“Kanı bozuk”, “Bileğimi kessen kanım sarı – lacivert akar”,
“Türk – Rum – Ermeni… kanı” gibi bazı
deyimler –bazen övünmek, bazen hakaret etmek için- günlük dilde oldukça yaygın
kullanılır. Kuşkusuz biyolojik olarak kanda bu gibi nitelikler, farklılıklar
yoktur. Pekiyi, kanda yoksa beynimizde veya genlerimizde durum nedir?
KAFATASÇILIK
Beynin bazı davranışlarımızın kaynağı olduğu, adeta bir
kumanda merkezi gibi çalıştığı çok eski çağlardan beri biliniyordu. Her ne
kadar Aristoteles, aklın merkezinin kalp olduğunu, beynin işlevinin vücutta
dolaşan kanı soğutmak olduğunu öne sürdüyse de kafatasının farklı bölgelerine
darbe yiyen insanların konuşma yetisini kaybettiği; vücudunun bir kısmını
hareket ettiremediği, aptallaştığı… gözlendi ve beynin kumanda merkezi olduğu
konusunda görüş birliği sağlandı. Hata bu özellik kötü biçimde kullanıldı.
19. Yüzyılda kısaca “beyin
yapısından yola çıkarak psikolojik öngörülerde bulunulmaya çalışmak” olarak
tanımlanabilecek Phrenology gündeme
geldi. Antik Yunanca akıl (phren) ve
bilgi (logos) -sözcüklerinden türeyen
phrenology, kafatası (ve dolaylı olarak beyin) yapısından kişilik
özelliklerinin anlaşılacağını iddia ediyordu. Bu görüş Almanya’da Doktor Franz
Joseph Gall (1758-1828) tarafından
geliştirildi ve bütün Avrupa’ya yayıldı. Örneğin Britanya’da Kraliçe Victoria
döneminde kafatasının belirli boyutsal özelliklerini ölçerek insanların vahşi
veya uygar, ahlaklı veya ahlaksız, dindar veya dinsiz olduğu… anlaşılmaya
çalışıldı. Hapishaneler taranıp suçluların kafatasları incelendi. ABD’de
kafatasları uygun boyut ve biçimde olanların çok çocuk sahibi olması için
dernekler kuruldu. Belçikalılar Afrika yerlilerinin kafataslarını “ölçüp”, Tuti’lerin
Hutu’lardan üstün olduklarını “belirlediler”.
Bu kafatası incelemeleri ne yazık ki 20. Yüzyılda ırkçılık kavramına
katkı sağladı ve insanlar kafataslarının biçimi (cranial profile) yanında yüz biçimleri ve ten renkleri ile sınıflandı.
Sosyal bir hareket olarak, insan soyunun iyileşmesi için olumlu özelliklere (trait) sahip bireylerin çokça üremesi; olumsuz
özelliklere sahip bireylerin kısırlaştırılması, hatta yok edilmesini öneren Öjenik
(Eugenic) hareket gelişti. Bildiğimiz
gibi bu çizgi Nazi Almanya’sında seçkin Aryan ırkı ve aşağılık Yahudi ırkı
tartışmalarına, soykırım ve gaz odalarına uzandı:
Günümüzde ırk kavramının bilimsel açıklaması Jonathan Marks
tarafından şöyle özetleniyor:
1970’lerde belirgin
hale geldi ki:
(1) İnsan türünde gözlenen çoğu farklılık kültüreldir.
(2) Kültürel olmayan farklılıklar temelde göz rengi, kan
grubu gibi polimorfik (polymorphic)
farklılıklardır.
(3) Kültürel ve polimorfik olmayan farklılıklar temel olarak
farklı coğrafyada yaşama sonucunda çevreye uyumdan kaynaklana ekoklin (ecocline) farlılıklardır. Zoolojideki
ekoklin farklılaşmanın bir örneği olarak kaplanların çizgi örüntülerinin farklı
coğrafyalarda farklı olmasını gösterebiliriz.
(4) İnsan türünde bunların dışında gözlenen farklılıklar ise
ihmal edilecek kadar küçüktür.
Sonuç olarak antropologlar ve genetikçiler daha önceki
kuşakların inandığı gibi coğrafi olarak farklı bölgelerde birbirinden büyük
ölçüde ayrı gen havuzlarının olmadığı, homo
sapiens’lerin çeşitli göç dalgalarıyla yeryüzüne dağıldığı konusunda görüş
birliğine vardılar.
[Marks, Jonathan
(2008). "Race: Past, present and
future. Chapter 1". In Koenig, Barbara; Soo-Jin Lee, Sandra;
Richardson, Sarah S. “Revisiting Race in a Genomic Age”. Rutgers University
Press. (s.28)]
Konunun yasal yönü ise İkinci Dünya savaşının ardından bir
dizi ulusal ve uluslararası kurumda ele alındı. En kısa ve açık biçimde Avrupa
Konseyinin 2000/43/EC[137] sayılı yönergesinde ifadesini buldu: “Avrupa Birliği ayrı insan ırklarının
varlığını destekleyen kuramları reddeder.”
GENETİĞİN ZEKÂYA ETKİSİ
Zekâ üzerine genetiğin etkisi ise “beyin – kafatası” konusundan
çok farklı biçimde ele alınıyor. Psikolojide genetik konusunu inceleyerek
başlayan ve özellikle hayvanlarda genetiğin çeşitli psikolojik eğilimler
üzerindeki etkisini inceleyen çalışmalar zaman içinde insanlar ve zekâ üzerine
yoğunlaşıyor. Bu alanda istatistiksel açıdan geniş bir veri tabanına dayanan
belirgin sonuçlar gözleniyor. Prof. Robert Plomin, İngiltere’de 10 000’den
fazla öğrenci ile yapılan genel sınav sonuçlarının değerlendirilmesine göre,
kalıtımın okul başarısına etkisinin %50-65 dolayında olduğunu belirtiyor (http://www.bbc.co.uk/programmes/b06j1qts).
Okulda verilen eğitimin farklılaştırması ise sadece %20’de kalıyor.
Prof. Plomin yürüttüğü “ikiz” ve “evlat edinme” çalışmaları de
çok dikkat çekici. Bu çalışmalarında da Birleşik Krallık İstatistik Bürosu ve GCSE
(General Certificate of Secondary
Education) sonuçlarını kapsayan büyük bir veri tabanını kullanıyor.
İstatistik Bürosunda doğumların, tek ve çift yumurta ikizlerinin kayıtları,
GCSE verilerinde ise bu çocukların sınav sonuçları yer alıyor.
Bilindiği gibi bir spermin döllediği bir yumurtanın ikiye
bölünüp iki bebeğin büyümesi ile genleri aynı olan iki birey, tek yumurta
ikizleri, oluşuyor. Çift yumurta ikizlerinde ise iki ayrı sperm, iki ayrı
yumurtayı döllüyor ve iki birey farklı genetik özelliklere sahip olarak
doğuyorlar.
Tek yumurta ikizlerinin GCSE sınavlarındaki başarıları, çift
yumurta ikizlerinin sonuçlarına göre büyük bir benzerlik oluşturuyor.
(İstatistik dili ile konuşursak çok daha küçük bir dağılım – variance gösteriyor.) Tek yumurta veya
çift yumurta olsun ikizlerin birbirine benzer çevrede büyütüldükleri, benzer
biçimde eğitildiklerini varsayabiliriz. Bu durumda zekâlarında gözlenen
dağılımların farkı ancak genetik farklılıkla açıklanabilir.
Farklı aileler tarafından evlat edinilen ve farklı çevre
koşullarında yetişen tek yumurta ikizlerinin zekâ düzeylerinin benzer olması
ayrıca kalıtımın zekâ üzerindeki etkisini kanıtlıyor.
Bu konudaki son nokta zekâyı belirleyen genlerin
belirlenmesi ile konacak. “Genler” diyorum çünkü bu gibi eğilimlerin bir veya
birkaç genle sınırlı olmadığını, çok sayıda genin işe karıştığını biliyoruz.
Zekânın genetik özelliğinin eğitim politikası açısından
nasıl yorumlanacağı ve nasıl uygulamalar yürütüleceği politik bir seçim konusu
olacaktır. Faydacı bir yaklaşımla “Genleri
uygun olan grubu eğitelim. Diğerleri için masraf yapmayalım” diyenler
çıkacaktır. Diğer yandan toplumcu bir yaklaşımla “Yetenekli olmayanları eğitmek ve topluma kazandırmak için yeni
yöntemler geliştirelim” diye hareket etmek de mümkündür. Unutulmamalı ki
toplumlar kazandıkları genel yetenek düzeyleri ile gelişirler; yoksa çok
yetenekli az sayıda birey yetiştiği ortamı kolaylıkla terk edip başka bir
topluma yerleşebilir.
AVRUPA İLE NE KADAR GEN ORTAKLIĞIMIZ VAR?
Bilindiği gibi insan DNA’sındaki kimyasal çiftlerin
sıralanmasını bulmak ve genleri belirlemek amacıyla 1990-2003 yılları arasında
İnsan Genomu (human genome) projesi yürütüldü.
Bu çalışmadan yola çıkan bir dizi araştırma ile genetik olarak bir ortak atadan
(common ancestor) kaynaklanan
organizmalar incelendi. Çeşitli ülkelerden ve coğrafi bölgelerden alınan
örneklerle DNA istatistikleri oluşturuldu ve haplogrup (haplogroup)
adı ve verilen gruplarda toplandı. Bu haplogrupların yeryüzüne dağılımları, yukarıda
değinildiği gibi, homo sapiens’in göç
yollarının ve dönemlerinin belirlenmesinde kullanıldı.
Avrupa’daki durumu ele almadan önce anne ve babadan gelen
genetik mirasın ayrı ayrı ele alındığını belirteyim. İnsan genetiğinde, Y
kromozomu (Y-DNA) haplogrupları ve mitokondriyal DNA (mtDNA) haplogrupları
olarak farklı haplogruplar tanımlanıyor. Çünkü Y kromozomu sadece erkekte
bulunduğundan Y-DNA haplogrupları babadan oğula düzenli bir şekilde geçerken, X
kromozomu hem dişide hem de erkekte bulunduğundan mtDNA halpogrupları anneden
yavruya aktarılır.
Bu ayrıma dikkat çektikten sonra çeşitli Avrupa ülkelerinden
alınan örneklerdeki baba genetiğini izleyerek Y-DNA haplogruplarının dağılımına
bakalım (http://www.eupedia.com):
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde haplogrupların dağılımını
gösteren bu haritaya bakınca aşağıdaki noktalar öncelikle dikkatimizi çekiyor:
- Portekiz, İspanya, Fransa Birleşik Krallık gibi Avrupa’nın Batı ucunda yer alan ülkelerde bir haplogrubun (bu örnekte R1b) oldukça yaygın olduğu görülüyor.
- Rusya, Estonya Letonya, Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya gibi Kuzey-Doğu Avrupa’da ise bir başka haplogrup (bu örnekte R1a) büyük oranlarda.
- Bunlara karşılık Orta Avrupa’da, Balkanlarda ve Türkiye’de böyle egemen bir haplogrup görülmüyor.
Günümüzün bilimsel bilgileri ışığında yurdumuza biraz daha
yakından bakalım. Avrupa’da tanımlanan 12 haplogrubun 42 Avrupa ülkesinin her
birindeki oranı ile, ilgili haplogrubun Türkiye’deki oranı karşılaştırarak genetik
açıdan en yakın olduğumuz ve en uzak olduğumuz Avrupa ülkelerini sıralayabiliriz:
Sonuç olarak sanırım şunu söyleyebiliriz: Gen çalışmaları bütün
dünyada çok ilginç sonuçlar veriyor. Gerek bireylerin zekâ düzeylerinin
kalıtımla ilişkisi, gerek gen gruplarının ülkelerde dağılımları çarpıcı. Kuşkusuz
kendimizi Türk olarak hissediyorsak Türk’üz. Türklüğü kanımızda veya
kafatasımızın boyutlarında aramak yanlış. Ülkemiz coğrafi konumu nedeniyle
büyük bir genetik zenginliğe sahip. “Türklük” de biyolojik değil kültürel bir
nitelik. Katılırız veya değişmesini önerebiliriz; ama Büyük Atatürk’ün tanımı
ile "Türkiye Cumhuriyetini kuran
Türkiye halkına Türk milleti denir” veya Anayasanın tanımı ile "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türktür" (Madde 66) gibi kültürel tanımlar tartışmanın
başlangıç noktası olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder