Ben bir tarihçi değilim. Ama tarih hakkında bir şeyler
okumayı severim. Bir denizci de değilim. Ama denizi ve özellikle yelkeni de
severim. Yine de bu yazının başlığını açıklama gerekli. XV ve XVI. Yüzyıllar ve
İber yarımadası nereden çıktı? Bu ilgimin nedenlerini sanırım aşağıdaki üç
noktada toplayabilirim:
1) Öncelikle Avrupa XV. ve XVI. Yüzyıllarda Ortaçağ
karanlığından sıyrılmaya başlamakta ve günümüzde “Batı Uygarlığı” olarak adlandırdığımız atılımın altyapısı
oluşmaktadır. Rönesans ve Reform bu
“karanlıktan sıyrılmanın” çok işlenen konularıdır. Ben bu dönemde biraz daha
“ikinci planda kalmış” konuya dikkat çekmek istedim. İzleyen yüzyıllarda bu
altyapıya dayanarak;
- Ekonomi – üretim alanında sanayi devrimi, kapitalist gelişmeyi hızlandıracak,
- Düşün - bilim alanında aydınlanma ve bilim – teknoloji devrimi;
- Siyasal alanda burjuva devrimleri ve ABD’nin kurulması;
2) Osmanlı İmparatorluğu da bu çağda gücünün zirvesine erişmiştir. Diğer bir bakışla, artık duraklama ve gerileme dönemine girecektir. Bu konudaki ilk uyarılar gelmeğe başlamıştır.
3) Nasıl bugün uzay – havacılık – nükleer – iletişim gibi teknolojiler ülkelerin gelişmişliklerinin birer göstergesiyse; XVI. Yüzyılda da denizcilik, ekonomi – iletişim - askeri güç açılarından öncü teknolojiydi. Bu dönem öncesinde büyük tunç toplar çağın teknolojik öncülüğünü taşıyordu ve Osmanlı bu teknolojiyi çok başarı ile özümsenip kullanmıştı. Ama denizcilik teknolojileri veya barutun daha küçük silahlara, dökme demir toplara uygulanması konusunda aynı başarı gösterilememiştir. Doğal olarak Osmanlı’da ilk duraklama uyarıları da XVI. Yüzyılın ikinci yarısında denizcilik alanında görülmeğe başladı.
Kısacası birçok Türk aydınının çeşitli yönleriyle ele aldığı “biz neden ve nasıl geri kaldık?” sorunu benim de bilincimi –hatta bilinçaltımı- şekillendiriyor. Kuşkusuz bir devletin gelişmesi ya da zayıflaması çok boyutlu bir konudur ve Osmanlı imparatorluğunun “denizciliği ihmal ettiği için zayıfladığını” öne sürmek çok büyük bir abartma olacaktır. Diğer yandan Avrupa’nın gelişmesinde denizcilik yolunda attığı adımların önemli bir rolü olduğunu gözlüyorum.
Blogumda Piri Reis başlığı altında onun simgelediği uzak görüşlü bir grup denizcinin Amerika sahillerini gösteren haritalardan, Hint Okyanusu seferlerine; gemi yapım teknolojilerinden, gökyüzü gözlemlerine ve gök haritalarına uzanan denizcilik teknolojisi alanında yapmaya çalıştıklarını özetlemeğe çalıştım. Şimdi de konuya Batı Avrupa’dan bakmak istiyorum.
1450 – 1600 DÖNEMİNDE AVRUPA
Akdeniz’in Doğu ucunda, İstanbul’u alan (1453), Balkanlar
bir yana Mohaç’ta Macaristan’ın egemenliğine son veren (1526), Kutsal Roma
İmparatorluğunu tehdit eden (Inci Viyana Kuşatması 1529) bir Osmanlı
İmparatorluğu vardır. Osmanlı’ya
denizcilik açısından bakınca da XV. Yüzyılda Ege’de[1],
1540’a dek Doğu Akdeniz’de egemenlik kuran[2],
1540 sonrasında Batı Akdeniz’e uzanan[3]
bir Osmanlı donanması görüyoruz. İtalya’da Rönesans rüzgârları esiyor, Akdeniz ticaretinin geleneksel odak noktaları Venedik ve Cenova Osmanlı’nın bu gelişmesine karşı çeşitli ittifaklar oluşturmaya çalışıyordu. Ama belirgin olan şey XVI. Yüzyılın sonuna geldiğinde bu kentler stratejik güçlerini önemli ölçüde kaybetmişlerdi.
Orta Avrupa’da
Osmanlı baskısını ve Katolik / Protestan çatışmalarını en önemli sorunlar
olarak görüyoruz. Bir dizi evlilik,
drahoma* ve miras ilişkisi içinde Habsburg hanedanının toprakları İspanya,
Hollanda, Avusturya, Güney Almanya, Kuzey İtalya, Napoli, Sicilya ... gibi
geniş bir coğrafyaya yayılmıştı.
Özellikle Kutsal Roma İmparatoru V. Karl (Charles, Carlos, Şarlken) (1500 – 1585) dönemi bu toprakların
genişliği açısından ilginç bir gelişme oluşturuldu[4]. Ama bu geniş topraklar üzerindeki egemenliğin
çok da katı ve etkin olmadığı belirtilmelidir.
XV. Yüzyıl başlarında Fransa’nın
Güney – Batısı İngiliz toprağıydı.
Yüzyıl Savaşları olarak bilinen (aslında aralıklarla 116 yıl süren)
mücadele 1453’te sona erdi ve İngiltere, Calais’de küçük bir toprak parçası
dışında, Fransa’dan çekildi. Ardından
Fransa’nın içerde merkezi bir krallık oluşturulup ulusal birliğin sağlanmasına
çalışıldı, dışarıda da özellikle İtalya toprakları için savaşlar
yürütüldü. Krallığın merkezi
otoritesinin sağlanmasında iç savaşlara varan sert silahlı mücadelelerin
yanında entrika ve rakip ailelerle evlilik yöntemlerinin de kullanıldığını
görüyoruz. Fransa’nın Vaolis hanedanının
bu toparlanma çalışmaları boyunca Habsburg hanedanı ile çevrildiği de
belirtilmelidir. Kuzeyden güneyden ve doğudan
(hatta İngiltere Kralı VIII. Henry’nin ilk karısının V. Karl’ın teyzesi
olduğunu düşünürsek batıdan da) çevrilen Fransa Kralı François’nın (1494-1547)
çabaları, Kanunî ile oluşturduğu güç birliği Akdeniz’deki güç dengesini
etkilemesi açısından çok önemlidir.
Benzer biçimde Hollanda’nın da topraklarını “işgal eden” İspanya ile okyanuslarda
çok ilginç bir rekabete giriştiğini görüyoruz[5].
XVI. Yüzyıl Avrupa’sının en önemli iç sorunu Protestan / Katolik
çatışmalarıydı. Almanya’da Martin Luther
(1517), İsviçre’de Huldrych Zwingli (1518), İsviçre-Fransa’da John Calvin
(1536) Protestanlığı geliştirdiler.
Sonuç olarak XVI. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’yı mezhep savaşları
(Fransa’da Din Savaşları 1562 – 1598) katliamlar (örneğin St.
Bartholomew katliamı, 1572) kasıp kavuruyordu.
İngiltere de
benzeri çalkantıların içindeydi.
Öncelikle Yüz Yıl savaşlarında Fransa’ya yenilmek, içerde de
huzursuzluklara yol açmıştı. 1455’te
başlayan Güller Savaşı tam bir iç savaş olarak otuz yıl sürdü. Katolik / Protestan çatışması kıta Avrupa’sı
gibi adanın da gündemindeydi. Tarıma
dayalı kapitalizmin ilk adımları atılırken Tudor hanedanı ve İngiliz kültürünü
oluşturan gelişmeler gözleniyordu.
Bizim konumuz açımızdan en ilginç gelişmeler Akdeniz’in Batı
ucunda, İber Yarımadası’nda yaşandı.
XV. Yüzyıl sonlarına dek yarımadada parçalanmış yönetimler
görüyoruz. Fransız baskısı altındaki Hıristiyan
krallıkları (Portekiz, Castillia, Leon, Navarre, Aragon) ve güneyde Müslüman
Endülüs Emevileri ile yarımada, yönetim, ırk ve din açılarından tam bir mozaik
yaşıyordu. Küçük olmakla birlikte bu krallıkların
ticaret ya da siyasal etki açısından önemsiz olduğu düşünülmemelidir. Deniz ticareti, korsanlık deneyimi ve Kuzey
Afrika’dan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan ticari ilgi alanları açısından bu krallıklar
oldukça gelişmişti[6]. Örneğin Atlas Okyanusu’na bakan Castillia’nın
(Kastilya) bile doğuda Osmanlı’nın kurulup gelişmesini kaygıyla izlediğini
biliyoruz[7].
XV. Yüzyıl sonunda yarımadanın kaderini biçimlendirecek
gelişmeler oldu. Kastilya ve Aragon
tahtlarının birleşmesi (Ferdinand ile Isabella’nın evlilikleri 1496),
Emevilerin son kalesi Granada’nın da düşmesi (1491), Musevilerin ve
Müslümanların göçe veya Hıristiyanlığı kabule zorlanması, Katolik çizgiden her
türlü farklılığı acımasızca cezalandıran engizisyonun baskısı ile “İspanya” oluşuyordu. Yukarıda değindiğimiz gibi Akdenizin doğusundaki
gelişmelerden hoşnut olmayan İspanya’nın, çılgın bir Genovalı, Kristf Kolomb’un
“batıdaki okyanusa açılıp doğudaki
Hindistan’a ulaşma” fikrini desteklemesi için gerekli ortam oluşmuştu.
Yarımadanın batısında, Atlas Okyanusu kıyısında Fransız
Burgonya desteği ile kurulan küçük Portekiz’in
de büyük düşleri vardı. Portekiz’in Doğu
Afrika ile ticareti uzun bir geçmişe uzanıyordu. Özellikle altın, Senegal ve Altın
Sahili’inden (günümüzde Ghana) kervanlarla Sahra’yı aşarak Avrupa’ya taşınıyor,[8]
ama bu taşımada Müslüman tüccarların büyük pay alması Portekizlileri çok
rahatsız ediyordu. Afrika’nın doğu
sahili boyunca güneye inip “altın ülkesine” denizden ulaşmayı öncelikli
amaçları olarak belirlediler.
I. Joao (1385 – 1433) döneminde bu konudaki çalışmalar başlamış
ve özellikle oğlu Prens Henriques (Henrique
o Navegador, Henry the Navigator)
adeta kendini bu konuya adamıştı.
Henriques, Afrika’nın Batı sahillerini izleyerek Güneye doğru ilerleyip
bilinmeyen denizlere (mare igcognitum) yönelen bir yoğun çalışmaları
başlattı. 1434’de Gil Eannes, o zamana
dek Capo Non (ötesi yok) olarak
bilinen Bojador Burnu’na, 1445’de Dinis Dias, daha güneydeki Verde Burnu’na (Cape Verde) ulaşıp altın yolunu
tamamladı.
Ardından Portekiz, Afrika’nın güney ucunu dönüp Hint
Okyanusu’na ulaşmayı kendine hedef olarak seçti. Bartalemeo
Dias (1450 – 1500) 1488’de Ümit Burnu’na ulaştı. Vasco
da Gama (1460 – 1524) ise özellikle Hindistan’a uzanan yolları yüzyılın
sonunda Portekiz’e açan denizci olarak benzersiz bir yere sahip oldu.
