Akademik özgürlük derken ilk
önce aklımıza hukuk fakülteleri, sosyoloji, tarih, kamu yönetimi bölümleri…
kısacası sosyal bilimler geliyor. Öyle ya mikrodalga, moleküler biyoloji veya
termodinamik gibi konular akademik özgürlük ile ilgisiz çok teknik konular
değil mi?
Belki de günümüzde çoğunlukla
fen bilimlerini teknolojiyle birlikte andığımızdan bu yanılgıya düşüyoruz.
Teknoloji de bizi sanayi ve ürün gibi kavramlara yöneltiyor. Birçok kişi
“teknolojik ürünleri yeterince kullanırsak bilimin olanaklarından yararlanmış
oluruz” diye düşünüyor. Bilim ve teknoloji arasında güçlü bir ilişki varsa da doğa
ve bilim kavramının bunun ötesinde dünya görüşümüzün temelini oluşturma,
düşünceyi özgürleştirme; hatta bilimsel gelişmeler sonucunda dünya görüşümüzde
devrimsel değişimler yapma görevi var. Bu yazıda bilimin özellikle bu yönü
üzerinde durmak istiyorum.
Üniversite özerkliği, akademik
özgürlük gibi kavramlar çeşitli dallardaki akademisyenlerin rahat etmesi için
uydurulmuş içi boş kavramlar değil. Bu devrimsel dönüşümleri
gerçekleştirebilecek çalışmaların yapılabilmesi için zorunlu olan ortamı
oluşturuyorlar.
YAP-BOZ BİLMECENİN MERKEZİ
Sanırım hepimiz zaman zaman
kendimize sorarız: “Neden hiç bilimle
ilgisi olmayan ilahiyatçılar veya politikacılar bilimsel konular üzerine
konuşuyor?” Örneğin astrofizik eğitimi almamış biri neden uzay çalışmaları konusunda
veya biyoloji, antropoloji konusunda uzmanlaşmamış biri neden evrim konusunda
konuşur? Bu konuda sayısız örnek var. Birkaç tane sıralarsak:
·
İsmailağa cemaatinin ünlü sözcüsü NASA’nın
çalışmaları konusunda “Manyak manyak
işler… Masrafa değmez yahu … ver bana 100 000 dolar ben sana söyleyeyim... Ne
cahil adamsın… ” diye konuşuyor: https://www.youtube.com/watch?v=R7XTyfmy-68
·
Süleymaniye Vakfı’nın ilahiyatçı başkanı “Gece ve gündüz iki ayrı varlıktır. Gecenin
göstergesi yoktur. Onun için kutup bölgesinde aydınlık geceler olur. Ama gündüzün
göstergesi vardır karanlık gündüzler olmaz” diyor: https://www.youtube.com/watch?v=8AcXZI5ztBI
·
Hükümet sözcüsü “Evrim teorisi eskimiş ve çürümüş bir teoridir” demekten çekinmiyor: https://www.youtube.com/watch?v=RsQoIFbk4KQ
·
Televizyon yorumcusu olan ilahiyatçı bir şaka
haberi gerçek sanıp ekranda “(NASA’nın resmi
açıklamasında bilim adamları) diyorlar ki biz Ayın ikiye bölündüğünü tespit
ettik” haberini ballandıra ballandıra anlatıyor: https://www.youtube.com/watch?v=0S4abEFGdOA
Hemen kutsal kitaplarda bu gibi
konular üzerinde ifadeler olduğunu, anılan kişilerin de bunlara atıf
yaptıklarını söylemeyin. Evet, yorumlarını bu gibi ifadelere dayandırdıklarını
biliyorum. Ama sorguladığım neden dinin
temel kavramları olan erdem, ahlak, adalet gibi konulara yoğunlaşmayıp,
bilimsel konulara uzandıkları.
Sorunun yanıtını DeWitt şöyle
veriyor: “Ben ‘Dünya görüşü’ terimini bir
yap-boz bilmecenin iç içe geçen parçaları gibi birbirine bağlanmış inançlar
sistemi olarak kullanıyorum. Yani dünya görüşü bağımsız, ayrı, ilişkisiz
inançlardan değil birbiriyle iç içe geçmiş, birbiriyle ilişkili inançlar
sistemidir”[i].
Bu yap-boz bilmecenin merkezinde
doğaya ilişkin temel bilimsel konulardaki görüşlerimiz yer alıyor. Yap-boz
bilmeceleri yapanlar bilir, merkezdeki parçaları değiştirmek için yaptığınız
bütün resmi bozmanız gerekir. İşte bilimsel bilginin gelişmesiyle bilimde değişiklikler
oluyor ve merkezdeki parçaları değiştirmenin çatışmalarını yaşıyoruz. Kuşkusuz
herkes de bu konuda başarılı değil. Örneğin insanın özel olarak, diğer
yaratıklara hatta evrene egemen olacak biçimde yaratıldığına inanıyorsanız,
insanın üzerinde yaşadığı Dünyanın, koca evrende milyarlarca yıldızdan biri
olan Güneşin çevresinde dolanan gezegenlerden biri olduğunu kabul etmek zor!
Benzer biçimde o özel insanın yeryüzündeki birçok canlıdan biri olarak
evrimleştiğini, şempanzenin kuzeni olduğunu kabul etmek de çok zor.
YOKSA DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZÜN DEĞİŞMESİ Mİ BİLİMDE DEVRİMRE YOL AÇIYOR?
Yaygın olan görüşe göre, gelişen
teknoloji, ilerleyen ölçüm olanakları, biriken bilgi artışı gibi etmenler
sonucunda bilim gelişir. Bilimin gelişmesi nesnel bir olgudur ve yukarıda
değindiğim gibi –zor da olsa- dünya görüşümüzde dönüşümlere yol açar.
Çağdaş Amerikalı bilim
felsefecisi Thomas S. Kuhn (1922 – 1996) 1962’de konuya ters açıdan yaklaşan ve
bilim çevrelerinde hala tartışılan bir kitap yazdı: Bilimsel Devrimlerin Yapısı (çev. N. Kuyaş, Kırmızı Yayınları:
İstanbul, 2014). Gelişen dünya görüşünün bilimsel çalışmaları yönlendirdiğini
ve bilimsel devrimlere yol açtığını öne sürdü. Kuhn’un anlatımıyla “… paradigmalar değiştiğinde, dünya da
onlarla birlikte değişir. Yeni bir
paradigma öncülüğünde bilim insanları yeni araçlar kullanmaya ve yeni yerlere
bakmaya başlar. Hatta daha önemlisi devrimler sırasında bilim insanları daha önce
baktıkları yerlere bilinen araçlarla baktıklarında yeni ve farklı şeyler
görürler”[ii].
Dediğim gibi bu iki eğilim
günümüzde de değerlendirilmeye ve tartışılmaya devam ediliyor. İster bilimsel
devrimler dünya görüşümüzü dönüştürsün; ister dünya görüşümüzdeki dönüşümler
bilimsel devrimlere yol açsın, bizim buradaki tartışmamız açısından önemli olan
dünya görüşü ile bilim arasındaki çok yakın bir ilişki olduğudur.
YANLIŞLANABİLİRLİK
Tartışmamız kapsamında
değinmemiz gereken bir başka görüş de bir başka çağdaş bilim felsefecisi Karl
R. Popper’ın (1902 – 1994) “Yanlışlanabilirlik
- falsification”
görüşüdür. Popper 1934’de yazdığı Logik
der Forschung (The Logic of Scientific Discovery), adlı kitabında, bilim
ile bilim dışı arasındaki ayırt edici ölçütün yanlışlanabilme potansiyeli (potential falsifiability) olduğunu öne
sürdü. Deneysel bilimlerde bir kuramın hiçbir zaman kanıtlanamayacağını; ama
yanlışlanabileceğini vurguladı. Bilindiği gibi genellikle bilimsel deneyler bir
hipotezi veya kuramı doğrulamak için tasarımlanır. “Gerektiği kadar” bu tür
“olumlu” deney yapılınca da tümevarım (induction)
ile kuram “kanıtlanır”. Popper ise, hipotezin veya kuramın yanlış olabileceğini
gösterecek deneyler geliştirilmesini önerdi. Ona göre kaç deney yapılırsa
yapılsın deneylerin olumlu sonuçları bir bilimsel kuramı mantıksal açıdan tam
olarak doğrulamaz. Çünkü ileride daha hassas ölçüm olanaklarıyla, daha yüksek
hızlarda, daha düşük basınçta… deneyler yapılarak başka sonuçlar elde edilmesi
olasıdır. Buna karşılık bir kuramın yanlış olduğu sonucunu veren tek bir deney
kuramın yanlışlığını kanıtlamaya yetecektir.
Hatta yanlışlama konusunda bile
çok hızlı karar vermemeliyiz. Bazı durumlarda bir yanlışlama gözlediğimizi
düşünürüz, oysa olaya daha yakından bakınca aslında kuramı daha güçlü bir
biçimde doğrulayan bir örnekle karşılaştığımızı anlarız. Popper buna ilginç bir
örnek veriyor: “… Uranüs’ün hesaplanan
yörüngesinde gözlenen bir sapma Neptün’ün keşfedilmesine yol açtı. İlk bakışta
Newton’un kuramını yanlışladığı sanılan olay, bu kuram konusunda inandırıcı bir
zafer haline geldi.”[iii]
Popper’in özellikle politik
fikirleri bir tartışma odağıdır. Diğer yandan bu yazının konusu açısından bilginin
bilimsel olması için ayırt edici ölçütün “yanlışlanabilir” olması, vurgulamamız
gereken bir noktadır. Örneğin “Bir şeyin sevap olduğu, sevap işleyen kişilerin
cennete gideceği” gibi inançlar yanlışlanamaz ve Popper’in bu ölçütüne göre
kategorik olarak bilimsel bilgi değildir. İnançlar konusunda uzmanlaşan
kişilerin bilimsel konularda çok büyük yanlışlar yapmalarının önemli bir nedeni
budur.
KİŞİLİK - KAFA YAPISI
Yukarıda yap-boz bilmecemizin
merkez parçalarını değiştirmenin zorluğuna değindik. Bu zorluk bazı kişilerde
daha belirgin biçimde karşımıza çıkıyor. Yukarıda ülkemizden ve günümüzden birkaç
örnek verildi. Şimdi de yüzyıllar önceye ve İtalya’ya gidelim: Galileo
teleskobunu gökyüzüne çevirip Jüpiter’in uydularını, Ay yüzeyindeki kraterleri
gözlemleyip diğer bilim ve din insanlarını da benzer gözlemler yapmaya çağırdı.
Bu çağrıya İtalya’nın ünlü Padua Üniversitesi Doğa Felsefesi Profesörü Cesare
Cremonini’nin verdiği cevap tipik bir tutucu kişiliği yansıtıyor: “Bu anlattığı şeyleri Galileo’dan başka gören
olduğuna inanmıyorum. Ayrıca böyle merceklerle bakmak başımı döndürecektir. Bu
konuyu daha fazla konuşmak istemiyorum. Ne yazık ki Galileo kendini böyle
şaklabanlıklara adamış durumda”[iv].
Uygulamalı Akılcılık Merkezi (Center for Applied Rationality) başkanı Julia Galef özellikle vaz
geçilmesi veya geliştirilmesi gereken kişilik özelliklerini inceliyor. Galef’e
göre insanlar birçok durumda nedenli akıl yürütme (motivated reasining) adını verdiği bir önyargılı karar
mekanizmasının etkisi altında kalıyor. Galef’in “asker kafa yapısı” (soldier mindset) adını verdiği kişilik grubundakiler,
kendi gözlemlerini bile inançlarına uygunsa benimsiyor; değilse çeşitli
bahaneler uydurup kaçıyor ve karşı çıkıyor.
Oysa gerçeğe ulaşmak için “gözcü kafa yapısı” (scout mindset) gerekli. Bu kafa
yapısındaki kişiler kendileri açısından tatsız ve uygunsuz olsa bile gerçeğin
doğru bir resmine ulaşmak istiyorlar. Gözcüler meraklı, bilmece çözmeyi seven, yeni
bilgiye ulaşınca mutlu olan, hatta kendilerinin önceden beklemediği sonuçlarla
karşılaşmaktan zevk alan kişiler. Daha önce faklı düşünmüş olmaktan korkmuyor
ve bunu bir aptallık veya eksiklik olarak görmüyorlar. Galef bu konudaki bir
konuşmasını şöyle tamamlıyor: “Ne istiyorsunuz? İnançlarınızı savunmak mı?
Yoksa Dünyayı görebildiğiniz kadar net ve doğru görmek mi?”[v].
Yukarıda Dünyanın Güneş
çevresinde dönüşü gibi 500 yıllık ve evrim kuramı gibi 150 yıllık konulara
değindim. Bilimin bu sorulara yanıt verdiğini, artık “sağduyumuzun”
söyledikleri ile bilimsel gözlemler arasında çelişki yaşamadığımız akla
gelmesin. Görecelik, kuantum, evrenin bükülmesi gibi daha “yeni” konular birçoğumuzun
yerleşik dünya görüşlerini alt-üst eden konular. “Nasıl yani, üçgenin iç
açılarının toplamı 1800 olmayabilir mi?”, “Ben sadece gözlem
yapıyorum, deneyin sonucunu nasıl etkilerim?”,
“doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamayacak matematiksel ifadeler olur
mu?”, “bir parçacığın devinirlik (momentum)
ve konumu neden aynı anda tam doğrulukla ölçülemez” gibi güncel sorular
sorabilir ve kendimizi çatışma içinde bulabiliriz.
Kısacası bilimin görevi hiç
bitmiyor. Bilim önümüze çok şaşırtıcı bilmeceler sermeye devam edecek. Özgür
akademik ortamdaki bilim insanları bunlara yanıt bulmak için çalışacak. Toplumların
ve bireylerinin dünya görüşleri dönüşecek, kafa yapıları gelişecek. Biz ise ülkemizde
bu ortamı sağlayamazsak her yıl PISA sonuçlarına kaygıyla bakacağız, “acaba
hangi üniversitemiz hangi sıralamaya göre ilk 500’e girdi” diye listeleri
inceleyeceğiz ve çağdaş uygarlık düzeyi bir hayal olarak kalacak.
NOT: Bu yazı 22 Mart 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin Akademi ekinde yayınlandı.
[i] R. DeWitt; Worldviews, An Introduction to the History and Philosophy of Science,
s. 7, John Wiley & Sons Ltd.: West Sussex (2010).
[ii] T. Kuhn; The Structure of Scientific Revolutions, Vol. II No: 2 pp.111,
International Encyclopaedia of Unified Science, Chicago University Press:
Chicago, (2nd Ed.), (1970).
[iii] K. Popper; The Two Fundamental Problems in the Theory of Knowledge, pp.
xxxiii, Routledge: Abington, (2009).
[iv] S. Drake; Galileo at Work His
Scientific Biography, pp. 162, Dover Publications Inc.: New York, (2003).
[v] J. Galef; “Why you think you're
right — even if you're wrong”, https://www.ted.com.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder