler oluşturulmuş.
SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM SONRASIYukarıda değindiğim gibi Latife Tekin diyince benim kuşağımın aklına “Sevgili Arsız Ölüm” geliyor. Ama Yazara haksızlık etmek istemem. Latife Tekin “Aşk İşaretleri” romanıyla yeni bir döneme geçişin işaretlerini verdi. “Ormanda Ölüm Yokmuş”, “Unutma Bahçesi”, “Muinar” romanlarının çizgisi bambaşka. Yoksulların yerini, Latife Tekin’in deyimiyle “kentin kölesi” doğa alıyor ve biçim tümüyle değişiyor. Bizler doğaya çok daha yakındık. Temel sorunumuz insanların yoksulluğuydu. Kentlerimiz bile doğayı “ezmiyordu”.
Oysa şimdi onu yitirdik. Latife Tekin “Özellikle Boğazdaki
değişim, yoksul ahşap evlerin yok olması, Arnavutköy’deki kazıklı yol beni
çarptı” diyor. “Ötekileştirilmiş yoksul insanlardan sonra ötekileştirilmiş tüm
canlıları büyülü buluyorum. Kentin köleleri ağaçlara örnek Dolmabahçe’de yol
kenarına dizili çınarlar”[13].
Genç kuşakta da başka bir politik duyarlık oluştu. Sonuç olarak gençler Latife
Tekin’i bu ikinci çizgisiyle tanıyor ve seviyorlar. Ama sanırım bu konu, bu
yazıya sığmayacak kadar geniş bir konu.
[1] Sevgili
Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986),
Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001),
Unutma Bahçesi (2005), Muinar (2006) romanları ile bir deneme: Rüyalar ve
Uyanışlar Defteri (2009).
[2] Bu
konuda bloguma “Onuncu Köy” başlığı altında bir şeyler yazmıştım.
[3]
28 Aralık 2011 “Sözünü Sakınmadan” Semih Gümüş ve Ömer
Türkeş ile söyleşi.
[4]
Belki karakterlerin garip isimleri dikkatinizi çekmiştir. Dirmit, Dimrit üzümünün bozulmuş biçimidir. Özellikle
orta Anadolu’da yaygın dayanıklı, çekirdekli bir üzümdür. Huvat da “hevenk”in
bozulmuş biçimi olsa gerek. Köyün Akçalı’dan önceki ismi de “Alacüvek”.
Herhalde bu da “hevenk”ten geliyor.
[5] Sayfa 5.
[6] Sayfa 6
[7] Sayfa 8.
[8] Sayfa
23.
[9] Sayfa
48.
[10] Romanın
birçok yerinde Dirmit ile Latife Tekin arasındaki paralellik dikkat çekiyor. Burada
da Latife Tekin’in de 9 yaşında Kayseri’nin Karacafenk köyünden İstanbul’a
geldiğini hatırlatalım. Ayrıca Karacafenk de “hevenk” çağrışımı yapıyor.
[11] Sayfa
190
[12] Sayfa
162
[13] 28
Aralık 2011 tarihli söyleşi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder