Bazen
bir şeyi anlatmaktansa onun tersini anlatmak daha kolaydır. Ben de Modern Dönem başındaki Fransız
resmine, Modern Dönem öncesinden bir Rococo resimle başlayabilirim.
Fragonard’ın “L'escarpolette” tablosunda (1767) bir
aristokratın mutlu ve şımarık kızı ne kadar da mutlu. Salıncağını bile kendisi
sallamıyor, bu iş için bir uşak görevli! Çalıların arasında saklanan bir
sevgilisi var. Ayıp bir şeyler görmüş, işaret ediyor. Bahçenin bu köşesinde o
kadar gizli işler yapılıyor ki soldaki heykel bile “sus” diyor. Yüzlere bakın
porselen bir güzellikten sorumsuzluğun ve sorunsuzluğun verdiği mutluluk
fışkırıyor.
Modern
Dönemde bu yaşama ilk tepki “neo-klasik” üslupla geldi ve Yunan – Roma
mitolojisinden ilham alındı. David’in “Le Serment des Horaces” tablosu (1784) çok
sade ve geometrik.
Dorik sütunlarla belirgin olarak üç bölüme ayrılmış. Savaşa
gidenler, yemin ve yas. Tablonun odağına kılıçlar ve yemin yerleştirilmiş. Tablo
bir Roma efsanesinden yola çıkıyor. Roma henüz bir kent-devlet iken komşu
Alba-Longa kenti ile savaşıyor. Yüzlerce, belki de binlerce insanın kanının
dökülmesini önlemek için iki taraftan yalnızca üçer savaşçının savaşmasına
karar veriliyor. İşte tablodaki Horatius kardeşler ölünceye dek Roma’yı savunacaklarına
yemin edip savaşa gidiyorlar. Sağda eşleri, sevgilileri büyük bir üzüntü ve
çaresizlik içinde. Tablonun sağ köşesinde ağlayan genç kadın Camilla var,
Horatius’ların kız kardeşi aynı zamanda Alba-Longa adına savaşacaklardan
birinin eşi. Kısacası tam bir trajedi.
Bizim
açımızdan tablonun vurgulanacak yönü resimde “sorumluluk”, “vatan”, “fedakârlık”
gibi kavramların gündeme gelmesi. Bu dönem öncesinde insanların din-mezhep veya
bir asilzade için, birçok zaman bir cins “paralı asker” olarak, savaştığını
biliyoruz. Katolik oldukları için Hugenotlara saldırdılar; Habsburg veya
Hanover hanedanı adına savaştılar. Şimdi bir “vatan” kavramı oluştu.
Kuşkusuz
bu coşkulu ve romantik vatan sevgisi Fransa için geçerlidir; “başkalarının
vatanına saygı” duyulmasını gerektirmez! Avrupa dışı gündeme gelince “Orient,
Levant” denir ve orada kurallar başkadır. Zaten kapitalist sistem de Lenin’in
deyimiyle emperyalizm aşamasına gelmiştir.
Oryantalizm
bloğumun başka bir sayfasında ele aldığım için Fransız resmini incelemek
istediğim bu sayfada Ingres ve Delacroix’nın resimlerinin Batı'nın oryantalist
yaklaşımının en belirgin örnekleri olduğunu anmakla yetineceğim.
Doğu’yu
bırakıp Avrupa’ya ve yeniden “vatan”, “vatanseverlik” kavramlarına dönelim. “Vatanseverlik”
duygusu Romantik resim akımın çok işlediği bir duygu. Parlak renkler, kıvrımlı
çizgiler, duyguyu dışa vuran ifadeler. Delacroix'nın “La
Liberté guidant le peuple tablosu”
birçok tarih kitabında 1789 Büyük Fransız Devriminin anlatıldığı sayfada yer
alır. Hatta bazı kitaplarda -Jeanne d’Arc’ın 1400’lerde yaşamasına rağmen- Jeanne
d’Arc sayfasında bile görülür. Ama aslında 1830 ayaklanmasını gösterir.
Fransa’da 1789’u 1830 ayaklanması, Marx’ın “Komünist Manifestosu” ile eş
zamanlı 1848 ayaklanması, 1871 Paris komünü izler. Fransa’da büyük toplumsal
sarsıntılar içinde cumhuriyet, krallık, yeniden cumhuriyet, yeniden krallık
sarmalı yaşanır.
Resimde
güzel Marianne’dan gözlerimizi alabilirsek diğer figürlerle tüfekli aydınların,
işçilerin, hatta tabancalı çocukların kentin barikatlarındaki birlikteliğini ve
büyük coşkusunu görebiliriz.
GUSTAVE COURBET (1819-1877)
Romantizmin
abartmalı duygusallığına bir tepki olarak gerçekçi-realist
üslubun gelişmesi kaçınılmazdı. Büyük gerçekçi olarak Gustave Courbet’yi ele
alabiliriz. Courbet politik olarak oldukça aktif bir sosyalistti. Yaşamı
Fransız politik ortamının iniş-çıkışlarını izledi. Parlak günlerinde çok ünlü
olduğunu, ödüller ve madalyalar aldığını, Paris Komününde görevli olduğunu;
ardından hapse düştüğünü, sürgünde öldüğünü belirtmeliyim.
Bekleneceği
gibi onun gerçekçiliğinde konunun,
İngiltere’de Millais’de gördüğümüz gibi Hristiyanlık olmadığını
işçiler-köylüler olduğunu görüyoruz. “Les Casseurs de pierres-Taş Kıranlar”
tablosunun (1850) ne yazık ki elimizde yalnızca bazı reprodüksiyonları var.
Tablo İkinci Dünya Savaşında bir Alman bombardımanında yok olmuş.
Courbert’nin
ailesi küçük bir kasabada, Ornan’da yaşıyor. “Un
enterrement à Ornans - Ornan'da Cenaze töreni”
tablosunda (1855) toprağa verilen Courbert’in dedesi. Tablodaki bütün
kişiler, papaz, komşular, büyük anne hep gerçek kişiler. Bu tablo 3mx10m gibi
devasa bir boyutta yapılmış. İlk tepki de buradan geliyor: “Tanınmamış bir
köylünün cenaze töreni için bu kadar büyük bir tablo yapılır mı?”
Bir
kere geleneksel resimde “torağa verme” denince akla Hz. İsa geliyor. Efsaneye
göre çarmıhtan indirilip havariler tarafından toprağa veriliyor. Bir süre sonra
mezar açıldığında bedenin yerinde olmadığı, göğe yükseldiği görülüyor. Bunları
gösteren çok tablo var. Örneğin Badalaccio’nun “Deposizione
di Cristo” tablosuna (1610) bakalım. Her şey bir yana toprağa
verilen bir peygamber. Havarilerin yüzlerinde büyük bir acı okunuyor. Hz.
Meryem ve Mecdelli Meryem (Maria Magdalene) ayakta bile duramıyorlar.
Oysa
Courbert’in tablosunda hüzün var ama gerçekçi bir boyutta. Ne de olsa toprağa
verilen bir peygamber değil, yaşlı bir köylü. Törene gelenlerin tozlukları
çamurlu. Hatta bir köpek bile gelmiş! Kendi aralarında konuşan köylü kadınlar
var.
.Courbert
kendine ilişkin konularda da çok gerçekçi. “L’Atelier du peintre - Ressamın
Atölyesinde” tablosunda (1855) kendini çizmiş. Courbet’nin yaptığı resmi
yalnızca bir çocuk ve çıplak bir model izliyor. Tablonun solunda her sınıftan
insan var. Her halde çıplak model “akademik” resmi simgeliyor ve Courbet ona
arkasını dönmüş, manzara çiziyor. Tablonun soluna ise Coubertin çevresinden bir
dizi sanatçı-düşünür yer alıyor. Baudlaire, George Sand, Proudhon… Resmin
solunda ise yine çeşitli sınıf ve zümrelerden halk var. Yine tabloda köpekler
de unutulmamış.
“Neden klasik ressamlar gibi çıplaklar çizmediği”
sorulunca lezbiyen tablosu yapmış. “Le Sommeil - Uyku”
veya “Uyuşukluk ve Şehvet” gibi isimlerle tanınan bu resimde (1866) de
görüleceği gibi Courbet muhafazakâr kesime adeta bir savaş açmış. “L’origine du monde” (1866) gibi bu
tablodan çok daha müstehcen tablolar da yapmış. Kısaca Coubert’in bazı
tablolarının 150 yıl sonra günümüz Türkiye’sinde fazla “müstehcen” bulunacağını
ve sergilenemeyeceğini söyleyebilirim.
18 ve
19ncu yüzyıllarda Fransa’da resim sanatının çok geliştiğini ve özellikle Paris'
in toplumsal yaşamında çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Sanat
otoritelerinin beğenisi deyince de aklımıza “Salon” geliyor. Her yıl Paris’te Académie des Beaux-Arts - Güzel Sanatlar Akademisi yılın en güzel
tablolarını kısaca Salon diye
anılan sergide izleyiciye sunardı. Bekleneceği
gibi Coubert’in resimleri Akademi üyeleri tarafından beğenilmedi ve Salona alınmadı. Yaşadığı dönemde de çok
ünlü bir sanatçı olarak Coubert kendi özel sergilerini açtı.
EDUARD
MANET (1832 - 1883)
Coubert’ten
sonra da yenilikçi ve isyankâr bulunan resimlerin Salon için başvuruları reddedilmeğe devam etti. Reddedilen resimler
ise “Salon des Refusés” olarak
anılan bir sergide sergilenmeye başlandı ve genellikle kentsoyluları,
aristokratları, din çevrelerini çok rahatsız etti.
İşte
bu reddedilen resimlerin -belki de- en ünlüsü Eduard Manet’nin “Le
déjeuner sur l'herbe-Kırda Yemek” tablosudur (1863). Kır manzarası içinde
çıplak kadın resmin klasik konularından biri. Ama bu resimde bizi rahatsız eden
bir şeyler var. Öncelikle erkekler giyimli ve kadınlara aldırmaz bir pozda
sohbet ediyorlar. Öndeki çıplak kadın aldırmaz hatta küstah bir pozda adeta “ne
bakıyorsun” der gibi bize bakıyor. Çıplaklığından hiç de utanmış gibi
değil. (Bu küstah bakışa bir daha
döneceğim. )
Oysa klasik çıplak biraz utangaçtır, çevresinde başkaları
varsa, onlar da bu durumdan utanırlar. Boticellinin Venus’üne bakalım (Nascita di Venere, 1486). Venus utangaç, çevresindekiler
de biraz sonra üzerini örtecekler. Bereket Boticelli bu doyumsuz güzellik
örtülmeden resmi yapmayı başarmış!
Yine
Manet’nin tablosuna dönersek, buradaki çıplak bir tanrıça değil. Utanmadığı
gibi pek güzel de değil. Göbeğinde bir kat bile çizilmiş. Sonuç olarak Manet’nin
resminde diyebiliriz ki iki çapkın genç, belki de Üniversite öğrencisi iki
fahişe tutmuş, soymuş, karşısına geçmiş sohbet edip bir şeyler atıştıyor.
İkinci
kadın da ilginç. Akarsuda ayaklarını
yıkıyor. Bu iş Hristiyan kültüründe hemen vaftiz çağrışımı yapıyor. Ayrıca pek
dikkati çekmese de tablonun üst kısmında uçan bir kuş var. Yine Hristiyan
geleneğinde Vaftizci Yahya, Hz. İsa’yı vaftiz ederken, kutsal ruhu simgeleyen
güvercin onları gözlüyordu.
Son
olarak şunu sorayım: “Öndeki delikanlının pozu da garip değil mi? Bir yerden
hatırlıyor musunuz?” Evet, Vatikan’da Sistine Şapel’in tavanındaki ünlü
Fresk’de, Âdemi bu pozda çizmiş Michelangelo.
Sonuç olarak kırdaki bu yemeğin
pek de “masum” olmadığını, kentsoylu ahlakın ikiyüzlülüğüne bir tokat olarak tasarlandığını
söyleyebilirim.
Şimdi
de Olympia’ya bakalım (1863).
Öncelikle o dönem Paris’inin ünlü hayat kadınlarının Athena, Afrodit, Venüs,
Nyks gibi mitolojik isimler aldığını biliyoruz. Manet çizdiği figüre antik Yunancadan
“kent-olympia” adını vererek
yarattığı karakterin tüm Paris’i kapsamasını sağlıyor.
Bu kez
Manet’nin nereden esinlendiği hiç tartışılmayacak kadar açık. Esin kaynağı Tiziano’nun Venere
di Urbino (1538) tablosu. Öyle ki yalnızca Venüs’ün pozuna değil,
ayakucundaki masum köpeği arka plandaki figüre de bakın.
Olympia’da
çizilen figür de bir güzellik tanrıçası değil, müşteri bekleyen bir fahişe.
Kısa boylu, büyük kafalı. Boynuna ayakkabı bağı gibi bir kolye bağlamış,
ayaklarında terlikler. Resmin izleyicisine yönelmiş o küstah bakışı burada da
görüyoruz. Tiziano’nun masum köpeği, huysuz kara kedi olmuş, zenci hizmetçi
herhalde bir hayranından gelen çiçeği gösteriyor. Ama Olympia hiç oralı değil.
Bu iki
tabloda gördüğümüz küstah bakışın, resimleri isleyen kentsoyluların sahte ahlak
görüntüsüne yöneldiğini söyleyebiliriz. Manet adeta izleyiciye “namuslu-ahlaklı
görünen ey kentsoylular, ben sizin metreslerinizle, bu safahat kentinin hayat
kadınları ile olan ilişkilerinizin tanığıyım” diyor. Salon de Refusés’de sergilenen bu tabloların bu nedenle büyük tepki
gördüğünü söylemek bilmem gerekli mi?
Manet politik görüşlerini vurgulamayan bir ressam. Ama
her halde Luis-Napoléon’a dayanamamış. Amerika’nın Afganistan, Irak gibi
serüvenlerini biliyoruz. Ama Fransa’nın Meksika macerasını unuttuk. Fransa
1864'de Meksika’ya imparator olarak Habsburg-Lorraine ailesinden Ferdinand
Maximilien’i gönderdi. Desteklemek için de asker yolladı. Ama serüven kısa
sürdü. Meksika’lılar ayaklandı, Maximilien’i yakalayıp kurşuna dizdi. “L'Exécution
de Maximilien” tablosu
(1867) bu sahneyi gösteriyor. Tanıkların anlattığına göre idam mangası
Maximilien’i öldüremiyor, resmin sağında silahını dolduran er, çırpınan devrik
imparatora bir kez daha ateş edip öldürüyor. Manet’nin sağda çizdiği figür
Luis-Napoléon’a çok benziyor! Gerçek katil bu saçma serüveni başlatan
Luis-Napoléon.
Bu
tabloda dikkatinizi çekmek istediğin bir şey daha var: Sağ öndeki gölge. Böyle
bir gölge ancak olayı-resmi izleyen birinin gölgesi olabilir. Manet izleyiciye “siz
de oradaydınız olayları izlediniz” diyor.
Manet'nin
“Gare Saint-Lazare - Saint Lazar Garı” tablosundaki (1872) kadının
da ilginç bir bakışı var. Küstah değil ama ifadesiz, tepkisiz, bıkkın bakışlı
bir anne. Tablonun adında Paris’teki garlardan biri var ama ne tren görülüyor,
ne de gar. Belki arkadaki duman bir tren
buharı. Kadın, Paris’te bir mağazada tezgâhtar veya bir büroda küçük bir memur
olabilir. Paris banliyölerinden birindeki evine gidecek; yemek hazırlayacak.
Şimdi tren beklerken elindeki romanın sayfalarında hayale dalmak istiyor.
“Un Bar aux
Folies-Bergère - Folies-Bergére Barı” Manet’nin son eseri. Frengi
ilerlemiş. Ellerindeki yaraları göstermemek için eldivenle dolaşıyor Paris
sokaklarında. Zorlukla resim yapıyor. Bir yıl sonra o da babası gibi frengiden
ölecek.
Saint
Lazare Garı tablosunda gördüğümüz bezgin-yorgun bakışın benzeri burada da var.
Ama bu daha çarpıcı çünkü burası Folies-Bergére. Burada
müzik-içki-eğlence-güzel ve şuh kadınlar olmalı. Sanırım bar görevlisinin derin
bir dekoltesi olması daha gerçekçi olurdu. Ama Manet belki de daha önce
gördüğümüz Delacroix’da özgür Fransız kadınının göğüslerinin tuzağına düşmemizi
istemedi. Dikkatimizi barmenin hüzünlü bakışına yöneltmemizi istedi.
Bu
tabloda dikkat çekmek istediğim bir bakış açısı bozukluğu var. Doğru
perspektifte aynada kızın sırtı böyle görülmez. Bence Manet kızın sırtını
göstermeyi amaçlamamış. Asıl amacı müşteriyi göstermek. Çok ayrıntılı değil,
ama o da ifadesiz ve mutsuz. Kısacası Manet yaşamının sonunda çok iyi bildiği Paris
eğlence yerlerinde bile eğlencenin ne denli yüzeysel ve yapmacık olduğunu
vurguluyor.
Fransız
resminde bundan sonra ünlü izlenimci-empresyoniste akımın çok güzel örneklerini
görüyoruz. Ama benim amacım resim
tarihini veya ünlü Fransız ressamlarını incelemek değil. Özellikle modern
dönemin başlangıç yıllarında, bazı kavramların, sorunların resme nasıl
yansıdığını görmekti. Bu amaç için de bu kadar örnek sanırım yeter.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder