Geçen gün Osmanlı Mimarisinin kötü kopyaları olarak son
yıllarda yapılan camilerden yakınıyordum. Bir dostum “Yoksa sen Osmanlı kültürünü sevmiyor musun?” dedi. Bu soru üzerinde
biraz durup kendimi sorguladım.
Özgün Osmanlı kültürünü çok sevdiğime karar verdim. Klasik
Türk müziğinin birçok şarkısını büyük bir beğeni içinde mırıldanarak
dinliyorum. İstanbul’da bir Osmanlı camiine girdiğimde gönlümün gerçek bir
sevgi ve saygı ile doluyor. Aruz vezni ile yazılmış dizilerin melodisi
belleğime kazılmış. Safranbolu, Beypazarı gibi eski yerleşim yerlerine
gittiğimde geleneksel evlerin fotoğraflarını çekmeden duramıyorum.
Bireyler olarak bu tür kültürel kazanımlarımızı
değerlendirmemiz gerekli. Merkezi veya yerel kurumlar da geçmiş uygarlıkların
kültürel mirasını korumalı ve tanıtmalı. Benim karşı olduğum bunun ötesine
geçip günümüzde Selçuklu veya Osmanlı stilini taklit eden cami, kamu binası,
taksi durağı ısmarlamaları. Hatta bence İstanbul’da Osmanlı sarayları ve
köşkleri kamu kurumlarınca işgal edilmemeli. Buraları müze, sergi salonu,
kültür kurumu gibi halkın girebileceği, gezebileceği yerler olmalı.
Osmanlı kültürü üzerinde düşünürken birkaç noktaya
değinmeden geçemeyeceğim. Son zamanlarda Osmanlı’nın büyük bir özenti içinde
uzak, görkemli ve gizemli bir dönemmiş gibi sunulmasını yadırgıyorum. Sanki
Osmanlı değil de Polinezya kültürünü konuşuyoruz. Benim annem- babam
Cumhuriyet’in genç kuşağıydı. Ama diğer yandan babam 1916 doğumluydu.
Cumhuriyet 1923’da kurulduğuna göre yaşamının ilk 7 yılında “Osmanlı
Tebaasıydı”. Bilindiği gibi harf devrimi 1928’de yapıldı. Babam eski harflerle
de rahatça okur ve yazardı. Dedelerimin Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve
Kurtuluş Savaşı anılarını dinleyerek büyüdüm. Piza, cheescake, hambuger gibi
birkaç yiyeceği ayırırsak günümüzde yediğimiz yemekler –Osmanlı’nın saray mutfağı değil ama- büyük
annelerimizin yaptıkları yemeklerdi. Yani Osmanlı mutfağıydı.
Bu konuda dikkatinizi çekmek istediğim ikinci nokta da
“Osmanlı” konusunda genelleme yapmanın zorluğu hatta olanaksızlığı. Osmanlı’yı
600 yıla yayılan ve Balkanlar’dan Arap çöllerine; Kuzey Afrika’dan İran’a
uzanan bir coğrafyada ele alınca genelleme yapamıyoruz. “Osmanlı merkezi bir imparatorluktu” desek, küçük bir boy olarak
başladığı günleri, Balkanlar’daki oldukça özerk yönetimleri, fetret devrini,
Mısır Hidivliğinin öyküsünü vb. ne yapacağız?
“Avrupalıların korkulu rüyasıydı”
desek, kuruluş yıllarında Bizans ile işbirliğine, yarı-sömürge olarak yürüttüğü
denge politikasına, Yeşilköy’e gelen Rus Ordusunun durdurulmasına, Kırım
Savaşına vb. ne diyeceğiz? Bence cümlelerin “18. Yüzyılda Balkanlarda” gibi başlaması ve çok daha dar bir
çerçeve içine oturtulması gerekiyor.
Sanırım “Osmanlı” derken, Osmanlı’nın son yüzyıllarını değil
yükseliş dönemi kastediliyor. Coğrafya olarak da İstanbul, saray ve çevresi
düşünülüyor. Bu yaklaşım kuşkusuz çok büyük bir kısıtlama. Cami mimarisi
Sinan’a, kılık-kıyafet-mobilya sultanlara köşklere indirgeniyor. Ayrıca bu
durumda başka bir zorluk çıkıyor karşımıza. Evet, bu dönem ve yaşam günümüz
Türkiye’sinden çok daha şaşalı, ama bir o denli de uzak, farklı, bilinmezlerle
dolu. Hatta batılı oryantalistlerin bakış açısından birçok çizgi taşıyor. Bu
bloğun diğer sayfalarında oryantalizme çok değindiğim için bu konuya hiç
girmeyeceğim. Sanırım Osmanlı’yı dönem ve saray çevresi olarak kısıtlama
yukarıda değindiğim gibi Osmanlı’yı uzak, gizemli, görkemli yapıyor.
16. ve 17. Yüzyılı Nef’-i, Bakî, Fuzulî, Nedim ve Şeyh Galip
gibi şairler, Itrî gibi besteciler taçlandırmış. Ne yazık ki birçok sanatçının
yapıtları günümüze ulaşamamış. Ayrıca Divan şiirinin ağdalı dili, bugün
kullanmadığımız birçok sözcük onları anlamamızı ve gerçek değerlerini
kavramamızı zorlaştırıyor.
Diğer yandan Osmanlı Döneminin genel olarak İslam
uygarlığının zayıfladığı –veya başka bir deyişle Avrupa’da yeni bir
uygarlığının yükseldiği- dönemine denk geldiği çok üzücü bir gözlem. Evet,
Osmanlı’nın İslam dünyasının yanında Avrupa içlerine yönelen askeri başarıları
var. Ama Osmanlı’nın son yüzyıllarındaki zayıflama da çok belirgin. Genel
olarak “Doğunun”, özel olarak Osmanlı’nın bu yarışta geri kalmasının nedenleri tümüyle
başka ve çok daha geniş bir konu. Eğer kültürün, yaşam biçiminin odağında
“düşünce-felsefe” varsa, yalnızca İslam dünyasının önde gelen düşünürlerinin
yaşadıkları yıllara bakmak bile önemli ipuçları verecektir:
- El-Kindî (801-873),
- Muhammed el-Buhârî (810-869),
- Farabi (872-951),
- İbn-i Sina (980-1037),
- İmam Gazali (1058-1111),
- Abdülkadir Geylanî (1077-1166),
- İbn-i Rüşt (1126-1198),
- İbn-ül Arabî (1165-1239),
- Mevlânâ Celâleddîn-i-Rûmî (1207-1273),
- İbn-i Haldun (1332-1406).
Horasan’dan Anadolu’ya uzanarak büyük halk kitlelerini
etkileyen “Anadolu erenleri” çizgisini düşünürsek:
- Ahmet Yesevî (1093-1166),
- Ahi Evran (1171-1261),
- Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271),
- Taptuk Emre (1210-1280?)
- Sultan Veled (1226-1312),
- Yunus Emre (1238-1321)
- Şeyh Bedrettin (1359-1420),
- Hacı Bayram-ı Veli (1352-1428).
Yukarıdaki tarihlere bakınca 12-13. Yüzyıllardaki verimli
dönemlerin ardından bir düşüş yaşadığımız belirgin.
“Yeni” Osmanlıcılık kuşkusuz bir mimari, giyim-kuşam,
mobilya vb. modası olmakla kalmıyor. Bir yaşam, anlayış, yönetim biçimi olması;
eğitilen kuşakların bu yönde bilinçlendirilmesi için de çalışmalar yapılıyor. Örneğin
Lise sınıflarında Osmanlıca bir seçmeli ders olarak eğitim programlarına girdi.
Programın giriş bölümünde gerekçe şöyle tanımlanıyor:
“Osmanlı Türkçesi,
ecdadımızın bin yıla yakın bir süre kullandığı bir yazı dilidir. Bu yazı dili
ile ecdadımız, milli kültürümüzü şekillendiren sayısız eser ortaya koymuştur.
Osmanlı Türkçesi Öğretim Programı, bahsedilen büyük kültür birikimini,
yazıldığı alfabeyle inceleyip,
değerlendirmenin yolunu açmayı hedeflemektedir.”
Bu laf kalabalığındaki “ecdadımızın”
kısa bir tarih penceresindeki son derece küçük bir topluluk olduğunu biliyoruz.
“Kültür birikimini aktaran sayısız eser”
konusu da olduça büyük bir iddia. Matbaanın Osmanlı’ya geç gelmesi konusu çok
tartışılan bir konu. Ben konunun başka bir yönüne değinmek istiyorum. Matbaa
geç geldi, tamam; ama ne basıldı? Kaç adet basıldı? Mehmet Ali Yılmaz Hürriyet
gazetesindeki 29 Aralık 2014 tarihli yazısında Şevket Rado’nun arşivine
dayanarak İbrahim Müteferrika’nın bastığı kitap sayısının yalnızca 17 adet
olduğunu belirtiyor. Ardından matbaa el değiştiriyor ve 6 kitap daha basılıyor.
Kitapların çoğu sözlük, harita ve anı. Baskı sayıları da 300-1000. Aynı yazar 3
Eylül 2016 tarihli yazısında ise eski harflerle basılan tüm kitapların yaklaşık
40 000 adet olduğunu belirtiyor. Bunların 20 000’i aynı eserin tekrar
baskıları. Kalan 20 000’in 15 000’i yabancı yazarlardan çeviri veya
özetleme-derleme. Bu durumda özgün yapıtların sayısı en fazla 5 000. Bunların
da çoğu yeni harflerle basılmış. (Burada bir parantez açıp kitaplaşmamış belgelerden,
arşivlerden söz etmediğimi belirtmeliyim. Bu nitelikli belgelerin
değerlendirilmesi kuşkusuz çok önemli. Ama bu da Lise öğrencilerinin değil uzman
tarihçilerin işi!)
Okuryazar oranı da oldukça tartışmalı bir konu. Devletin
resmi istatistikleri, harf devrimi öncesinde 1927’de, toplam nüfusu 13 650 000,
okuryazar oranını % 8,1 olarak veriyor. Bunda bir yanılma payı olsa bile her
halde Osmanlı’nın son dönemlerinde oran %10’un altında.
Kısacası yazılı değil sözlü kültürün egemen olduğu bir
coğrafyada bugün yaşamayan bir “yazı
dilinin” “sayısız eserle” “kültür
birikimini aktarmasını” beklemek hiç de gerçekçi değil.
Dünyanın yarısının konuştuğu-yazdığı, hele İnternet ile
giderek daha yaygınlaşan İngilizceyi okullarımızda çok daha geniş programlarla
öğretme –veya öğretememe- becerimiz aklıma geliyor. Korkarım ki birkaç yıl
sonra “Okulda yıllarca Osmanlıca öğrettiler; ama şimdi hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne
okuyacak bir kitap-dergi buldum, ne konuşacak insan” diyen kızgın ve kırgın
gençler göreceğiz.
Bunları geçmiş kültürümüzü küçümsemek veya yok saymak amacı ile
yazmıyorum. Aksine, bu eserleri bilimsel yöntemlerle incelemek, korumak ve
tanıtmaktan yanayım. Alman ulusal birliğinin ve kültürünün oluşması sırasında
Grimm Kardeşler halk masallarını derlemişti. Ama Goethe, Schiller dönemlerinin
konularını ele alan yapıtlar vermişti. Müzelerde hayranlıkla resimler,
heykeller izliyoruz. İtalya’da Leonardo stilinde resim, Michelangelo stilinde
heykel yapılıyor mu? Mozart’ın, Beethoven’in eserleri bizi bugün de büyülüyor.
Ama Viyana’da günümüzde çok farklı eserler besteleniyor.
Bence gerçek sanatçılar bütün –kendi ülkelerinin ve evrensel
düzeye yükselmiş bütün!- kültür mirası içinde yaşıyor, bu yapıtları inceliyor; kendi
dönemlerinin yaşamının, güncel fikirlerinin, olanaklarının ve sorunlarının
süzgecinden geçirerek yapıtlar oluşturuyor. Günümüzde her mimarımızın Sinan’ın camilerini
incelediğine, her şairimizin divan edebiyatının örneklerini okuduğuna, müzik
alanında bir şeyler yapmak isteyen herkesin klasik bestelerimizi dinlediğine
inanıyorum. Zorlamalar, özentiler yapay kısıtlamalar olmazsa çağdaş ve yaratıcı
sanatçılarımız kentlerimizi güzel camilerle, kamu binalarıyla, parklarla,
meydanlarla, heykellerle süsleyecekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder