Bu ayki konumuzun başlığında “Komplo Teorileri” var; ama ben “komplo teorisi” terimini hiç sevmiyorum! Dilimize böyle yerleştiği için başlıkta kullandım. Yoksa bende “teori” bilimsel çağrışımlar yapıyor ve ben aşağıda “komplo inancı” diyeceğim.
Bilim insanları, komplo inançları “zihnimizin bir hatası değil, zihnimizin bir özelliğidir” diyor (Onurcan Yılmaz, Komplo Teorilerine Neden İnanırız?, Doğan Kitap, 2024). İnsan sosyal bir varlık, davranışları da genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi ile oluşuyor. Birçok duygu ve davranışımızın kökleri milyonlarca yıl öncesine uzanıyor. Doğru bilgiye ulaşmak için bir dizi gözlem yapmamız ve değerlendirip düşünmemiz çok zaman alıyor ve “vahşi” doğada yaşayan atalarımızın buna pek vakti yok. Belki de duyduğumuz sesi bir kaplan çıkarıyor ve çabuk kaçmamız lazım! Ayrıca salt biyolojik açıdan bakıp düşünmek için beynimizin harcadığı yüksek enerjiyi hesaba katarsak bu oldukça “pahalı”.
Diğer yandan bir kalıtımsal özelliğimiz de aldatma. Bunun “doğada” bukalemun, çeşitli böcekler, kelebekler, deniz canlıları gibi birçok örneğini görüyoruz. Bu da “komplo” olaylarını karmaşıklaştırıyor.
Hatta yalanı çok yüksek sesle söylersek ve defalarca yinelersek doğru sanılacağını da öğrendik (Bkz. George Orwell, 1984). Kavramlar belirgin biçimler aldığında özel kelimeler, terimler geliştiriliyor. 2016 Yılında Oxford Sözlüğü, yılın kelimesini “hakikat ötesi” (post truth) olarak belirledi ve sözlüğe aldı. Ardından bu kavram çok daha fazla yaygınlaştı, yerleşti ve otoriter rejimlerin çok sık kullandığı bir yöntem oldu. Donald Trump, bu konuda çok iyi bir örnek. Her seçim öncesinde ve sonrasında yalan haber (fake news) bombardımanına uğruyoruz. Barack Obama’nın ABD’de doğmadığı, rakibinin babasının John F. Kennedy suikastına karıştığı, resmi sayılarla %5 olan işsizlik oranının aslında % 42 olduğu, NewYork gibi Demokrat Partinin çoğunlukta olduğu eyaletlerde yasaların, doğum sonrasında çocuğunuzu öldürmenize izin verdiği, göçmenlerin kedi-köpek yediği... gibi yalan ifadelerin seçimde işe yarayabileceği düşünülebilir. Ama bu gibi yalanlara alışınca, Trump’ın Manhattan’da oturduğu binanın yüksekliği, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıda binadan atlayanları izlediği (aslında 6 km uzaktaydı), daha önce yazdığı bir kitapta İkiz Kulelere saldırılacağını öngördüğü (kitapta böyle bir şey yok)... gibi yanlışlanması çok kolay olan yalanlara uzanılıyor. İnternetin ve sosyal medyanın giderek yaygınlaşması ile “hakikat ötesi” de gidrek yaygınlaştı. “Hakikatın” değerli olduğu dönemde, yalan söyleyen, yalanı anlaşılınca –en azından- utanırdı, “hakikat ötesinde” bir eşik geçiliyor ve söylenenin “hakikat” olup olmadığına söyleyen ve dinleyen aldırmıyor!
Oysa insanlar birbirlerine güvenerek sosyalleşince “hakikat” önem kazanıyor ve aşağıda değineceğim gibi, ne yazık ki günümüzde bu önemi yitiriyoruz.
Komplo, kumpas, hile, yalan, sahte haber, dolandırıcılık... ne yazık ki günlük yaşamımızda bolca var. Bu da gerçek dışı komplo inançlarıyla uğraşmamızı zorlaştırıyor. Bu yazının konusu olan hayal ürünü komplolara inancın ne olduğu konusunda çok tanım var. Genellikle bu tür inançlar bir olumsuzluktan yola çıkıyor ve iki çizginin birinden, bazen ikisinden birden- ilerliyorlar:
· Halkın zararına olarak, küçük bir grup (Masonlar, İlluminati, Komünistler, Yahudiler, Rothschild ailesi, uçan dairelerle gelen uzaylılar...) egemen ve gizli çalışmalar yürüterek dünyayı yönetiyorlar;
· Bir felaketin eşiğindeyiz. Ancak, bilinen dünyanın dışında gizli ve çok güçlü aşkın (transandantal) bir güç bizi bu felaketten kurtarabilir.
Bir olumsuzluktan başlamak çok önemli. Zaten doğru veya yanlış olsun olumsuz haberler çok “satıyor”. Sosyal bilimcilerin “olumsuzluk yanlılığı” diye tanımladığı, basın – yayın uzmanlarının çok kullandığı, bir eğilim var. Hastalık, cinayet, fırtına gibi haberler çok dikkat çekiyor – veya güncel bir dil kullanırsak internette çok “tık alıyor”. Psikolojik gerilim, rasyonel ve doğru bilgiye dayalı yaklaşıma üstün geliyor.
Kriz dönemlerinde, bilimsel otoritelere, yönetime güven azalıyor ve temelsiz görüşler daha da yaygınlaşıyor. Ayrıca günümüzde teknolojinin ve yaygın haberleşme olanaklarının komplo inançlarının yayılmasını kolaylaştırıyor. İnternet, sosyal medya, yapay zeka ile üretilen sahte fotoğraflar, videolar gündemde.
İşte bu ortamda gizli olayları bildiğini düşünmek bir güç sağlıyor: “Ağbi o zaman ben sana anlatayım”. Böylece duygusal bir keyif ile kendini beğenme (narsizm) gelişiyor.
Bu sahte görüşlere gülüp geçemeyiz. Belki ilk bakışta, Elvis Presley’in yaşadığına, yeryüzünün aslında düz olduğuna, Koç burcunda doğanların inatçı olduğuna inanmak zararsız birer saçma olarak görülebilir. Ama unutmayalım ki seçimlerde hile yapıldığına inananlar ABD Kongre binasını bastı; aşı karşıtları hepimizin hayatını tehlikeye atıyor; iklim değişimini inkar edenler yeryüzünü yok oluşa sürüklüyor...
Komplolara inananların neye inandıkları kadar, neye inanmadıkları da önemli. Bilime, bilim insanlarına inanmadıkları çok açık. Oysa eğer bilimsel araştırmalara, yayınlara bilim insanlarının söyleyip yazdıklarına olan güven yitirilirse, gerçeğe ulaşabilmenin hiçbir yolu kalmayacak.
Pekiyi ne yapmalıyız? Bu gibi durumlarda yalnızca bir konu ile sınırlı kalarak uğraşmak, bu konuda gerçek(ler) ileri sürmek yararsızdır. Sosyal psikolog Leon Festinger’in Bilişsel Uyumsuzluk (cognitive dissonance) kuramına göre kişi kendi inançlarına aykırı bir bilgi alınca veya bir eylemle karşılaşınca tutarsızlığı fark eder, huzursuz olur ve kişisel inançları doğrultusunda bir eylem ve yol bulmak ister. Festinger’in ünlü gözlemi 1950’lerde ABD’de Kıyamet Günü (Doomsday) tarikatı ile ilgili. Tarikat lideri kıyametin kopacağı, sellerin, depremlerin yeryüzünü alt – üst edeceği tarihi, saati duyuruyor ve tarikat yolunda olmayanların öleceğini belirtiyor. Müritler o gün ve saatte toplanıp bekliyorlar. Kıyamet kopmayınca, lider bir açıklama yapıp müritlerin gönderdiği pozitif enerji ile kıyameti önlediklerini ve dünyanın kurtarıldığını söylüyor. Kuşkusuz müritler gayet mutlu!
Çözüm, akıl, bilim, ilgili bilimsel kurumlara, bilimsel kaynaklara olan güvenin geliştirilmesi; boş inançarla, hurafelerle ve hakikat ötesi ile savaşmaktır. Burada yine “yanlışlanabilme” konusuna geliyoruz. Karl Popper, bilimsel hipotezlerin, önermelerin “yanlışlanabilir” olması gerektiğini söylemişti (Logik der Forschung, 1934). Örneğin bir tasım – kıyastaki (syllogism) “Kuğular siyah olmaz” doğru bir önermedir (premise) çünkü bir siyah kuğu görülmesi ile yanlışlanabilir. Oysa komplo inançları, fal, astroloji... “yanlışlanamaz”. “Ortak dostumuz Ahmet, Koç burcunda doğmuş. Bildiğin gibi hiç de inatçı değil” derseniz; “yükselen burcuna bakmak gerekli” diyebilir.
Diğer bir konu da kanıtlama yükümlülüğü. Hukuk sistemlerinde olduğu gibi iddiayı öne sürenin kanıtlama yükümlülüğü olduğunu vurgulamalıyız. Örneğin “yeryüzünün düz olduğunu“ öne süren, bunu kanıtlamakla yükümlüdür. “Yeryüzü yuvarlaksa bunu kanıtla” diyerek kanıtlama yükümlülüğünü üzerinden atamaz.
Kısacası, korkarım ki, komplo inançları ve hakikat ötesi ile daha uzun süre mücadele edeceğiz. Bu, birkaç ilaç alarak kısa sürede geçecek bir hastalık değil!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder