Baudelaire’i önemli bir şair olarak tanırız. Burada daha çok
düşünsel boyutuna ve bu boyutun şiirlerine yansımasına değineceğim. Öncelikle
Baudelaire’in tıpkı bu bloğun bir başka sayfasında andığımız Neitzsche gibi
“ahlak yerine yoğunluğun vurgulanması” açısından ilginç olduğunu belirtmeliyim.
Bir anatomi uzmanının insan bedenini kesip incelediği gibi çevresindeki dünyayı
parçalarına ayırıp inceler. Örneğin Flaubert de toplumu parçalar, inceler ve en
sert biçimde eleştirir ama o dünyanın içine girip kirlenmek istemez. Buna
karşılık Baudelaire yaşamın içine atlar ve yüzer. Seks ve uyuşturucu onun için
gündelik yaşamın birer parçasıdır. Zaten ölümü de bir fahişeden kaptığı frengi nedeniyledir.
Otoriteye karşı nefreti çocuk yaşta başlar. Babası François
Baudelaire, yirmi altı yaşındaki annesi Caroline ile evlendiğinde altmış yaşındaydı.
Babası öldüğünde ise Charles altı yaşındadır. Ölen babasının ardından annesi
bir subayla evlenir ve Charles yaşadığı Paris’ten uzağa Lyon’daki bir okula
gönderilir. Bu okuldan kısa sürede atılan Charles bu kez daha uzağa,
Hindistan’daki bir okula gitmek üzere gemiye bindirilir. Gemiden kaçan Charles
Paris’e dönmenin bir yolunu bulur. Paris 1848 devriminin coşkulu ilkbaharını
yaşamaktadır. Charles da sokaktaki
devrimcilere katılır. Bir söylentiye bir devrimci grubu “General Jacques Aupick’i
öldürmeliyiz” diye teşvik eder. Evet! Tahmin ettiğiniz gibi General Aupick, Charles’ın
üvey babasıdır. Grup bu işe kalkışmayınca bu kez eline bir silah alan Charles,
bir meydan saatine ateş eder. Çünkü zamanı durdurmak, bir işi yapmanın hiçbir zamanı
olmaması Charles’a göre en devrimci harekettir.
Ne yazık ki 1848 ayaklanması yaz aylarında ordu tarafından vahşice
bastırılır. Ardından Louis-Napoléon’un baskıcı rejimi gelir (1848-1870). Bu
dönemde özellikle Paris adeta yıkılıp yeniden yapılır. Mimar Baron Haussmann
yönetiminde Paris Avrupa şehirleri içinde en büyük değişikliğe uğrayan şehir
olur. Günümüz Paris’inde gördüğümüz geniş bulvarlar, büyük meydanlar yapılır.
Bu bulvarlar üzerinde iş yerleri kurulur, bankalar (Crédit Lyonnais, 1863; Societe
General,1864), büyük mağazalar açılır (Bon
Marché, 1852; Printemps, 1865).
Bu şehirleşme hareketinden önce yalnızca kendi bölgelerinde yaşayan Paris halkı
şehir merkezine gelir ve daha önce hiç birbirini görmemiş insanlar geniş
bulvarların kaldırımlarında karşılaşır ve kelimenin tam anlamıyla birbirine
çarpar.
İşte Baudelaire’in ünlü düzyazı-şiirlerinde bu Paris’i
görürüz. Örneğin Paris Sıkıntısı (Spleen de Paris)[1]
bu açıdan belirgin özellikler taşır.
Paris’in kargaşası, gürültüsü dayanılmaz boyutlara
çıkmıştır: “Hele şükür! Yalızım!
Gecikmiş, yorgunluktan bitmiş birkaç arabanın uğultusundan başka bir şey
duyulmuyor artık. Dinlenişe ermesek de sessizliğe ereceğiz birkaç saat boyunca.
Hele şükür! İnsan yüzünün acımasız baskısından kurtuldum…” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Sabah Saat Birde s.
17). “Yeni yılın patırtısı sarmış her
yanı; içinden binlerce araba geçen, oyuncaklarla, şekercilerle kıvılcımlar saçan,
hırsızlarla, umutsuzluklarla dolup taşan çamur ve kar kargaşası bir büyük
kentin en güçlü yalnızın bile kafasını allak bulak edecek kadar zorlu
yalnızlığı” (Baudelaire, Paris
Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s. 58).
Zenginler yoksullara kalp paralarla bahşiş verirler: “Bir yoksulla karşılaştık, titreyerek
kasketini uzattı bize. Bu yalvaran gözlerin dilsiz konuşmasından daha üzücü bir
şey bilmiyorum ben, okumasını bilen duyarlı insan için, hem sonsuz bir alçakgönüllülük
hem de sonsuz bir serzenişle doludurlar. Kamçılanan köpeklerin yaşlı gözlerinde
de bu karışık duygu derinliğine yaklaşan bir şey vardır” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Kara Para s. 64).
Yoksullar kentin görkemli Cafe’lerini hayranlıkla seyreder: “Yoksul dünyanın tüm altınları gelmiş de bu
duvarlara yerleşmiş sanki…Ama ancak bizim gibi olmayanların girebilecekleri bir
yer burası” derler. Buna karşılık güzel zengin genç kızlar “Şu insanlar da ne çekilmez şeyler böyle,
gözleri araba kapıları gibi açılmış…. Garsona söyleseniz de şunları buradan uzaklaştırsa”
diye düşünürler (Baudelaire, Paris
Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s. 58).
“Sakin sakin ekmeğimi
keserken çok hafif bir gürültü üzerine başımı kaldırdım. Önümde üstü
paramparça, saçı başı darmadağını, kara, ufak bir yaratık durmaktaydı, çökük,
ürkek, yalvarmaklı gözleriyle ekmeğimi yiyordu. Sonra alçak ve boğuk bir sesle,
içini çeke çeke pasta sözcüğünü söylediğini duydum” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s.
58).
Baudelaire yalnızca şiirler
yazmakla yetinmez. Sanat ve edebiyat evreninde modernlik konusundaki
düşünceleriyle ve makaleleri ile de öne çıkar. Bu arada modernlik konusuna edebiyat
açısından bir tanım getirir: “Modernlik
terimiyle ben geçici, süreksiz, kaçak, olası, rastlantısal olanı kastediyorum”
(Baudelaire, The Painter of Modern Life [1864]). Demek ki modernliğin
başlangıcında, modern öncesi dönem kalıcı, sürekli, rastlantısal olmayan bir
düzen olarak görülüyormuş!
Kısacası Baudelaire’de modern
yaşam biçimi konusuna 1800’lerin ikinci yarısındaki bir pencereden bakıp büyük
kent yaşamına ilk yansımaları görüyorum.
[1] C.
Baudelaire, Spleen de Paris. Paris
Sıkıntısı Çev. Tahsin Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, özgün basım
Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder