Modern-Postmodern başlığı altında toplamak istediğim
çalışmalar ağırlıklı olarak 19. ve 20. Yüzyılda yoğunlaşacak. Ama 19. Yüzyıl
modernleşmesi kuşkusuz kendinden önceki dönemlerin, özellikle 18.
Aydınlanmasının bir devamı olarak gelişti. Çok kısa da olsa başlangıç noktasını
tanımlamak için bu mirasa bakmalıyım.
18. Yüzyıl toplumsal hareket açısından değerlendirilirse
Aydınlanma çağıdır. Bu yalnızca birkaç filozofun kendi yakın çevrelerinde
okunacak biçimde düşüncelerini yazmaları değil Voltaire,’in “Rezaleti Süpürün
- Écrasez
l’infâme” diye seslenen saldırgan makaleleri, edebiyatçıların,
gazetecilerin Denis Diderot ve Jean le Rond d'Alembert gibi ansiklopedi
yazarlarının çalışmaları ile gerçek bir toplumsal harekettir. 17. ve 18. Yüzyıla yaşamış, bir yandan kendi
çağlarına damgalarını vurmuş böylece Modern dönemin oluşumuna önemli düşünsel
katkılarda bulunmuş iki çizgiyi ve birkaç düşünürü anmalıyım. Önce Aydınlanma’nın
iki temel düşünsel sütunu, Kıta Avrupası Akılcılığına (rationalism) ve Britanya Deneyciliğinin (empricism) genel hatlarına değinmek; ardından Rousseau, Kant ve
Hegel’e biraz daha yakından bakmak istiyorum.
Kuşkusuz andığım bu düşünürlerden her biri –ve anamadığım
daha niceleri- düşünce dünyamıza birkaç cümleyle özetlenemeyecek büyük katkılar
yaptılar. Ama burada yalnızca Modern dünyanın oluşumuna katkıları açısından çok
kısaca ele alabileceğim.
KITA AVRUPA’SINDA AKILCILIK
Renè
Descartes (1569-1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) ve Bahuch Spinoza
da Kıta Avrupa’sındaki Akılcılığın önderleri olarak anılabilir.
Akılcılık temel olarak hakikatin ölçütünün duyularımızdan
kaynaklanmadığını, bilginin akıl yürütme ve özellikle tümdengelim (deduction) yöntemiyle oluştuğunu öne
sürer. Akılcılar öncelikle hakikatin mantıksal bir yapısı olduğuna inanır. Bu
nedenle hakikati bulmak için fiziksel bir kanıt aramaya gerek yoktur.
Kavramlarımızı ve bilgimizi duyularımızdan ve deneyimlerimizden bağımsız olarak
oluşturabiliriz. Akılcı yaklaşım konusunda da çeşitli dereceler vardır. Bilgiye
ulaşmanın tek yolunun akıl olduğu, deneyin hiç önemsiz olduğunu belirten
Akılcılar olduğu gibi; hem aklın hem da deneyin bilgiye ulaşmak için geçerli
yöntemler olduğunu; ama Aklın önceliği olduğunu vurgulayanlar da vardır.
Modern felsefenin babası olarak nitelenen ve Akılcılığın
öncüsü olduğunu söyleyebileceğimiz Descartes, hakikate ulaşılamayacağını
söyleyen kuşkuculuğa (scepticism) bir
yanıt olarak Bilgi Kuramına (episemology)
yöntemsel kuşkuculukla yaklaştı. Öncelikle kuşku duyulabilecek her türlü bir
fikri reddetti. Eğer kuşku varsa birisi
düşünüyor ve kuşku duyuyor demekti. Öyleyse
düşünen bir kişi olarak kendi vardı, (düşünüyorum
öyleyse varım – Cogito ergo sum). Ardından
bir zincir oluşturup akıl yoluyla bir dizi hakikate, bilgiye ulaşılabileceğini
öne sürdü (Yöntem Üzerine Söylev - Discours de la méthode, 1637).
Descartes, duyularımızın bizi aldatabileceğini “balmumu
argümanı” olarak bilinen bir argümanla savunur. Balmumu aynı malzeme olduğu
halde duyu organlarımız soğukken ve sıcakken onu tümüyle farklı algılar. “Gözlerimle gördüğümü sandığım bir şey
aslında yalnızca zihnimdeki akıl yürütme ile kavranmıştır” (1644). (Felsefenin İlkeleri - Principia philosophiae, 1644).
Descartes’ın din konusundaki düşünceleri çok tartışmalıdır.
Samimi bir Katolik olduğuna inananlar olduğu gibi Deist hatta tanrısız olduğunu
savunanlar da vardır. Kesin olan önderi
olduğu Akılcılığın kilise tarafından pek de hoş karşılanmadığı, Papa’nın 1663’de
Descartes’in kitaplarını Yasaklanan Kitaplar Listesine aldığıdır. Kilisenin
dogmatik yaklaşımda hakikat, kuşkuya veya kanıtlamaya yer verilmeyecek biçimde
insanüstü bir biçimde sunulurken Descartes’ın kuşku ile başlaması, Akıl yürütme
ile kuşkudan arınmış hakikati bulmaya çalışması dini otorite tarafından hoş
görülemezdi. Bu akıl yürütme sonucunda Tanrı’nın var olduğu sonucuna varılsa
bile (ki Descartes böyle diyordu) yöntem çok tehlikeliydi.
Descartes’ın felsefe yanında matematiğe katkısı da çok büyük
oldu. Kendi adıyla anılan Kartezyen sistem günümüz cebrinin ve analitik
geometrinin temel koordinat sistemidir. Zaten Akılcı düşünürlerin birçoğunun
aynı zamanda matematikçi olduğunu biliyoruz. Bu kapsamda Leibniz’in de
matematiğe yatığı büyük katkıları anmalıyız.
BRİTANYA’DA DENEYCİLİK
Avrupa’da Rönesans’tan beri bilim konusunda çığır açan
gelişmeler gözleniyordu. Özellikle doğa bilimlerinde yürüttüğü çalışmalarla
Francis Bacon 17. Yüzyılda bilimsel yöntemi oluşturmuş (Yeni Bilim Yöntemi-Novum
Organum Scientiarum, 1620) ve bilimsel devrime büyük bir ivme kazandırmıştı.
Bu gelişmelerin felsefe alanına da yansıması kaçınılmazdı. John Locke (1632-1704)
bu çizgiyi geliştirerek 18. Yüzyılda felsefe ve bilimlerinde deneycilik
akımının öncüsü oldu. George Berkeley (1685-1753) ve David Hume (1711-1776) da
bu çizgide ilerleyerek deneyciliğe önemli katkılarda bulundular.
Deneycilik çoğunlukla doğa bilimcileri tarafından
kullanıldı. Bilgi Kuramı (epistemology)
açısından bilginin duyusal (sensory)
deneye dayandığını öne sürer. Bilgi geçici ve olasılıksaldır. Sürekli gözden
geçirmelere, ölçü aletlerine, ölçme yöntemlerine, doğrulama ve yanlışlamalara
tabidir.
Modern toplumun düşünce yapısının oluşmasında çok önemli
yeri olan düşünürlerden biri hiç kuşkusuz Aydınlanma’nın önde gelen düşünürü ve
Klasik Liberalizmin babası John Locke’dır. Deneyciliği en güzel tanımlayan Tabula Rasa kavamını da ona borçluyuz.
İnsan bilincinin doğuşta boş bir yazı tahtası (tabula rasa) olduğunu, yaşadıkça, deneylerimizle bunu
doldurduğumuzu öne sürdü (İnsan Anlayışı
Konusunda Bir Çalışma - An Essay
Concerning Human Understanding, 1690). Locke’un bu yapıtta geliştirdiği
fikirler bugün Batı düşünce sistemindeki benliğin oluşumu kavramının temelinde yer
alır.
Deneyci düşünürlerin din konusundaki düşünceleri de öncü
niteliktedir. Öncelikle kıta Avrupa’sındaki din savaşlarının bu düşünürleri değerlendirmeler
yapmaya ittiğini biliyoruz. Din savaşları dönemini Almanya’daki köylü isyanları
ile başlatır (1524), Westphalia anlaşmasıyla sonlandırırsak (1648), 100 yıldan
fazla süren çatışmaların anısının Deneyci düşünürlerin yaşadığı dönemde çok
taze olduğunu söyleyebiliriz. Dinsel konularda hoşgörü kavramı başkalarının
fikirleri konusunda öncelikle üzerinde durdukları temel ilkeydi (Locke, Hoşgörü Konusunda Mektuplar - Letters Concerning Toleration 1689–92). Din
hakkında kendilerinin fikirlerine gelince deneyciler kuşkuculuk ile kilise
dogmaları arasında bir orta yol oluşturmaya çalıştılar. Genellikle Tanrı’nın
varlığına inanmakla birlikte bilimsel ve deneysel yaklaşımları nedeniyle mucizelere
ve Tanrı’nın gündelik dünya işlerini yönettiğine inanmadılar (Deism). Tanrı evreni yaratmış, doğal
yasaları belirlemiş, erdem, ahlak gibi konularda kurallar koymuş ama bundan
sonra evren bu yasalar çerçevesinde doğaüstü olaylar yaşanmadan düzeni
sürdürmüştür. Bu görüşlerin kilisenin ve diğer muhafazakâr din kurumlarının birçok
görüşü ile çatışması kaçınılmazdır. Deneyci düşünürlerin bu muhafazakâr düşünce
biçimleriyle, öncelikle de İncil’deki mucizeler ve Hristiyanlıktaki Üçleme (Trinity) kavramı ile çatıştığını
görüyoruz. Deneyciliğin önderi olan Lock’u örnek alırsak Lock’un ömrü boyunca bu
konuda bir arayış içinde buluyoruz. Üçleme’nin Calvinci (Calvinist trinitarianism) yorumu ile başlayan dinsel görüşlerden
sonra Hz. İsa’nın doğumundan önce varlığını ve kutsallığını sorgulayan (Socinian Christology) ve yine Üçleme
inancına ters gelecek biçimde baba olarak Tanrı’nın, oğul olarak İsa’dan üstün
olmasının gerektiğini (Arian)
savunduğunu biliyoruz.
Locke düşünürlüğünün yanında etkin bir politikacıydı. İç
savaşta Parlamento güçlerinde süvari olarak çarpışmış, mutlakıyete karşı,
anayasal monarşiden yana tutumuyla bilinen Whigs partisinde yer almış, Görkemli
Devrimin (Glorious Revolution,1688)
savunucularından biri olmuş, politik görüşleri nedeniyle sürgüne gitmiş bir
liberal politikacıdır.
17. Yüzyıl başlarında Britanya kapitalizmin ilk aşaması
başlamıştı. Tarım toprakları feodal beylerin elinden çıkmış, büyük çiftlikler
örgütlenmiş, köylü serf bağlarından kurtulup tarım işçisi haline gelmiş ve
merkantilist uygulamalar ülke bütününü kapsayan büyük bir pazar oluşturmuştu. Teknoloji
tarihçileri Endüstri devriminin İngiltere’de 17. Yüzyılın ikinci yarısında
dokuma tezgâhları, buhar gücü ve demir-çelik teknolojilerinde sağlanan
yeniliklerle başladığını belirtirler. Bu gelişmelerin İngiltere ve İskoçya’da
düşünce yaşamına da yansıdığını görüyoruz. Varlığı, değeri yaratanın insan
emeği olduğu, malların üretiminde harcanan emeğin veya üretimde varlık
kullanımının üretilen malların sahipliğini doğruladığını, devletin
yurttaşlarının varlıklarına keyfi olarak düzenleyemeyeceği gibi klasik liberal
ekonominin ilkeleri bu dönemde vurgulandı (Locke, Hükümet Üzerine İki Tez – Two
Treatises of Government, 1689). Arz-Talep Kuramı oluşturuldu (Locke, Faizlerin Azaltılması ve Paranın Değerinin
Yükseltilmesinin Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler - Some Considerations on the Consequences of the Lowering of Interest and
the Raising of the Value of Money, 1691). Bu ekonomik yaklaşım Locke’dan
sonra gelen David Hume (1711-1776) ve özellikle Adam Smith (1723 – 1790)
tarafından geliştirildi. Hume kaynakların sınırlı olması nedeniyle özel
mülkiyeti savunur. Hatta varlık eşit dağılmalıdır çünkü mutlak eşitlik israfa
ve verimsizliğe yol açacaktır (Hume, Ahlak
İlkeleri Üzerine Bir Çalışma - An
Enquiry Concerning the Principles of Morals, 1751). Kuşkusuz çağın ekonomi
yazarı Adam Smith’dir. Smith’in en bilinen ifadesi kapitalist düzeni savunurken
ileri sürdüğü “yalnızca kendi yararını
düşünerek davranan insan adeta görünmez bir el ile kendi amacının ötesinde bir
yarar oluşturur” sözüdür (Ülkelerin
Zenginliği - The Wealth of Nations,
1776).
Deneyci düşünce İrlanda Aydınlanmacı düşünürlerinin başucu
kitaplarını oluşturdu, kıta Avrupa’sında Voltaire ve Rousseau’yu etkiledi.
Voltaire’in Locke’u “bilge Locke” diye
andığını biliyoruz. ABD kurucuları ve ABD Bağımsızlık Bildirgesine ilham
kaynağı oldu. Locke’un tezlerinden (Hükümet
Üzerine İki Tez - Two Treatises of
Government, 1689) bir bölüm aynen ABD Bağımsızlık Bildirgesine alındı. Thomas
Jefferson “Bacon, Locke ve Newton...
Onların şimdiye dek yaşamış en yüce üç kişi olduklarına hiç kuşkusuz
inanıyorum. Onlar, fizik ve ahlak konularında yükselen her şeyin temelini
oluşturdular” der. Lock’un klasik liberalizmi 19. Yüzyılda John Stuart
Mill’in faydacılığına (utilitarianism)
yol açtı ve kapitalizmin gelişiminde çok büyük bir rol oynadı.
Şimdi
de bu kuşaktan 3 düşünüre, Kant, Rousseau ve Hegel’e biraz daha yakından
bakalım. Biraz daha yakından çünkü bunların 19. Yüzyıla etkisi daha büyük
olacak.
JEAN-JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)
Rousseau’nun
temel özelliği Aydınlanmanın getirdiği gelişme kavramına çok eleştirel
yaklaşmasıdır. Aydınlanmanın içindedir, ama ona karşı en sert eleştirileri
yöneltmiştir. Köktenci bir çatışmacı olarak nitelenebilir. Hiç de Kant gibi
orta yolu bulmaya çalışmadı. Yönelttiği eleştiriler çok sert adeta tahrik
edicidir. Gelişme ideolojisinde bir çürüme olduğuna dikkatimizi çeker.
Çokbilmişlik artıyor ve dürüstlük, özgünlüğü gibi özellikler yitiriliyor.
Kendisine
büyük ün kazandıran ilk eserini (Sanat
ve Bilim Üzerine Söylev - Discours
sur les sciences et les arts, 1750) nasıl yazdığını şöyle anlatıyor: “Bir gün Mercure de France gazetesini aldım
ve yürürken göz atmaya başladım. Dijon Akademisinin o yılki ödüllü yarışmasının
konusunun şu olduğunu gördüm: ‘Bilim ve sanattaki gelişmeler daha ahlaklı olmamıza
mı yoksa çürümemize mi yol açtı?’ Birden başka bir evren görmeye başladım ve
başka bir insan oldum” (İtiraflar – Confessions, 1770). Yarışmaya katılan birçok kişi “sanat ve bilim kuşkusuz
gelişime yol açtı, çok yararlı oldu…” çizgisinde yazılar gönderdiler. Rousseau
ise tam aksini savundu: “ hükümetler ve
yasalar insanların iyi ve güvende olmasını sağlamaya çalışırken sanat ve bilim
daha az despot ve herhalde daha güçlü olarak demir zincirlerin üzerine çiçeklerden
çelenkler yerleştirdiler. İnsanların doğdukları özgün özgürlüğün duyarlılığını
boğdular, köleliklerini sevmelerini sağladılar ve uygar insanlar denen biçime
soktular” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, 1750).
Pekiyi,
sanat ve bilim bunu nasıl yapar? Rousseau’ya göre yeni gereksinimler yaratarak:
“Hiçbir şeye gereksinimi olmayan insan
nasıl boyunduruk altına alınır?” (Sanat
ve Bilim Üzerine Söylev, 1750). Sanat ve bilim lükse yol açtı ve yani
bağımlılıklar yarattı. Bu bir gelişme değil kötüleşmedir. “Eski politik düşünürler erdem ve ahlakta söz ederdi. Şimdikiler
yalnızca para ve ticaretten söz ediyor” (Sanat ve Bilim
Üzerine Söylev, 1750) . Eski güzel günlerde daha basit bir yaşam
sürüyorduk. Ama mutluyduk. Kendimizi ve çevremizdekileri aldatmak, bir şeyleri
gizlemek gerekli değildi.
Rousseau’nun
yaşadığı 18. Yüzyıl Fransa’sında ana sınıflar olarak aristokratlar, din
adamları ve köylüler vardı. Bunlar arasında köylüler büyük çoğunluktaydı ve
yoksulluk batağındaydı. Rousseau’nun dikkat ettiği ikinci nokta bu eşitsizlik
oldu. “Bütün bu kötülüklerin kaynağı yeteneklerde
fark gözetme ve erdemin aşağılanması ile insanlar arasında oluşturulan ölümcül
eşitsizlik değil midir? Bu, bütün çalışmalarımızın en görünür etkisi ve en
tehlikeli sonucudur” (Sanat ve Bilim
Üzerine Söylev, Par. 53 1750). Sanat ve bilim bu eşitsizliği gizleme
işlevini yürüttü.
Rousseau’nun
eşitlik konusundaki fikirleri çok politiktir. Burada ilerleme ideolojisi,
mülkiyet ve devlet bizim talihsizliğimize katkıda bulunur. Çünkü bütün bunlar
fakirliği artırarak zenginleri destekler. Aydınlanma kültürümüzü oluşturan
bütün bu ideolojiler zenginden yanadır ve eşitliği azaltır. Herkes zenginler
gibi olmak istemeye başlar. Artık önemli olan tek şey hiyerarşik bir yapıda
üste çıkmaktır. Bu tür bir kültürde insanlığımızı, özgünlüğümüzü yitiririz.
Burada
Rousseau’nun Aydınlanma eleştirisinin yönüne dikkat etmeliyiz. Çünkü 18.
Yüzyılda statülerini korumak isteyen ve Aydınlanmayı muhafazakâr bir bakış
açısıyla eleştirenler çoktu. Örneğin seçkinler halk kitlelerinin eğitilmesini
istemiyor, halka bilgi değil inanç gerektiğini savunuyorlardı. Rousseau’nun
Aydınlanma eleştirisi ise bambaşka bir açıdan geliyor ve kurulu düzenin
temeline yöneliyordu.
Söylev’in
son bölümünde büyük bir sürprizle karşılaşırız. Aydınlanma ve gelişme bu denli
ağır eleştirildiğine göre doğal insana dönmenin önerilmesini bekleriz. Oysa
Rousseau hiç de bu fikirde değildir: “Aydınları
kendi sığınaklarında çalışmaya bırakalım. Kendileri için değerli tek ödülü,
İnsanların akıl ve hikmet sahibi olmayı öğrenmelerine ve mutlu olmalarına katkı
sağlama ödülünü alsınlar” (Sanat ve
Bilim Üzerine Söylev, 1750). Her şeyden önce Rousseau geriye
dönülemeyeceğini biliyordu. Aydınlanmadan sonra karanlığa dönülemezdi.
Hastalığın tedavisi aydınların düşüncelerinin politik değişime yol açmasıydı.
En büyük ümidimiz eğitim ile gücü bir araya getirmekti.
Rousseau
geçmişe dönülemeyeceğini biliyordu ama “geçmişe özlem” Romantik sanat akımının
temelini oluşturdu. “Geçmişe, çatışma öncesindeki günahsız günlerimize özlem” fikri
Romantik şiirde, resimde önemli bir yer tuttu.
Sonuç
olarak Rousseau’nun tedaviden çok teşhisle ilgilendiğini söylememiz gerekir.
Onun katkısı bir uyarıdır, bir eleştiridir.
IMMANUEL KANT (1724-1804)
Kant
yaşam biçimi açısından Rousseau’ya tümüyle zıt bir karakterdedir. Son derece
düzgün ve kurallara uygun yaşamı ile adeta bir efsane haline gelmiştir. Yürüyüşleri
bile o denli düzenliydi ki komşularının onu görünce saatlerini ayarladıkları
söylenir. Ama Kant çağdaşı Rousseau’nun eserlerine çok değer verirdi. Hatta
Rousseau’nun yeni çıkan kitabına gömülüp yürüyüşe çıkmayı unuttuğu ve
komşularının saatlerinin ayarının bozulduğu söylenir!
Rousseau
duyguları ile büyük bir coşku ile yazan bir düşünürdü. Kant ise çok sistematik,
düzenli ve savunduğu düşünce sisteminden beklenebileceği gibi “akılcı” bir
üslupta yazdı.
Kant
her şeyden önce bir Aydınlanma dönemi düşünürüdür. Bu dönemde toplumda büyük
bir gelişme olduğunu herkes görüyordu. Ama özellikle egemen çevreler bu
gelişmenin olumsuz sonuçlar doğuracağından, toplumda kargaşa yaratacağından, düzeni
bozacağından kaygılıydı. Kant (Aydınlanma
Nedir? Sorusuna Bir Yanıt - Beantwortung
der Frage: Was ist Aufklärung? 1784) adlı makalesinde düşünce, eğitim gibi
alanlarda gözlenen gelişmenin analizini yapar ve bunun yalnızca halk kitleleri
için değil tüm toplumun ilerlemesine yol açarak egemenler için de olumlu
sonuçlar getireceğini göstermeyi amaçlar.
Önce
Aydınlanma’nın büyük düşünüründen Aydınlanma’nın tanımını okuyalım: “Aydınlanma insanın kendisinin girdiği
vesayetten kurtulmasıdır… Bu nedenle Aydınlanmanın sloganı ‘bilmeye cesaret et
-Sapere Aude!’dir. Kendi aklını kullanmaya cesaret et” … “insanlara uygulanabilecek yasaların mihenk
taşı ‘insanlar bu yasayı kendileri belirleyebilirler miydi?’ sorusunun
yanıtıdır” (Aydınlanma Nedir?
Sorusuna Bir Yanıt).
Kant Akılcılık
ile Deneycilik arasında, diğer bir anlatımla hakikati öznel fikirleri ile
aramaya çalışanlar ile hakikati dış dünyada arayalar arasında, bir orta yol
bulmaya çalıştı. Ayrıca “inanç için de
bir yer ayırmaya” özen gösterdi (Salt
Aklın Eleştirisi - Kritik der reinen
Vernunft, 1781). Bu ayrım için Kant bilebileceğimiz şeyler, duyularımızla
kavrayabileceğimiz olgusal (phenomenal)
dünya ile inandığımız, bilgi sahibi olamadığımız (noumenal) dünya terimlerini kullandı. Böylece bilgi ile inanç
arasında bir ikilem oluşturdu. Kant böyle yola çıkınca, olgular dünyasında
düşüncelerini özgürce geliştirebildi ve Akılcı (rational) düşünce yolunda ilerleyebildi. Olaylara uzay-zaman
gözlüğünden (yani aklın süzgecinden geçirerek baktı) ve ancak böylece dünyayı
görüp yorumlayabildiğimizi savundu. Dünyayı aklın süzgecinden geçmeden
göremiyoruz çünkü phenomenal ve noumenal dünyalar bir arada çalışıyor.
Kant’ın
bu orta yol bulma çabasını “yetkiye itaat etme” ve “devrimci bir başkaldırı”
arasında takındığı tavırda da görürüz. Kant’a göre bir yandan “kurallara
uymalıyız”, diğer yandan “kurallar da bizim içinde yaşamak istediğimiz toplumun
kuralları olmalı”.
Kant’ın
yaşadığı dönem Prusya’nın büyüdüğü ve daha sonra gerçekleşecek olan Alman
birliği yolunda ilerlediği bir dönemdir. Prusya kralı, Kant’ın andığı, gelişme
yönünde çok önemli adımlar atan ve “Aydınlanmacı Monarşist” olarak nitelenen Büyük
Frederick’tir (1740-1786). Kant Aydınlanma
Nedir? Sorusuna Bir Yanıt’da özelikle Kral ve etkin çevresini Aydınlanmanın
iyi bir şey olduğuna inandırma çabasını görüyoruz. Kant hiç de büyük bir
devrimci değildir: “Eğer yapay engeller
konulmazsa insanlar zaman içinde barbarlıktan çıkacaktır” (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt).
Bu cümledeki anahtar kavram “zaman içindedir”. Egemenlerin korkmasına gerek
yok! İnsanlara verdiği mesaj açıktır: “İstediğiniz
kadar tartışın, ama itaat edin” (Aydınlanma
Nedir? Sorusuna Bir Yanıt). Hatta akıl kullanımını “kişisel” ve “kamusal”
olarak ikiye ayırır. Kişisel durumlarda bize yetki veren üzerimizde bir otorite
vardır. Ona itaat etmemiz gerekir. Oysa kamuya seslenen bir öğretmen, yazar,
bilim adamı, din adamı aklını hiçbir kısıtlama olmadan özgürce kullanmalıdır (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt).
Rousseau’nun
Aydınlanma’nın içinde yer almakla birlikte daha çok eleştirel bir tavır
takındığını; Kant’ın Aydınlanmayı daha büyük bir şevkle savunduğunu; ama çatışma
konuları için orta yollar önerdiğini görüyoruz. Kant’ Rousseau’dan çok daha
açık vurgulasa da çözüm için her ikisi de Akılcı, Deneyci, iyi eğitim görmüş
Aydın güçlü seçkinlere ümit bağlıyor.
GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL (1770-1831)
Hegel’e
geldiğimizde Aydınlanma’nın getirdiği gelişme artık “iyi mi-kötü mü?” diye
tartışılacak bir konu değil kabul edilmesi ve açıklanması gereken bir
olgudur. Ayrıca Fichte, Schelling ve
Hegel gibi Kant’ın öğrencileri phenomenal-noumenal
dünya ikilemini kabul etmek istemediler. Hegel bu ikilemi aşmak için tarihe
yöneldi. Aslında onun tarihsel gelişimi çok ciddi biçimde inceleyen ilk düşünür
olduğunu söyleyebiliriz. Belki de tarihsel gelişime bu denli eğilmesinin nedeni
1789 Fransız devrimi ile çağdaş; ama devrim çalkantılarının içine girmeyecek
kadar da uzakta yaşaması neden oldu. Napolyon ordularının tüm Avrupa’yı silip
süpürdüğü, ardından Napolyon’un yenilgisiyle Avrupa’da yeni bir politik düzenin
kurulduğu bir dönemde yaşadı. Örneğin Zihnin Fenomenolojisi’ni (Phänomenologie des Geistes, 1807)
Jena’da tamamladığı gün, Napolyon’un Prusya ordusunu kesin bir yenilgiye
uğrattığı gündür.
Avrupa’nın
güneyinde ve özellikle Katolik dünyada yaygın olan tarih tezine göre Roma
uygarlığından sonra barbar olarak nitelenen çeşitli Alman kavimlerinin güneye
inmesiyle karanlık bir çağ başladı. Hatta Luther’in reform çabaları da bu
uygarlık (ve Katoliklik) karşıtı çabalarla gelişti. Hegel ise bu yorumlara
karşı çıkıp Alman karakterine çok daha saygın bir rol verdi.
Hegel,
her şeyden önce tarihin çok akılcı bir yorumunu yapar: “Tarih incelemesine felsefenin yaptığı en büyük katkı akıldır. Akıl
dünyaya egemendir, dünya tarihi de akılcı bir süreçtir” (Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler). Örneğin Felsefe tarihinde
gerilere Platon’a gidersek, gerçek dünya ile ideal arasında bir ayrım
yapıldığını görürüz. Hegel ise tek bir dünya tanımlar: tarihsel ve akılcı
dünya. Tarihte dünya vardır, hakikat vardır.
Tarihsel
gelişim önemlidir çünkü Hegel’de şimdiki zaman, yalnızca şimdiyi değil aynı
zamanda geçmişi de içerir. Hegel’de çatışma gelişimin temelinde vardır.
Rouseau’nun doğal insanla çürümüş insan arasında gördüğü çatışma, Kant’ın
olgusal dünya ile inanç dünyası arasında ayrım yaparak kaçmak istediği çatışma
Hegel’de gelişmenin ana unsuru olur. Burada Diyalektikten biraz söz etmemiz
gerekiyor. Diyalektik aslında antik Yunan düşüncesinde ilk temelleri atılan bir
düşünce biçimidir. Gece-gündüz, iyi kötü, doğru-yanlış gibi zıtlıkların bir
arada yaşaması, hatta birinin varlığı veya yokluğunun diğerinin varlığını
oluşturması çok eski gözlemlerdir. Hegel ise diyalektiği çok daha somut biçimde
tarihsel süreçte gördü. Bir olgu (tez), kendi tersini oluşturuyor (anti tez),
bu ikisi çatışıyor ve çatışmadan yeni bir olgu (sentez) çıkıyor. Sentez tez veya
anti tezin diğerini yenmesi ve egemen olması değil. Her ikisi birlikte sentezi
oluşturuyor. Sentezde her ikisinin de payı var. Bu nedenle şimdiki zaman
geçmişi de içeriyor.
Hegel’in
tarihsel yorumundaki akılcılık ve çatışma kavramı onu Hıristiyanlıktan
uzaklaştırmaz. Hegel, bu kavramları özellikle Hristiyan mistik düşüncesi içinde
ele alır. Gelişimin temelindeki çatışmaya yol açan, sentezi yaratan özel bir
ruhtur. Hıristiyan inancına göre tanrı cisimlenmiş ve insan bedeninde dünyaya
gelmiştir. Bu Hegel için dünyanın, dünyada yaşanan tarihin önemini gösteren
olağanüstü güzel bir sentezdir, fikirdir. Hakikat dünyadadır, sokaktadır.
Hakikati bulmak için yalıtılmış bir yerde düşüncelere dalmak, inancın ilhamını
beklemek gerekmez. Hegel düşüncesinde diyalektik konusunda bir örnek verirsek:
- · Tez: Çok güçlü bir Tanrı. Her şeye kâdir, her yerde var, her zaman var…
- · Anti tez: Çok güçsüz insan. Tümüyle kaderini yaşıyor…
- · Sentez: Dünyaya gelen tanrı-İsa Peygamber
Burada Hegel
devrimler çağının iyimserliğini taşır: “Tarih
özgürlük bilincinin gelişmesinden başka bir şey değildir” (Hegel,
Tarih Felsefesi Üzerine Dersler).
Hegel’in
ulusa ve devlete verdiği önem de ilginçtir. Daha sonra Marx’ın “sınıf”
kavramına vereceği önemin bir benzerini Hegel’in “ulus” kavramına verdiğini
görüyoruz. Yukarıda özetlenen diyalektik gelişme Hegel’e göre ulusların, (İskender,
Sezar ve Napolyon gibi) liderlerin ve devletlerin çatışması ile yürür. Kuşkusuz
Hegel kendi çağında bu görevi Alman ulusuna verir. Katolik dünyada Kilise ’ye
devletin üstünde bir yer verilmesini sert biçimde eleştirir ve devletin
yurttaşları için değil; insanların devletleri içi olduğu sonucuna varır.
Bu
görüşleriyle Hegel’in 19. Yüzyılda, “modern” çağda, bir yandan Karl Marx’a
diğer yandan da Friedrich Nietzsche’ye temel oluşturacağını göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder