Tarihsel gerçekliği biraz kuşkulu da olsa din-bilim
ilişkisini çok güzel anlatan bir anekdot vardır: Ünlü matematikçi ve astronom
Pierre-Simon Laplace’ı (1749 – 1827) İmparator Napolyon ile tanıştırırlar.
İmparator “Neden Satürn ve Uranüs’ün
yörüngelerini tartıştığınız kitabınızda Tanrı’yı hiç anmıyorsunuz?” diye
sorunca Laplace “Bu hipotez hiç gerekli
olmadı” der[i].
Sanrım hepimiz doğadaki bazı güzellikleri görünce hayretler
içinde “nasıl oluyor da bu kadar karmaşık
ve güzel yapılar oluşuyor” deriz. Gördüklerimiz bize bir mucize gibi gizemli,
inanılmaz ve adeta “doğaüstü” gibi gelir. Bir “rastlantı” olmadığı bellidir. Birçok
kişi bu yapıları kendi dini inancına göre bir yaratılış mucizesi olarak
yorumlar. Olayı bilimsel yöntemle inceleyip evrenin güzel dili olan matematiksel
tabanını kavradığımızda ise “tabii böyle
olmak zorunda, başka türlü olamaz ki” deriz.
Bir an için bilimin henüz çevremizi aydınlatmadığı bir çağda
olduğumuzu düşünelim. Güneş her gün doğup çevreyi aydınlatıp ısıtıyor. Ardından
batıp bizi karanlıklar içinde gökyüzündeki küçük ışıklara bırakıyor. Kış
gelince hava soğuyup kar yağıyor. Bir süre sonra hava ısınıp doğa uyanıyor; kuru
dere yatakları akarsularla doluyor; bitkiler yeşeriyor; ağaçlar meyve veriyor. Günümüzde
bu doğa olaylarının yerkürenin hareketleriyle oluştuğunu biliyoruz ve bize hiç
de gizemli gelmiyor. İlköğrenim çağındaki çocuklarımıza kolayca öğretiyoruz.
Pekiyi, artık her şeyi öğrendik mi? Doğada bizi şaşırtan,
hayranlıkla izlediğimiz bir şey kalmadı mı? Kuşkusuz pek çok şey var; iyi ki
var. Hatta bunlar giderek artıyor. Bu yazıda bizi hayran bırakan konuların
altında matematik ve doğa bilimlerinin açıkladığı “gizlerin” olduğu konusunda
iki örnek vermek istiyorum: Kar
kristalleri ve spiral yapılar.
Bu yapıların ayrıntılı incelemesi matematiksel modeller ve onlar üzerine geliştirilen
bilgisayar yazılımları ile yapılıyor. Kuşkusuz dergimiz bu amaç için uygun
değil. Ama sanırız aşağıdaki örneklerle bir fikir verilebilir ve temel fikir
açıklanabilir.
KAR KRİSTALLERİNİN BÜYÜLEYİCİ GÜZELLİĞİ
Kar kristallerini gözlemek oldukça iyi donanıma sahip
olmayanlar için çok da kolay değildir. Ama hepimiz kar kristallerinin oldukça
farklı biçimlerde çok güzel simetrik şekiller oluşturduğunu biliriz[ii].
Örneğin J. Kepler (1571 – 1630) ve R. Descartes (1596 – 1650) de bu altıgen
simetrinin büyüsüne kapılan ünlü bilim insanları arasındadır. Çeşitli
hipotezler bir yana, olayın kesin çözümü atom, molekül, kristal yapıları
konularında yeterli teknolojik olanaklara kavuşmamız ve bilgi birikimi ile sağlandı.
Kar tanesi, su buharının (yağmur damlasının değil) donması
ile oluşur. Su buharı molekülleri (H2O) donduklarında Şekil - 1’de
gösterildiği gibi altıgen (hexagonal)
yapılar oluşturur.
Şekil - 1 Altıgen
Oluşumu
Kristaller gökyüzünde izledikleri yola, geçtikleri sıcaklık
katmanlarına ve bulutlara bağlı olarak şekil alır ve büyür (Şekil – 2)[iii].
Şekil - 2 Sıcaklık -
Nem
Sıcaklık ve nem koşulları Düzlemsel Yıldızlar oluşmasına
uygunsa Şekil - 3’de görüldüğü gibi bizleri hayran bırakan kar kristalleri
oluşur. Bu şekillerin birbirinden farklı olması da ayrıca dikkat çekicidir. Bunun
nedeni de gökyüzünde uçuşan her bir kar tanesinin farklı bir yol izleyip farklı
sıcaklık ve nem koşullarıyla karşılaşmasıdır. Örneğin ilk altıgenin oluşmasını izleyen
aşamaları düşünelim. Bunlara yine altıgenler eklenecek, ama altıgenlerin
boyutları farklı olabilecektir. İkinci aşamada Şekil‑3’ün üst sırasında
görüldüğü gibi düzgün altıgenler veya alt sıradaki gibi uzun altıgenler oluşabilir.
Üçüncü, dördüncü aşama için de yine
benzer olasılıklar kar kristallerinde hayranlıkla izlediğimiz birbirinden
farklı, ama hepsi altıgen simetrik desenleri yaratır.
Şekil - 3 Kar
Kristalleri
İşte hayranlık duyduğumuz kar kristalleri kabaca böyle
oluşuyor. Farklı sıcaklık ve nem koşulları altında altıgen yapıların bilgisayar
modelleri kullanarak farklı biçimler almasının ayrıntılı incelemesi bu yazının
kapsamı dışında kalıyor.
KUSURSUZ SPİRALLER
Bir başka örnek olarak deniz kabuklularından, mercanlara, çiçek
göbeklerine, enginara, lahanaya, çam kozalağına hatta galaksimize kadar
gözlediğimiz kusursuz spirali ele alalım (Şekil - 4).
Şekil - 4
Bu şeklin de temeli biyolojik yapılardaki büyümedir ve
ilginç bir matematiksel diziye, Fibonacci dizisine dayanır. 1 ve 2 ile başlayıp
kendinden önce gelen iki sayının toplamı ile sonsuza dek uzanan tam sayılar
dizisini düşünelim: 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55… . Leonardo Fibonacci (1175 –
1250) bu diziyi tavşanların üremesine dayanan bir örnekle açıkladıysa[iv]
da olay yukarıda belirttiğimiz gibi doğadaki temel büyüme modellerinden biridir
ve birçok biyolojik büyümede gözlenebilir.
Yukarıdaki Fibonacci yaklaşımını kullanarak birbiri üzerine
öyle kareler çizelim ki yeni karenin kenar uzunluğu kendinden önce çizdiğimiz
iki karenin kenarlarının toplamı olsun (Şekil - 5).
Şekil - 5
Giderek büyüyen bu karelerin köşelerini birleştiren eğri
kusursuz spiralimizi oluşturacaktır (Şekil – 6):
Şekil - 6
Bu temel geometrik şekli çeşitli biçimlerde kopyalayarak
doğada gördüğümüz çoklu spiralleri oluşturabiliriz (Şekil - 7).
Şekil - 7
Fibonacci dizisini bazı yaprakların dizilmesinde gözleyebiliriz.
Fibonacci dizisinde art arda gelen sayıların oranlarını aldığımızda sonucun
irrasyonel bir sayı olan ϕ’ye (1,617647…) yakınsadığını görürüz (Çizelge – 1)[v].
Bir tomurcuktan çıkan yapraklarla bitkinin büyüdüğünü
düşünelim. Eğer 3600’yi 2, 3, 4 gibi bir tam sayıya bölerek yapraklar
arasındaki açıyı elde eder ve yaprakları bu açı ile yerleştirirsek belirli bir
süre sonra yapraklar üst üste gelecek ve üstteki yaprak alttakinin ışığını
kapatacaktır. Örneğin Şekil – 8’de 1800 açı ile yerleşmiş
yapraklardan 3’ncüsü; 1200 açı ile yerleşmiş yapraklardan 4’cüsü ve
900 açı ile yerleşmiş yapraklardan 5’incisi, 1nci yaprağın
gölgesinde kalıyor.
Şekil - 8
Oysa 3600’yi irrasyonel bir sayıya bölüp bulunan
açı ile yapraklar dizilirse bu sakınca önlenecektir. Evet, tahmin ettiğiniz
gibi güzel spiral oluşturan bitkiler için bu sayı ϕ’dir. Şekil – 9’da 222,50 açı ile (360/1.617647…≈225,50)
dizilen yapraklar görülüyor.
Şekil - 9
Kuşkusuz bitki açıları ölçerek yaprak çıkartmaz. Bitkinin
büyüme hormonunun yeni yaprak büyürken, daha önce çıkmış olan yapraklardan uzak
yönde yoğunlaşır. Örneğin ikinci yaprak çıkarken önce büyüme hormonu birinci
yapraktan en uzak bölgede (1800) yoğunlaşmaya başlayacak; ikinci
yaprak büyürken ardından üçüncü yaprak çıkmaya başlayacak ve ikinciyi büyüten
hormonu biraz (ama biraz, çünkü üçüncü yaprak henüz birinciden çok küçük) daha
ileriye itecektir. Bu durumda ikinci yaprak, birinciye göre 1800’den
daha büyük bir açıyla (Şekil – 9’da 222,50) yerleşecektir[vi].
Kar kristallerinin büyümesi konusunda değindiğimiz gibi bu spirallerin
oluşup büyümesinin analizi ve açıların değerlerinin belirlenmesi ayrıntılı
bilgisayar modelleriyle yapılıyor. Burada yalnızca yaklaşık bir fikir vermek
istenip konunun ayrıntısına girilmedi.
SONUÇ
Bu kısa incelemede bazı büyüme süreçlerinde gözlediğimiz
büyüleyici biçimlere, kar kristallerine ve spiral yapılara değindik. Bunları
incelemek “ne işe yarar” denebilir. Ama sanırım yalnızca “anlamak” bile büyük
bir haz veriyor. Değindiğimiz örneklerin dışında hayret ve hayranlık uyandıran
sayısız ilginç doğa olayı var. Bu gibi olayları farklı yöntemlerle yorumlayabiliriz.
·
Örneğin “Yaradan öyle yaratmış” diyerek susabiliriz.
Böylece kolaycılığa kaçıp daha ötesini incelemekten kurtuluruz. Bu durumda “Dünya mı Güneşin çevresinde dönüyor; yoksa
Güneş mi Dünyanın?” bizim için önemi yoktur.
·
Diğer yandan açıklamakta zorlandığımız doğa
olaylarına bilimsel yöntemle bakıp bulgularımızı soyutlayarak matematiksel
biçimde ifade edebiliriz.
Bu farklı yaklaşımların farklı sonuçları olacaktır.
“Faydacı” bir bakış açısıyla değerlendirirsek ikinci yaklaşımla örneğin Güneş
sisteminin düzenini anlayıp gezegenlere uydu gönderebiliriz. Elektrik ve
manyetik kuvvetleri inceleyip radyo, televizyon internet ağları kurabiliriz. DNA
yapısını çalışıp genlere dayalı tıp yöntemleri geliştirebiliriz.
Diğer yandan Galileo Galilei (1564 – 1642) teleskobunu
gökyüzüne çevirirken doğayı merak ediyor ve anlamak istiyordu. Her halde Mars’a
gitmeyi düşünmüyordu. Heinrich Hertz (1857
- 1894) elektromanyetik dalgaları incelerken interneti hayal etmiyor; Gregor
Mendel (1822 – 1884) bezelyeler üzerinde deneyler yapıp kalıtımı gözlerken,
genler üzerinde işlemler yaparak hastalıkları tedavi etmeği amaçlamıyordu. Bilimin
temelinde merak, anlama isteği yatıyor. Bu merakı gidermek için de tek yol bilimsel
yöntemin uygulanması.
Eğer ülkemizin ortaçağ karanlığına yönelmesini değil çağdaş
uygarlıkta yer almasını istiyorsak öncelikle içimizdeki merak ve anlama
isteğinin geliştirilmesi, tüm eğitim aşamalarında amaçlarımızdan biri olması ve
temel bir kişilik özelliğimiz haline gelmesi sağlanmalıdır. İkinci boyut da yine
eğitim sistemimizde bilimsel yöntemin öğretilmesi ve özümsenmesi olmalıdır.
A. Einstein’in ünlü sözü ile tamamlayalım: “Dünya
hakkındaki en kavranamaz şey, onun kavranabilir olmasıdır”[vii]
.
NOT: Bu yazı 26 Nisan
2017 Tarihinde Cumhuriyet Gazetesinin Akademi ekinde yayınlandı.
[i] Augustus
De Morgan, “A Budget of Paradoxes”
Longmans, Green, and Co.: Londra: (1872).
[ii] Kenneth
Libbrecht ve Rachel Wing, “The Snowflake:
Winter's Frozen Artistry”, Voyageur Press: Minneapolis (2015).
[iii] http://www.snowcrystals.com/morphology/morphology.html
[iv]
Leonardo Fibonacci, Liber Abaci -
Hesaplama Kitabı - (1202)
[v] Bu ϕ
sayısı resim, heykel, mimari gibi sanatlarda çok kullanılan ve bunlardaki
güzelliği oluşturan altın oranı da verir.
[vi] Burada
yalnızca spiralleri oluşturan bir büyüme modeli ele alındı. Kuşkusuz daha başka
modeller de var. Örneğin mısır sapında olduğu gibi ikinci yaprak büyürken
üçüncü gelmezse ikinci yaprak 1800’ye yerleşebilir ve spiral
oluşmaz.
[vii] Antonina
Vallentin, “Einstein: A Biography”,
s. 24, Weidenfeld and Nicolson Ltd.: Londra (1954).
Okullarımız açılıyor öĝrencilerime bu bakış acısını verip bilimsel düşünmeyi secmelerine işaret edebilmek diyecegim güzel bir noktaya deĝinilmiş teşekkür ederim.
YanıtlaSil