Avrupa kıtasındaki büyük devletler anlamsız savaşlarla
birbirini yerken kıtanın ucundaki bu küçücük ve fakir ülke, Portekiz,
birdenbire kıskanılacak başarılar kazanıp on yıl içinde Roma İmparatorluğu’nun
bile ulaşamadığı genişlikte topraklara hükmeden bir ülke olmuştur. Çünkü Prens Henriques’in büyük bir öngörü
ile Papa’dan keşfedilecek yenidünyaların (alii
mundi) Viseu hanedanının yasal mülkü
olacağına ilişkin “yetki belgesi” almıştı[9].
İspanya’nın dikkati daha çok batıya giderek Baharat Adaları’na
(günümüz Endonezya – Malezya bölgesi) Çin’e (Hatay) ve Japonya’ya (Cipango) gitmek
üzerine yoğunlaşmıştı. Bu amaçla
görevlendirilen Kolomb’un (Chiristopher Columbus, Colombo,
1451 ‑ 1506), 1492’de farkında olmadan yeni bir kıtaya ulaştığını
biliyoruz. Amerika kıtası gelecek
yüzyılda önce altın – gümüş talanı, ardından Afrika kölelerinin çalıştırıldığı
koloni olarak Avrupa ekonomi tarihinde benzersiz bir rol oynayacaktır.
Macellan’ın (Fernao de Magelhaes 1480 - 1521) yaşamı
ise adeta açık okyanuslardaki Portekiz – İspanyol rekabetinin bir
öyküsüdür. Bizim açımızdan önemi ise
1519’da başlattığı yolculuğun Pasifik okyanusunda birçok adayı İspanyol
egemenliğine alması ve ilk dünya turu olmasıdır.
İspanya ve Portekiz’in öncülük ettiği bu yolculuklar diğer
Batı Avrupa ülkelerinde de yakından izleniyordu. Örneğin İngiltere’de VII. Henry (Tudor)
(1457 – 1509) denizcilikteki gelişmeleri ve İngiltere’nin de oluşan
pastadan pay alması gereğini gördü.
Çağın İngiliz denizciliğine pek güvenemediği için olsa gerek bir
İtalyan’ı, Giovanni Caboto’yu (İngilizce adıyla John Cobot) yeni bulunan kıtanın kuzeyine gönderdi.
GEMİ YAPIM TEKNOLOJİLERİ
Akdeniz, antik çağlardan beri uygarlığın beşiği
olmuştu. Gerek ticari malların taşınması
gerekse savaş amaçları için çeşitli tekne tipleri geliştirilmişti.
XVI. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Akdeniz’de yük taşımada
yelkenli teknelerin, savaş gemisi olarak da KADIRGA’ların (Galley) egemen olduğunu görüyoruz. Kadırgalar uygun rüzgârda birkaç günlük
yelken yolculukları yapabilen; ama özellikle savaş sırasındaki manevralar için
kürek kullanan uzun ve narin gövdeli tekneler olarak deniz savaşında egemen
teknolojiyi belirliyorlardı. Rüzgârdan
bağımsız olarak kısa süreler için hızla ilerleyen ve manevra yapan bu tekneler
düşman gemisini mahmuzlama veya rampa edip asker çıkarma taktikleri için çok
uygundu. Kadırganın burnundaki 200 – 300
m menzilli top, en büyük etki için mahmuzlamadan hemen önce ateşleniyordu. Ama taşıdıkları çok sayıdaki kürekçinin
lojistik gereksinimleri ve geminin yapısı nedeniyle uzun deniz yolculukları ve
okyanus için hiç de uygun değildi.
Basra körfezinde, Kızıldeniz’de ve Hint okyanusu kıyılarında
ise Arap denizciler genel olarak DOV (Dhow)
[10]olarak
anılan tekneler, üç yakalı ve eğik serenli Latin yelkenli küçük teknelerle
balıkçılık yapıyor ve mal taşıyordu.
Avrupa’nın Batı ve Kuzey’inde, Atlas Okyanusu kıyılarında
ise sert rüzgârlar, güçlü akıntılar, kıyı şeridinin elverişsizliği, okyanus
tabanının darlığı gibi nedenler denizcileri zorluyordu. Bu durumda, kaba ama sağlam yapılı, gövdesi
bindirilmiş kerestelerle döşeli ve dört yakalı yelkeni olan KOG’lar geliştirilmişti
(Baltık ülkelerindeki Coggen, Katalon
Cocas ve İngiliz Cock). Özellikle Danimarka, Hollanda, İngiltere ve İspanya
arasındaki ticaret bu gemilerle yürütülüyordu.
Avrupa’nın Batısında, İber yarımadasının bir yüzü Akdeniz’e,
bir yüzü Atlas Okyanusunda baktığı için buradaki gemi yapımcıları hem
Akdeniz’in nispeten sakin sularında, hem de Okyanusun dalgalı denizlerinde yol
alacak gemileri yapmayı biliyordu.
Ayrıca buradaki denizciler Atlas Okyanusu ve Akdeniz’deki “batılı”
denizcilik yöntemleri yanında Endülüs Emevileri’nin Hint Okyanusundan getirdiği
Arap denizciliğini de tanıyordu.
Okyanusta ilerleyecek gemiler öncelikle kürekli değil yelkenli olmalıydı.
İnsan gücünün sınırları[11]
ve çok sayıda kürekçi taşımanın lojistik sorunları yanında gemi yapısı
açısından da güverte yüksekliği çok önemli bir kısıttı. Kürek çekmenin pratik olması için kadırgalar
alçak yapılıyor, bu da sert okyanus dalgaları için uygun olmuyordu.Sonuç olarak XIV ve XV. Yüzyıllarda İber yarımadasında çok ilginç bir sentez oluştu ve önce KARAVELA (İspanyolca’da Caravela ve Portekizce’de Carabela) doğdu. Karavela denize dayanıklı ama küçük, insan ve yük taşıma kapasitesi az olan bir tekneydi.
Denize açılan kaptanlar, karavelaların yanında bazı yük
gemilerini malzeme gemisi olarak almak zorunda kalıyordu. Örneğin Bartholomeu Dias (1487 – 88)
yolculuğunda Afrika’nın güneyinde fırtına ve akıntılarla boğuştu ve malzeme
gemisini yitirdi. Ülkesine dönünce
fribordu (freeboard - teknenin yan
duvarının su üstünde kalan kısmı) daha yüksek olan ve daha geniş bir gemi
istedi. İşte KARAK (İspanyolca’da Nao ve Portekizce’de Nau, İngilizce Carrack) böyle doğdu. Karak,
karaveladan geniş, taşıma kapasitesi büyük, özellikle uzun yolculuklarda asker,
yiyecek ve malzeme taşımaya uygun olarak geliştirildi.
Karavelada yelken için temel çözüm Latin yelkeniydi (caravela
latina) ama gerektiğinde dört
yakalı yelkenle (caravela redonda) de donatılıyordu.
Karavela ve karakı, keşifler çağının vazgeçilmez ikilisi
olarak görüyoruz[12]. Örneğin Kristof Kolomb’un 1492 yolculuğunda
Santa Maria bir karak tipi tekne, Pinta ve Nino ise karavelaydı. Benzer biçimde Vasco de Gama 1497’de Sao
Gabriyel ve Sao Rafael adlı 100’er tonluk karaklar ile Berrio adlı 50 tonluk
karavela ile yola çıktı.
Akdeniz’deki teknelerde kıça yakın bir veya iki küreği dümen olarak kullanılırdı. Okyanusun sert sularında ise bu tip bir
uygulama olanaksızdı ve Kuzey denizlerinde geminin kıçına dümen sabit biçimde
yerleştirildi ve dümen palası[13] kıç bodoslamaya[14]
sağlamca eklemlendi.
Kuzey Avrupa geleneksel tekneleri tek direkliydi ve dört
yakalı büyük bir yelken
taşıyordu. Bu büyük yelken pupa seyrinde[15]
başarılı ise de orsa seyirde[16]
veya apazda[17] bu kare
yelkenler, Akdeniz’de kullanılan üç yakalı Latin yelkene göre çok daha
başarısızdı[18].
XIV. Yüzyılın sonu ve XV. Yüzyılın başında Kuzey Avrupa
sularındaki tekne yapımcıları da üç yakalı yelkenin iyi yönlerini
gözlediler. Kıç – kasara[19]
üzerine ana direkten daha alçak bir direk, mizana (Mizzen - Mizzane),
yerleştirildi ve Akdeniz’den alınan üç yakalı bir Latin yelkeni eklendi.
Gemi boyutlarının büyümesi paralelinde ana yelken de
büyüyordu. Açık denizlerin sert rüzgârında
yelken alanını küçültmek için ana yelken altına ayrılabilir parçalar (bonnet) eklenmeğe başladı.
Daha büyük tekneler yapmanın bir başka sonucu da üçüncü
direğin, pruva (foremast), ana
direğin önüne yerleştirilmesi ve itki sağlamaktan çok yönlendirme kolaylığı
sağlayan bir ön – yelken flok (foresail)
çekilmesi oldu. Böylece pruva, grandi ve
mizana direkleriyle “klasik” yapıya ulaşıldı.
Teknenin burnunda yelken taşımanın iyi yönleri gözlenince civandraya da
bir yelken (spritsail)
yerleştirildi. Bu yelken kuşkusuz görüşü
de engelliyordu. Bu nedenle de Kuzey
dillerinde bu yelkenin körleştirici, blinda,
olarak anıldığını görüyoruz.
XV. Yüzyılda ana direk üzerinde bir küçük üst - yelken (topsail) yerleştirildi. Daha sonra ön direğe de bir üst – yelken
yerleştirildi.
Daha büyük tekneler için dördüncü direk (bonaventure
) mizanın arkasına bir Latin yelkeniyle (bonaventure mizzen) birlikte
yerleştirildi.
Giderek büyüyen ve güçlenen karaklar, KALYON’a (galleon) dönüştü ve XVI. Yüzyılda
Portekiz’in Santa Catarina do Monte Sinai teknesinde dev boyutlara
ulaştı. İngiliz Donanmasının kurucusu
olarak anılan VIII. Henry, kısaca “Büyük Harry” diye anılan Henry Grâce à
Dieu (1514) ve Mary Rose (1510, yeniden donatımı 1536) adlı ünlü
gemileri yaptırdı. Yelkenli gemilerin saltanatı KLİPER (clipper) tipi hızlı yelkenlilerle[20] buharlı gemilerin yaygınlaşmasına dek sürdü.
Ama hala Kolomb’un küçük Santa Maria’sı sanırım en ünlü karaktır.
Keşiflerin ardından Hint Okyanusu’ndaki egemenlik savaşında
karavela ve karakı bu kez işgal güçlerinin tekneleri olarak görüyoruz. Örneğin 1502’de Vasco de Gama 10 karak ve 5
silahlı karavela ile yola çıktı.
Portekizliler yanlarında kesilmiş keresteleri ve hazırlanmış donanımı
ile bir karavela için malzeme taşıyorlardı.
Mozambik’te üretilen bu gemi, tarihte “demonte” olarak binlerce kilometre taşınan ilk gemi unvanını
kazandı.
Portekizliler ve ardından İspanyol, İngiliz ve Hollandalılar
Hint okyanusuna ulaştıklarında Arap – Hint tekneleriyle yapılan çatışmalarda
büyük bir kuvvet dengesizliği gözlendi.
Roger C. Smith’in anlatımıyla “Hint
Okyanusu’nun fethinde hızlı ve ağzına kadar silahlı büyük İber karavelalarının
karşısında İslam dhowlarının tahta namlulu topları vardı”[21].
Keşifler ve fetihler çağında denizciliğin ağır yükünü taşıyan
karavela ve karakların eksik yönleri de izleniyordu. XVI. Yüzyıl ortasında özellikle karakların
eksiklerinin giderilerek KALYON (galley,
galeone, galére) tipi yelkenlilerin
geliştirildiğini görüyoruz. Karakın
yuvarlak kıçı yerine ayna kıç yapılarak kıç kasarayı daha iyi taşıyacak bir
yapı oluşturulmuştur. Kıç kasaranın bu
kararlı yapısı nedeniyle çevresine bir balkon (gallery) yapılmaya başladı.
Bazı teknelerde bu balkonun üstü örtülüp subay bölümleri
oluşturuldu. Karaklarda ön-kasara çok
büyüyüp yükselmişti. Özellikle orsa
seyrinde istenmeden kavança[22]
eğilimi beliriyordu. Kalyonda ön-kasara
küçüldü (race – built), biraz geri
çekildi ve rüzgâr üstüne gidiş güvenliği artırıldı[23]. Ayrıca ön-kasaranın altına civandıraya doğru
giderek incelen bir bölüm eklendi ve personel için ek bir alan kazanıldı[24].
Ağırlaşan ve sayısı artan toplar için geniş gövdeler
gerekiyordu. Diğer yandan kararlılık
için de topları gemi eksenine ve ağırlık merkezine yakın yerleştirmek
gerekliydi. Çözüm olarak kalyonlar daha
“yuvarlak” gövdeli yapıldı. Su hattı
boyunca sağlam ve geniş bir gövde çerçevesi yapılıyor; tekne yukarıya doğru
daralıyor, ağır toplar da gemi eksenine olabildiğince yakın yerleştiriliyordu.
Özellikle İngilizler büyük ve balon gibi şişen yelkenlerden
uzaklaşıp kalyonlarda çok sayıda gergin yelken kullanımına öncülük
ettiler. Hollandalılar ise 1570’de ana
direğin üst bölümün orta bölüm yanında kayarak alçalmasını denediler. Bu gelişmenin sonucu olarak üst yelken daha
da büyütülebildi.
Yazımın devamı ikinci
ve son bölümde.
[1] Sakız (Khios, 1415), Midilli (Lesbos, 1462), Eğriboz (Evvoia, 1470), ve Sisam (Samos, 1479) – ile 1499 – 1500
Navarin (Zonchio) deniz savaşı
[2] 1523 Rodos’un fethi ve
1538 Preveze zaferi
[3] 1543’de Osmanlı donanması o zamanki Savoy krallığının Nice kentine
saldırdı. 1543 – 44 kışında
donanma Güney Fransa’da Toulon limanında kışladı. 1548’de Napoli körfezinde Castelnuovo’ya
girildi. 1551’de Trablusgarp (Tripoli) alındı, 1553’de Korsika seferi
düzenlendi. 1558’de Kaptan Piyale Paşa
Balear takımadalarından Menorka’da Ciudadela’yı aldı. Osmanlı Barselona’ya 110 deniz mili
yaklaşmıştı! 1571’de Doğu Akdeniz’deki en büyük ada Kıbrıs Osmanlı toprağı
oldu. 1574 Tunus seferi de zaferle sonuçlandı.
[4] Avrupa dışında da XVI. Yüzyıl
ortasında İmparatorluk toprakları Güney Amerika (Brezilya dışında), Meksika,
Texas, Kaliforniya, Florida, Filipinler, Hint ve Pasifik Okyanusundaki birçok
ada ve kıyıya uzanıyordu.
[5]
Peter C. Emmer, “The First Global War: The Dutch Versus Iberia in Asia ,
Africa and the New World ,
1590-1609”, e-JPH, Cilt.1, Sayı 1, Yaz
2003.
[6] Uzunçarşılı, Kastilya
ve Aragon
korsanlarının Ege’de vurgun yapıp Midilli’ye sığındıklarını belirtir “Büyük Osmanlı Tarihi”, TTK Yayınları,
Cilt 2, s. 35-35.
[7] Kastilya kırallığı,
Timurlenk’in Osmanlı’ya son vereceğinden ümitlenip 1402 Ankara savaşına
gözlemci göndermişti. Timurlenk’in
başarısına çok sevinen Kastilya kıralı III. Henri, Ruy Gonsalez de
Clavijo’yu 1404’de Timurlenk’e hediyelerle iyi niyet elçisi olarak göndermişti.
John Fraser Ramsey, “Spain, The Rise of
the First World Power”, University of Alabama Press, 1993, s. 104 ve s.
250.
[8] David Birmingham “A Concise History
of Portugal”, Cambridge University Press, Cambridge, 1993 (s.25)
[9] 1481’de Papa Sixtus IV
(Bull of Demarcation - aeterni regis)
Portekiz’e Kanarya Adalarının ötesini verdi. (güneydeki Afrika sahilleri
kastediliyor, boylam ölçülemiyordu).1492 ve 1493’de Papa Alexander VI’nın diğer
fetvalarıyla (inter caetera) Azor
Adalarının 100 league (300 mil) batısından geçen bir çizginin doğusu Portekiz’e,
batısı İspanya’ya verildi. 1494’te Tordesillas anlaşması ile 100 league,
370 league’ye çıkartıldı (Böylece sonradan bulunan Brezilya, Portekiz’in oldu)
[10] Swahili kaynaklı bu
sözcüğü Araplar kullanmıyor. Onların sınıflamasındaki baggia, boom, sambuk, shu’ai … batılılar için hepsi dhow.
[11] Bilimsel ölçümlerle bir
kürekçinin gücü 1/6 – 1/8 beygir gücü olarak alınıyor. Kadırgalar kürekle 25 dakika boyunca 7 mil/saat hız yapabiliyor ama süre vardiyalı
günlere çıkınca hız 2 mil/saati geçemiyor.
W.L. Rodgers, “Naval Warfare Under
Oars”, Annapolis, 1939.
[12] Roger C. Smith, “Vanguard of Empire”, Oxford University
Press, 1993, s. 32.
[13] Dümenin su altındaki
yönlendirici plakası.
[14] Gemi omurgasının arka
ucu.
[15] Rüzgârın teknenin
arkasından alındığı durum.
[16] Rüzgârın teknenin
ilerleme yönüne yakın bir yönden geldiği durum.
[17] Rüzgârın teknenin
yanından alındığı durum.
[18] Rüzgâra karşı Latin
yelkenle 40 – 600 yaklaşılabilirken dört yakalı yelkenle 700’nin
altına inmek zor.
[19] Geminin pruva (burun)
ya da kıçındaki yüksek bölüm (forecastle
ve aftcastle)
[20] Örneğin
Cutty Sark (1869) 17 deniz mili hız, LOA: 85m
[21] Roger C. Smith,
“Vanguard of Empire”, Oxford University Press, 1993, s 33.
[22] Karşıdan gelen rüzgârın
teknenin burnunu kontrolsuz biçimde çevirmesi.
[23] Özellikle İngilizler
daha alçak kasaralı kalyonlar yaptılar.
Kasaraları traşlama anlamında “raze” terimi kullandılar. Zamanla bu terim “race – built” olarak
yerleşti.
[24] Bu bölüme “head”
İngilizce adı verildi ve özellikle tayfa tuvaleti olarak kullanıldı. Günümüzde bile gemi tuvaletlerinin “head”
olarak anılması, kalyonlardan kalma bir gelenektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder