Doğadaki düzene ve güzelliğe ilk bakışta “bu nasıl oluyor?” diye hayrete
düşüyoruz.
Bilimle bu düzeni inceliyor ve anlıyoruz. Gauss’un
nitelemesi ile “bilimlerin kraliçesi” matematik ve onun görsel dalı geometri bu
düzeni soyutluyor, temellendiriyor.
Böylece ilk bakışta hayret ettiğimiz düzeni anlıyor,
nedenlerini kavrıyor ve “başka türlü
olamaz ki!” diyoruz. Doğada her şeyin bir kuralı-yasası var ve tarihsel
gelişim içinde geometri bu düzenin ilk ipuçlarını vermiş. Konu o denli geniş ve
büyüleyici ki sanırım gökyüzünden çiçeklere uzanan bu gezintiyi iki bölümde ele
almam gerekecek.
İnsanoğlu kendine gelip çevresindekileri anlamaya çalışınca
her halde ilk gördüğü değişim ve düzensizlik oldu. Birdenbire karşısına çıkan
vahşi hayvanlar kendini kovalıyordu; gökyüzü bir aydınlanıp bir kararıyordu; hava
bir ısınıp bir soğuyordu; dallarda yiyecekler hamken olgunlaşıyor, sonra da
çürüyüp dökülüyordu. İşte bu kargaşa içinde gökyüzü ve yıldızların düzeni
dikkatini çekti. Yıldızlar kümeler oluşturup düzenli biçimde gökyüzünde
ilerliyordu. Zamanla bu düzenin dünyadaki düzenle bir ilişkisi olduğunu anladı.
Gece ve gündüzün, mevsimlerin bir düzeni vardı. En ünlü biçimde Aristoteles
ardından Ptolemeaus tarafından bu düzen formüle edildi: Gökyüzü kristal küreler
oluşturmuş dünyanın çevresinde dönüyordu!
Derken insanoğlu da doğanın düzeni yanında kendi düzeninin
kurmaya başladı. Tarım için tarlalar oluşturmaya, ekinleri için su getirmeye
çalıştı. Bu nedenle de tarlalarının şekillerini soyutladı ve yeryüzünü ölçmeye
başladı: geo-metri yer ölçümü. Soyut
şekiller, üçgenler, kareler, dikdörtgenler oluştukça bunların bazı kuralları
olduğunu gözledi. Örneğin
dik üçgende “dik
kenarlarının uzunluklarının karelerinin toplamının, hipotenüsün uzunluğunun
karesine eşit” olduğuna şaştı (Pisagor teoremi) [1]. Bu arada Pisagor
teoreminin, Pisagor’u çok üzen bir yönü olduğuna da değinmeliyim: Dik
kenarlarının uzunluğu çok güzel bir tamsayı “1” olan dik üçgenin hipotenüsü Ö2 (1,414231
….) gibi sonsuz uzanan bir sayıdır. Rasonel olmayan sayıları hiç sevmeyen
Pisagor öğrencilerine 1, 1, Ö2
üçgenini bir sır olarak saklamalarını söyler.
Sayılara kutsal bir önem veren Pisagor 3, 4 ve 5 tamsayılarının
32+42=52 özelliğine hayran oldu. Böylece bu
güzel ilişkiye sahip 3-4-5, 5-12-13, 6-8-10 … gibi üçlü tamsayılar “Pisagor
üçlüleri” olarak tanımlandı. Pisagor üçlülerini inceleyen matematikçilerin
aklına bir soru gelir: Acaba a3+b3=c3 veya
daha genel olarak an+bn=cn ilişkisini sağlayan
2’den büyük n’ler var mı? Bu problem Fermat’nın son problemi olarak bilinen
problemdir. Ünlü matematikçi Pierre de Fermat
(1601-1665) bu soruyu ele alan 3. yüzyılda yazılmış Diopantus’un Arithmetica’sını okurken kitabın
kenarına bir not düşer: “Böyle tam
sayılar bulanamayacağının çok güzel bir kanıtını buldum. Ama bu sayfa kenarında
bunu yazacak yeterli yer yok” [2] Fermat’nın bıraktığı kitap ve belgelerde
bu kanıt bulunamadı. Fermat’ın bu problemini çözüp çözmediğini, gerçekten doğru
ve güzel bir çözüm bulup bulamadığını bilmiyoruz. Ama bu problem
matematikçileri yüzlerce yıl uğraştırdı ve hiç de kolay anlaşılabilir biçimde
değilse de 358 yıl sonra kanıtlandı[3]. Üstelik bu büyük deha “amatör” bir
matematikçiydi. Buluşlarını ciddi makale ve kitaplarla belgelemezdi. Küçük
notlar yazar, buluşlarını arkadaşlarına yazdığı mektuplarda anlatırdı.
Günümüzde analitik geometrinin kurucusu olarak Descartes, diferansiyel
matematiğin kurucusu olarak Newton’u biliyoruz. Fermat’nın yaptıklarını tam
olarak bilseydik belki de bu görüşlerimiz değişirdi.
Yalnızca dik açılı bir üçgen değil herhangi bir üçgende de
ilginç kurallar gizli. Örneğin bir üçgenin iç açılarını ortalayan ve karşı
kenara uzanan doğrular (açıortaylar) çizelim. Bu üç açıortayın aynı noktada
kesiştiğini görürüz. Benzer biçimde üçgenin kenarlarını ortalayan noktaları
karşıdaki köşelerle birleştirelim (kenarortay) Bu üç kenarortay da bir noktada
kesişecektir. Şimdi de köşelerden karşıki kenarlara dikmeler indirelim bu
çizgiler de bir noktada. Hatta kenarların orta noktaları ve dikmelerin
kenarlarla buluştuğu noktalar aynı daire üzerinde yer alacaktır.
Bir başka geometrik şekil, daire de bir dizi kuralı
barındırıyor. Her şey bir yana çevrenin çapa oranı, Pisagor’a inat, bir diğer
irrasyonel sayıyı, p’yi,
(3,14159…) veriyor. Burada Tevrat’tan bir alıntı yapalım:
… Kral Süleyman Sur’dan dul kadının oğlu tunç ustası
Hiram’ı getirir, Boaz ve Yakin direklerini yapar. Üzerlerine nar ve zambak motifleri
işler…
“Ve dökme denizi bir kenardan öbür kenara 10 arşın
olarak değirmi biçimde yaptı; ve yüksekliği 5 arşındı; ve 30 arşınlık bir ip
onun çevresini sarardı.”
[11-1Krallar, Bap 7, Ayet 23 ].
Demek ki p=3imiş!
Aristoteles’in yeryüzü çevresinde dönen gökyüzü küreleri çok
iyi bir açıklamaydı. Ama gözlemler arttıkça düzenin kaynağı olan gökyüzünde
bazı düzensizlikler gözlenmeye başlandı. En önemli gök cismi, güneş ve -sonradan
gezegen olarak adlandırılan- bazı parlak gök cisimleri bu düzene tam olarak uymuyordu!
Doğuş-batış yerleri, zamanları, gökyüzünde çizdikleri yol ve kalış süreleri
değişiyordu. Hatta gezegenler bazen ters yönde bile ilerliyordu. Güneş
yeryüzünün çevresinde düzgün bir daire çizseydi mevsimlerin eşit uzunlukta,
gündönümü tarihlerinin eşit aralıkta olması gerekirdi.
Gezegenlerin yeryüzü çevresindeki daire üzerine bindirilmiş
küçük daireler üzerinde yol aldıkları düşünülmeye başlandı. Ayrıca dünya güneşin
çizdiği dairenin merkezinde değilse mevsimlerin uzunlukları farklı olabilirdi.
Binyıllar boyu evrenin merkezinde olmadığımızı bir türlü kabul etmedik. Zaten
kutsal kitaplarımız da her şeyin bizim için yaratıldığını dünyanın da sabit
olduğunu söylüyordu:
Eski Anlaşma [Mezmur 93:1]:
“Dünya sağlam kurulmuş ve sabit”
Kuşkusuz bütün bu karmaşık sorunlar, güneşi yeryüzünün ve
diğer gezegenlerin çizdiği elipsin merkezine yerleştirince ortadan kalktı. Matematiksel
olarak güzel ve kolay bir çözüm; ama insanlara evrenin merkezinde olmadıkları
acı gerçeğini kabul ettirmek oldukça yıpratıcı oldu.
Soyutlama yeteneğinin yanında ölçmenin önemini hep
vurgulamaya çalıştım. Hadi -sonu iyi de bitse- tarihin en büyük ölçme
hatalarından birine değineyim: Kolomb’un serüveni. 15. Yüzyılda yeryüzünün
küreselliği kabul edilse de boyutu konusunda anlaşmazlık vardı. Çap yüzyıllar
önce büyük bir doğrulukla ölçülmüştü (Erastosthenes,
MÖ. 240). Ama karşıt görüşler de vardı. Denizciliğin gelişimi ile Atlas
Okyanusunda ilerleyen gemiciler enlemi ölçebiliyor ama boylam ölçümünde zorlanıyorlardı.
Enlemin belirlenmesi kolaydı. Örneğin gölgenin en kısa olduğu noktada güneşin
ufukla yaptığı açı enlemi ölçmek için kullanılabiliyordu. Yani konu bir açı
ölçümüne dönüşüyordu. Oysa boylamı ölçmek çok daha zordu. Dünya kendi ekseni
çevresinde döndüğüne göre, zaman ölçme sorunu ortaya çıkıyordu. Dalgalar
üzerinde sallanan bir gemide sarkaçlı saatler çalışmıyor; haftalar süren deniz
yolculuklarında zaman ölçmede biriken hata inanılmaz boyutlara çıkıyordu. Bu
sorunun boyutunu anlamak için Kristof Kolomb’un yolculuğuna bakabiliriz.
Amerika kıtasını bilmediği gibi yeryüzünün çevresini çok daha küçük bekliyordu
(40 000 km yerine 30 200 km)[4].
Ama benim vurgulamak istediğim
kayıtlara göre boylam ölçümünde 2,5 saate varan bir hata yaptığı. Bu hatanın
Afyon ile Londra arasındaki boylam farkı kadar olduğunu belirteyim. Yeterli
doğrulukta bir saat yapımı için 1759’a, John Harrison saatine kadar bekleyeceğiz.
Görüyoruz ki geometri enlem sorununu çözdü; ama boylam konusundaki teknolojik ölçme
sorunu ancak yüzlerce yıl sonra çözülebildi.
Burada bir parantez açıp büyük bir yaramıza değinmek
istiyorum. Avrupa bilimi Kopernik’ten Newton’a yaklaşık 150 yıl içinde dünya ve
diğer gezegenlerin oluşturduğu bilmeceyi çözdü ve 18. Yüzyıla bu bilinçle
girdi. Bu çözümün sancısız olduğunu söylemiyorum. Engizisyon baskısı Bruno’nun
yakılması veya Galileo’nun mahkûm edilmesi çok derin izler bıraktı kuşkusuz.
Ama yine de süreç tamamlandı.
Ne yazık ki İslam coğrafyasında bunun gerçekleşmediğini
görüyoruz. 12. Yüzyılda Fahrettin Razi “Geometri
öğrenmek farzdır” diyor; 9. Yüzyılda El-Harezmî, 14. Yüzyılda İbn-i Haldun
matematik üzerine önemli yapıtlar veriyor; 15. Yüzyılda Uluğ Bey Semerkant
Gözlemevinde gökyüzünü gözlüyor. Ama 15. Yüzyılın sonundan başlayarak bütün
İslam âleminin –ve onun önderi olan Osmanlı’nın- giderek karanlığa gömüldüğünü
izliyoruz. Taküyiddin’in gözlemevi bir yıl içinde yıkılıyor. 17. Yüzyılda İmam-ı Ahmed Rabbani “Geometrinin ne dünya
saadetine ne ebedî kurtuluşa faydası yoktur” diyor. Genellikle günümüz
mühendislik eğitimimizin temellerini 18. Yüzyıl sonlarındaki Mühendishane-i Berri
Hümayun, Mühendishane-i Bahri Hümayun gibi Osmanlı okullarına dayandırırız.
1824’te Mühendishane-i Bahri Hümayun başhocası Seyyid Ali Paşa “…güneş
dünya çevresinde döner” diyordu. Kopernik’in haklı olduğunu yazan
ilk Osmanlı sanırım 1848’de Bakü’lü Kudsî. Her halde okullara okutulmak üzere
Batlamyus’u basan son devlet Osmanlı (1901).
Neyse bu konuya bir başka
yazıda dönmek üzere üzücü parantezi kapatıp güzellikler dünyasına geri dönelim.
Bir doğruyu bir küçük ve bir büyük parça olmak üzere ikiye bölelim. Öyle ki
büyük parçanın uzunluğunun küçük parçanın uzunluğunun oranı, bütün doğrunun
uzunluğunun büyük parçanın uzunluğuna oranına eşit olsun:
“Altın oran” olarak bilinen yine rasyonel olmayan bir irrasyonel
sayı olan bu oran (1,61803…) “j” harfi ile gösterilir. Bu simgenin de kaynağı Atina’da
Partenon’un mimarı “Fidias - jειδίας”. Bütün görsel sanatlar tarihi bu oranın
uygulamalarıyla dolu. Leonardo’dan Salvador Dali’ye binlerce örnek verilebilir.
Leonardo ünlü Vitruvius [6] adamını çizerken doğadaki güzel
oranları bulmaya çalışıyordu.
Yalnızca bedenin çeşitli oranlarını değil kare
ile daire arasındaki ilişkiyi de inceliyordu:
Çünkü kare ile daire arasındaki
ilişki Panthenon gibi mabetlerde kubbe ile taban arasındaki ilişkiye
yansımalıydı. Leonardo’nun çağdaşı Palladio’nun Venedik’teki kilisesinde bu
“güze oran” arayışını görüyoruz.
Geometrinin mimaride yalnızca güzel oranlar oluşturduğunu
sanmayalım. Birçok mimari stilin de kaynağını geometride buluyoruz. Örneğin 6 -
10. Yüzyıl dönemindeki Romanesk mimari örneklerinde yarım daire biçimli
pervazlar (casing), üzerindeki
ağırlığın büyük kısmını yan duvara aktarıyordu. Bu da duvarları kalın ve az
pencereli; iç mekânları karanlık yapıyordu.
Oysa pervazlar biraz sivriltilip tonoz tipi yapılınca
ağırlığın büyük kısmı aşağıya doğru iletildi. Hatta payandalarla da ince duvarları,
büyük pencereleri desteklendi. Böylece 11 - 12. Yüzyıllarda yüksek, büyük, aydınlık,
pencereleri vitraylı Gotik katedraller çağı başladı.
[1] Aslında dik üçgenin bu
özelliğini Pisagor’dan (MÖ. 570-495) çok önce Çinliler, Mısırlılar, Babilliler,
Hintliler biliyordu. Babil için Plinton tableti (M.Ö. 1800-1650); Çin metni Zhou bi suan jing (M.Ö. 100), Hint
Baudhayana Sulbasutrası (M.Ö. 800) [Bilim ve Gelecek Dergisi, Eylül 2006]
[2 ]“Cujjus rel demonstrationem mirabilem sane detexi hanc marjinis exquitas
nın caparet.”
[3] Andrew
Wiles ve Richard Taylor’un iki makalesi “Annals
of Mathematics”, Mayıs 1995.
[4[ Amerika
kıtası olmasaydı belki de Kristof Kolomb
okyanusta kaybolan bir denizci olarak unutulup gidecekti!
[5] Kolomb’un
daha iyi ölçmeler yaptığını: ama rakiplerine bilgi vermemek için gemi
kayıtlarına yanlış şeyler yazdığını savunanlar da var. Ama yadsınamaz gerçek
ölünceye kadar yeni bir kıta bulduğunu anlayamadığı.
[6] 2. Yüzyıl
da yaşamış oranlar konusunda tutkulu Romalı yazar, mimar, mühendis Marcus
Vitruvius Pollio.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder