Amin Maalouf tüm kitaplarını ve hakkında yazılan
bulabildiğim tüm değerlendirme ve eleştirileri okuduğum bir yazar. Yazdıklarını tümüyle benimsiyor muyum? Hayır,
hiç de değil! Pekiyi öyleyse neden bu merak? Sanırım benzer sorular-sorunlar üzerinde
düşündüğüm için: Biz neden Batının gerisinde kaldık? Neden bu bölgede fanatiklik
artıyor? Neden dinsel baskılar, etnik kimlik kaynaklı bölünmeler artıyor?
Yanıtlarımız aynı olmayabilir ama bizim coğrafyamızda –Türk, Arap, İranlı, Kürt,
… Sünni, Şii…- çoğu aydının Maalouf’la aynı soruları sorduğu bir gerçek. Ama
sorulara ve yanıtlarına geçmeden önce Amin Maalof’u biraz tanıyalım.
YAŞAM ÖYKÜSÜ
Amin Maalouf’un aile kökleri Lübnan’ın dağ köyü Ain el Kabou’ya
uzanıyor. Annesi Odette Babası Ruchdi, 1945’de Kahire’de evlenmişler. Amin dört
çocuğun ikincisi olarak 1949’da doğmuş.
Odette’in annesi Türkiye’de doğmuş, babası Maronit Hıristiyan
Lübnan’da doğup Mısır’da çalışmaya gitmiş.
Ruchdi Melchite veya Yunan-Katolik denen bir mezhepten. Bazı
Bizans ritüellerine uymakla birlikte Papa’yı tanıyorlar. Atalarından biri bu
mezhebin önemli bir din önderi. Oğlu Presbiteryen papazı olmuş. Onun oğlu
(Amin’in büyükbabası) din karşıtı bir kişi. Çocuklarının vaftiz edilmesini
istememiş. Ailenin Protestan üyeleri çocuklarını İngiliz veya Amerikan
okullarına gönderirken, Katolikler Fransız okullarında eğitim almış. Sadık bir
Katolik olan Odette oğlu Amin’i Fransız Cizvit okullarında okutmuş (Collège Notre Dame de Jamhour). Üniversiteyi
de Lübnan’da tamamlamış (Saint Joseph University- Sosyoloji – Ekonomi
Bölümü).
Aile edebiyatçı kişiliği ile de ilginç. Büyük-büyük-büyük amcası
Moliére’i ilk kez Arapçaya çeviren kişi. Maalouf ailesinden bir romancı (David Maalouf)
Avusturya’da; bir şair (Fawzi Maalouf) Brezilya’da yaşıyor. Amin’in babası da
gazeteci, şair ve Batı klasik müziği yayıncısı.
Amin Maalouf üniversite eğitimini bitirdikten sonra 22 Yaşında
Lübnan’ın önde gelen Arapça gazetesi Al Nahar’da yazmaya başlamış. Bu görevi
sırasında 60’dan fazla ülkeye gitmiş. İndra Gandi ile röportaj yapmış, 1974
yılında Etiyopya’da Marxist darbeyi, 1975’de Saygon’un Kuzey Vietnamlıların
eline geçmesini izlemiş.
1971’de sağır çocuklar için açılan bir okulda öğretmen olan
Maronit Hıristiyan Andrée ile evlenmiş.
1975 Nisan ayında Lübnan iç savaşı başlayınca bir yıl kadar Beyrut’ta
bir Hıristiyan gettosunda yaşamış. 1976’da bir tekneyle Kıbrıs’a geçmiş. Oradan
da Paris’e gidip yerleşmiş. O zamandan
beri Fransa’da yaşıyor.
Paris’te önce Jeune Afrique dergisinde gazeteciliğe başlamış. 1979-1982
döneminde Al Nahar’ın Paris merkezli haftalık dergisinin direktörlüğünü yapmış.
1982’de yeniden Jeune Afrique dergisine dönmüş ve 1983’de ilk kitabı, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı
denemesi basılmış.
1985’te gazeteciliği bırakmış ve kendini tümüyle kitaplarına
vermiş. Hep kurgu-roman yazmak istediğini söylüyor. 1986’da Afrikalı Leo adlı
ilk romanı basılmış. Kitap şu satırlarla
başlıyor:
“Hiçbir
ülkeden, kentten, kabileden gelmiyorum.
Ben yolların oğluyum…bütün diller ve dualar benimdir. Ama ben onların
hiçbirine ait değilim.”
Amin Maalouf bir röportajında “Bunları
yazınca sihirli bir şey oldu: Yaşamımın geri kalan kısmında roman yazacağımı
anladım” diyor.
Amin-Andrée Maalouf çiftinin üç oğlu oldu. Oğulları Paris’te yaşıyor
ve oldukça fazla yolculuk yapıyorlar. Ruchdi avukat, Tarek film özel efektleri
yapıyor ve Ziad radyo habercisi.
Malouf için yaşamöyküsünden yola çıkarak söylenmesi gereken
şey kültürel altyapısının farklı kimlikli bir ortama dayanması. Lübnan’ın çoklu etnik ve dini yapısından
başlayan bu ortam Fransa’da bir Doğulu olmasıyla devam etmiş
YAPITLARI
Eğer Amin Maalouf’u tek cümlede tanımlamak gerekirse bence “Lübnan asıllı Fransız yazar” demeliyiz.
Lübnan asıllı çünkü: Beyrut’ta doğmuş (1949), okumuş ve
çalışmaya başlamış. Paris’e yerleştikten sonra da Orta-Doğu, Lübnan, Arap konularından
hiç uzaklaşmamış.
Fransız yazar çünkü: Fransızca yazıyor, 1976’dan beri
Paris’te yaşıyor. Zaten Lübnan’daki eğitimi de Fransız Katolik okullarında.
1994’de Fransız edebiyatının en saygın ödülünü Goncourt ödülünü kazanmış.
Oldukça verimli bir yazar. 29 yılda çeşitli türlerde (çoğu
roman) 16 yapıtı var.
• Arapların
Gözüyle Haçlılar (Les Croisades
vues par les Arabes)
– 1983 deneme
• Afrikalı
Leo (Léon l'Africain) – 1986
• Semerkant
(Samarcande) – 1988
• Işık
Bahçeleri (Les Jardins de Lumiére) -1991
• Beatrice'den
Sonra Birinci Yüzyıl (Le premier siècle après Béatrice) -1992
• Tanios
Kayası (Le Rocher de Tanios) – 1993
• Doğunun
Limanları (Les Echelles du Levant) – 1996
• Ölümcül
Kimlikler (Les Identités meurtrières) – 1998 deneme
• Yüzüncü
Ad Baldassare'nin Yolculuğu (Le Périple de Baldassare) – 2000
• Uzaktan
Aşk (L'Amour de loin) – 2002 libretto
• Yolların
Başlangıcı (Origines – A Memoir) – 2004 deneme
• Adriana
Mate –libretto – 2006
• La
Passion de Simone - 2006 oratoryo
• Çivisi
Çıkmış Dünya (Le Dérèglement du
monde) – 2009 deneme
• Ėmille
– 2012 libretto
• Doğudan
Uzakta (Les désorientés) - 2012
Kuşkusuz
Maalouf bir edebiyatçı ve özellikle de romancı. Birkaç romanını bloğumun başka
sayfalarında daha geniş ele almak istiyorum. Ama burada Maalouf hakkında genel
bir bilgi sunmayı ve değerlendirmeler yapmayı amaçlıyorum. Kısaca birkaç romanının konusuna baksak bile Amin Maalouf’un hangi konularla ilgilendiğini görürüz:
İlk romanı Afrikalı Leo’da İspanyolların 1492’de Gırnata’yı
alması üzerine şehirden kaçan Rönesans bilgini ve coğrafyacı Hasan al-Wazzan’ın
Gırnata, Fas, Kahire ve Roma’da geçen öyküsü anlatılır. İslam coğrafyasında
çeşitli yerleri gezdikten sonra esir olarak Roma’ya gelir, Hıristiyan
coğrafyasında ve düşünce yaşamında yer alır.
Semerkant romanında Ömer Hayyam’ın Rubailer kitabının
öyküsü anlatılır. Birinci bölümde 11. Yüzyıl İran’ında Ömer Hayyam’ın yaşamı;
ikinci bölümde ise Rubailer’in özgün kopyasının 20. Yüzyıl İran’ından Titanik’e
uzanan öyküsü yer alır.
Işık Bahçeleri’nde 3. yüzyıl Mezopotamya’sında Maniciliğin
kurucusu Mani’nin yaşamı anlatılır. Beyaz Giysili gnostik toplulukta yetişen
Mani, “hepimizin içinde ayni kutsal
kıvılcım vardır. Hiçbir ırka, sınıfa ait değildir. Erkek veya dişi değildir” diyen hoşgörü simgesi uzak görüşlü bir genç
adamdır.
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl romanı
21. Yüzyılda geçer. Teknolojik gelişme ile ana-babalar doğacak çocuklarının
cinsiyetini belirleme olanağına kavuşurlar. Oysa cinsiyet tercihinin, antik
Mısır’dan kalma bir mührün üzerindeki “oğlun
olsun ve adın sonsuza dek yaşasın” duasından, 20. Yüzyılda fasulye konserve
kutusunun üzerindeki “fasulyenin erkek çocuk sahibi olmak için yararlı olduğu”
duyurusuna kadar insanlık kültüründe derin bir yeri vardır. İnsanların eski geleneklerin boyunduruğu
altında kızlara karşı önyargılı olmaları nedeniyle insanlık büyük bir felaketin
eşiğindedir.
Tanios
Kayası Romanı yine Orta Doğunun çalkantılı bir döneminde
geçer. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Balkanlardan getirdiği yenilikçi fikirleri
Arap dünyasına yansıtmaya çalışır. Zayıflamış Osmanlı yönetimi yolsuzluklara ve
despotluğa gömülmüştür. Romanda 1830’larda Lübnan Osmanlı toprağıyken Fransa ve
İngiltere’nin karışması, Katolik-Protestan çatışmalarının başlaması işlenir.
Tipik bir Orta Doğu despotu olan emire karşı Tanios’un gösterdiği hoşgörü ile
Osmanlı-İngiliz-Fransız baskıcılığına karşı köktenci bir karşı çıkış yerine
daha yumuşak bir seçeneğin altı çizilir.
Yolların Başlangıcı otobiyografik bir
romandır. Maalouf, çok ilginç kişililerden oluşan ailesinin çevresinde 19.
Yüzyıl sonunda, 20.Yüzyıl başında Lübnan’a odaklanır. Ama bu çerçeve hiç de dar
değildir. Farklı din ve mezheplerle, farklı dillerle çok farklı kültürlerden
oluşan; üstelik göçlerle, yolculuklarla kültürel tabanı daha da genişleyen bir
çerçeve çizilir. Kuşkusuz Maalouf’un bu dönemi ele almasının nedeni her
-zamanki gibi- günümüzde bu bölgedeki çatışmalara bir yanıt vermektir
(Redouane, “Mémoire et Identité Renaissante
dans Origines d'Amin Maalouf”)
Doğu’nun Limanları romanında coğrafya açısından
İstanbul’da başlayan Beyrut - Hayfa ve Paris’e uzanan; tarih açısından Birinci
Dünya savaşının karışık atmosferinde başlayıp İkinci Dünya Savaşı Fransız
Direnişinden geçerek Arap-İsrail savaşına uzanan bir yaşam anlatılır.
Yüzüncü Ad Baldassere’ın Yolculuğu romanının
ana kişisi Baldassare Embriaco, Lübnan’da yaşayan Ceneviz’li bir kitap tüccarıdır.
Baldassare, kıyamet kopması beklenen 1666’da kurtuluşu getirecek bir kitabı, Tanrının
kutsal adını bildiren Yüzüncü Ad kitabını İstanbul, Cenova, Lisbon ve Londra’da
arar.
Yolların Başlangıcı otobiyografik bir yapıttır. Yukarıda
Amin Maalouf’un yaşam öyküsünde özetlediğimiz birçok bilgiyi bu kitaptan
öğreniyoruz. Kuşkusuz Maalouf ailesinin kökleri ve Lübnan’ın çok milliyetli,
çok dinli yapısı Amin Maalouf’um temel inanç ve düşüncesinin oluşumu ve biz
okuyucuların onu anlayıp değerlendirmesi için çok önemlidir.
AMIN MAALOUF’UN DÜŞÜNSEL YANI
Maalouf
gerçekten çok usta bir romancı. Çizdiği tarihsel çerçeve ilginizi çekiyorsa
yapıın sürükleyiciliğine kendinizi kaptırıyorsunuz. Romanları kurmaca bir
atmosferde fikirlerini iletmesi için çok güzel bir ortam oluşturuyor. Ama denemelerinde,
özellikle Çivisi Çıkmış Dünyada
düşünceleri tarihsel veya tümüyle kurmaca bir kişi ve öykü çevresinde örülmeden
dolaysız bir biçimde anlatılmış. Burada özellikle düşünsel boyutu çeşitli
açılardan ele almak istiyorum.
Kimlik Konusu
Temel çerçeve olarak Maalouf,
- · Geçmişte Orta Doğu’da farklı inanç, dil, etnik kökene sahip olsa da barış içinde birlikte yaşadıklarını;
- · Günümüzde ise bu bölgede görülen dinsel-etnik kimlik çatışmasının anlamsızlığını, yanlışlığını ve yıkıcılığını vurguluyor.
Kitaplarında özellikle Orta-Doğu coğrafyasında bu çatışmanın
tarihsel köklerini ve günümüzde dayanılmaz bir boyuta varan boyutlarını ele
alıyor.
Kimlik konusundaki tartışmalara odaklanan Ölümcül Kimlikler adlı denemesinde
Maalouf’un bu konudaki temel tezlerini buluruz. Bir topluluğun dünyanın geri
kalanından yalıtılmasına karşı çıkar. Bir yandan kişinin kendi kimliğine sahip
çıkması, diğer yandan çağdaş yaşamın bir parçası olması gerektiğini vurgular.
Kişiliğin sağlıklı bir biçimde oluşturulmasının, küreselleşme, farlılıkların
yontulması ve “düşük düzeyli” diye bazı kültürlerin küçümsenmesine karşı çok
etkili panzehir olduğunu gösterir. (Achour, Identité, “Mémoire et Appartenance
un Essai d'Amin Maalouf”)
Kimlik konusundaki çatışmanın sakıncalı sonuçları Maalouf’un
bakış açısındaki temel altyapıyı oluşturuyor: “Ölümcül kimlik nedir? Kimliği tek taraflı bir aidiyete indirgemek taraf
tutucu, katı, hoşgörüsüz, baskıcı, kimi zaman da kendini yok edici bir tavra
neden olur ve bu ölümcüldür” (Ölümcül
Kimlikler).
Afrikalı Leo karakteri romanın başında şöyle tanıtılır: “Ben, Hasan, tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu,
ben Giovanni Leonede Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz
ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum fakat Afrikalı değilim. Bana
Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler, ama ben hiçbir ülkeden değilim. Ben
yolların oğluyum. Ülkem kervan, yaşamımsa yolculukarın en beklenmedik olanları.
Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice Latince, sokak
İtalyancası konuştuğumu duyacaksınız, çünkü bütün diller ve dualar benim
dillerim ve dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve
dünyaya aitim ve yakında bir gün yine onlara döneceğim.”
Orta
Doğu’nun geçmişinde farklı kimliklerin çatışmasız biçimde yan-yana yaşadığı
bilinen bir gerçek. Faklı kimlikler eşit miydi? Kesinlikle hayır! (Bakınız
Lewis, Ortadoğu s. 401). Ama faklı dinsel
– mezhepsel – etnik kimlikler arasında ölümcül bir çatışma yoktu. Belirli bir
bölgede bir kimlik “baskındı. Diğer kimlikler buna boyun eğerdi. Baskın kimlik
de diğerlerine aşırı bir baskı uygulamazdı. Bu konuda Maalouf’un oldukça ilginç
bir yorumu var. Öncelikle bir “beyaz yalanı” anlatıyor. “Bu köyde kim Müslüman, kim Hıristiyan, kim Musevi bilinmez” diyen
ihtiyar yalan söylüyor. Herkes diğerinin kimliğini bilir; ama bu bir “beyaz
yalandır”. Çünkü böyle olmasının gerektiği bilinirdi. Bu beyaz yalanın “arkasında gönlü zengin bir niyet vardı”
(Doğu’dan Uzakta s. 383).
Günümüzde bu
kimlik sorununun kötüye gittiği Maaluof’un önemle vurguladığı bir konu.
Sovyetlerin dağılmasında önce tartışmaların ülkenin gelişmesi kalkınmasına
yönelik ideolojik boyutunun önde olduğuna dikkat çekiyor. Oysa Sovyet
sisteminin ekonomik ve siyasal yenilgisinin ardından “bölünmelerin temel olarak kimliğe ilişkin olduğu ve tartışmaya pek yer
olmayan bir dünyaya geçtiğimizin altını çizmek istiyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya s.20).
Yolculuk – Göç – Sürgün
Yukarıda
değinildiği gibi Amin Maalouf Lübnan iç savaşı sırasında ülkesinden ayrılıp
Fransa’ya yerleşmiş ve andığımız bütün yapıtlarını Fransa’da Fransızca vermiş
bir yazardır. Bütün roman karakterlerinin yaşamının odağında da bir dizi
yolculuk - göç – sürgün yer alır. Natalie Zemon Davis, bu kavramı yukarıda
değindiğim kökler kavramı ile birleştirip “routes not roots – kökler
değil yollar” diye ifade ediyor. Bahri, Maalouf’un “Said sonrasında” yazdığına dikkat çekip bu “yer değiştirmenin uzak Ortaçağ geçmişimiz hakkında özel bir yoruma yol
açtığını” ve bu niteliği ile “oryantalizme alegorik bir yanıt verdiğini”
vurguluyor. (Bahri, Medievalisms in the Postcolonial World
s. 195-197.) Gerçekten Ortaçağın – özellikle Ortaçağdaki Doğu dünyasının –
durağanlığı Batı’nın “oryantalist” bakış açısının en önemli temalarından
biridir ve Maalouf’un yapıtlarındaki “yolculuklar” çok başka bir bakış açısı
getiriyor. (Oryantalizm konusu bloğumun başka bit bölümünde ele alınıyor)
Bazen
göçmenler hemen döneceklerini düşünerek ayrılırlar yurtlarından. İspanyolların
Endülüs Emevi devletini yıkmaları üzerine “yakında
döneceklerini, düşlerinde olduğu gibi evlerinin taşlarının renklerini,
bahçelerinin kokusunu, havuzlarının suyunu dokunulmamış değiştirilmemiş
bulacaklarını düşünerek birçok Gırnata’lı evlerinin anahtarlarını duvarlarına
astı” (Afrikalı Leo). Bazen de
hiç dönmeyecek biçimde nefretle kaçarlar: “…
sonra kırgın ve bezgin, Orta Doğudan olanca uzağa göç etmeğe karar vermiş.
Avustralya’ya Melbourne’e” (Doğunun
Limanları, s. 134).
Yolculuk –
göç – sürgün bu bölgenin içinde birçok trajedi barındıran Tevrat’tan beri dile
getirilen bir olgusudur. Amin Maalouf, eski dönemlerdeki öyküleri anlatırken
okuyucuda çağdaş çağrışımlar gelişir. Sanırım yazarın da amacı budur. Göç
konusunda da karakterleri ikilemler yaşar. Öncelikle “Başka bir ülkede oturma hakkı kazanmanın basit bir idari girişim değil
varoluşsal bir seçim” olduğunu vurgular (Doğu’dan Uzakta s.64). Bu seçim önemli bir soruyu getirir “… ellerimiz temiz kalsın diye Doğu
Akdeniz’den uzaklaşmak zorunda kaldık. Bunda utanılacak bir şey yok, ama ahlaki
ikilemlerimize tek çözüm yolu olarak sürgünü göstermek akıl dışı olur” (Doğu’dan Uzakta s. 166).
İç savaş
sırasında Lübnan’da kalan bir dul, gidenleri çok acı biçimde eleştirebilir: “Çekip gidenler en kurnaz olanlar. Güzel
memleketlere gidersin, yaşarsın, çalışırsın, eğlenirsin, dünyayı keşfedersin.
Savaştan sonra da geri dönersin. Eski ülken seni bekliyordur. Ne tek bir el
ateş etmene ne de tek bir damla kan dökmene gerek olmuştur. Hatta kendinde
kirlenmiş elleri sıkmama hakkını bile bulursun” (Doğu’dan Uzakta s. 170).
Maalouf’un “yolculuk”
temasının, coğrafyadaki yolculuk yanında “kişinin iç yolculuğu” boyutu olduğunu
da belirtmeliyim. Birçok roman kahramanı bir iç yolculuk yaşar. Sanırım bunun
en açık örneklerinden birini Tanios
Kayasında görürüz. Bu romanın 9 bölümü, kahramanın geçirdiği 9 aşamanın
anlatıldığı 9 “passage” olarak
düzenlenmiştir. (Antoine Sassin, “Le
‘Rite de Passage’ Chez Amin Maalouf”)
Geçmiş
Maalouf’un hemen[WU1]
hemen bütün yapıtları “geçmişte” ve bugün “Orta Doğu” olarak tanımladığımız coğrafyada
geçer. Bilindiği gibi Batı kültüründe Roma İmparatorluğunun çöküşü (MS 500) ile
Rönesans uyanışı (MS 1500) arasındaki yaklaşık 1000 yıl Avrupa’da yitirilmiş
bir “orta” dönem “medium aevum” olarak
alınır. Örneğin İngilizcede “mediaval”,
“tarihsel olarak Ortaçağa ait” anlamından çok “çok eski” çağrışımı yapar.
Maalouf için ise Haçlı Seferlerini ele aldığı ilk kitabından başlayarak bu
dönem özel bir ilgi alanıdır. Doğunun uygarlıkta önde olduğu bir dönemdir. Bu
açıdan Maalouf kültür tarihçileri tarafından değerlendirilir (Davis (Ed.), Medievalisms in the Postcolonial Word).
Sanırım burada
Doğu kültürü konusunda çok etkili yapıtlar vermiş bir başka Arap’ı anmam
gerekiyor: Edward Said. 1935 Kudüs doğumlu Edward Said ABD’de yaşadı, 1978 basımlı
Oryantalizm kitabı ile ünlendi. Yaşamı boyunca da özellikle İngiliz Fransız ve
ardından Amerikalıların başını çektiği oryantalist görüşlerle savaştı. Oryantalizmi
“birkaç neslin birlikte çalışarak meydana
getirdiği” önemli bir “yalan
kumkuması”, “doktrin ve uygulama
paketi” olarak tanımladı. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da insanların tarihi
yazdığını, bir düşün geleneği, bir hayal dünyası ve kelime hazinesi
geliştirdiğini ve oysa oryantalizmde Batılının “üstün” konumunun yansıtıldığını
vurguladı.
Oryantalist
yazarların Batı’dan Doğu’ya bakmaları karşısında Maalouf Batı’da yaşar ama Doğu
kaynaklıdır. Bu anlamda Batı’nın oryantalist yaklaşımları ile ortak olduğu ve
zıt olduğu yönler vardır.
Maalouf’un sorusu ayrıntıları kuşkusuz Arap-İslam odaklı: “Arap-İslam
âleminin modernlik yanlısı seçkinleri, kuşaklardan beri, bu çözümsüz sorunu
boşuna çözmeye uğraşıyorlardı: Java’dan Fas’a kadar ülkelerine hükmeden ve
kaynaklarını denetim altında tutan Avrupalı güçlerin hegemonyasına boyun
eğmeden nasıl Avrupalılaşabilirlerdi?” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 22) Sorunun “çözümsüzlüğü” konusundaki
umutsuzluk yanında “hegemonya altında olmak” ve “Arap” ulusalcılığının
sorunları önemli boyutlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakınca Türklerin
önemli kazanımları var. Hem başarılı bir Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığımızı sağlamamız,
hem de Atatürkçü Devrimlerle çağdaşlaşma yolunda büyük adımlar atmamız çok önemli
kazanımlar. Her halde bizim temel sorunlarımız bu çağdaşlaşmanın toplumda
yeterli derinlik kazanmaması, bağımsızlığımızın sınırlılığı, son 60 yılda
giderek artan bir hızla gelişen karşı-devrim dalgası, ekonomik-toplumsal
gelişimde ulaştığımız düzeyin yetersizliği gibi sorunlar.
Maalouf, Doğu toplumunda “milliyetçiliğin” her zaman baskın
bir duygu olmamakla birlikte zaman zaman öne çıktığını (Doğunun Limanlarında anılan Türk-Ermeni çatışmasında olduğu gibi)
ve büyük yıkımlara yol açtığını belirtir. Bunun yerine yurtseverliği vurgular. Malouf’un dedesi Botros Genç Türklerin 1908
darbesinden çok etkilenir. Lübnanlı bir milliyetçi değil, bir Osmanlı
yurtseveridir. Milliyetçiler dışlayıcıdır. Yurtseverler ise dilleri ve
inançları farklı olan ama büyük ve modern bir ülke kurma isteğini paylaşan
grupların bir arada yaşadığı bir ülke düşlerler (Yolların Başlangıcı). Ne yazık ki bu düş gerçekleşmez ve Botros
önce ABD’ye gider; mutlu olamaz Lübnan’a döner. Herkesin “aidiyetini” belli
etmek için uygun bir şapka giydiği köyde başı açık dolaşan, çocuklarını vaftiz
ettirmeyen, biraz “kaçık” kabul edilen bir yaşlı adam olarak yaşar.
Arap ulusalcılığının yaşadığı sorunlar Maalouf’un ele aldığı
önemli konulardan biridir. Arapların Nasır ile yaşadıkları coşku ve ardından gelen
yenilgi ve düş kırıklığı Çivisi Çıkmış
Dünyada geniş biçimde inceleniyor (s. 86-120). Bütün Arap ulusalcı
ümitlerin zirveye çıktığı noktada 1967 Altı Gün Savaşında güçlerini
birleştirmiş Araplar “küçücük” İsrail karşısında bozguna uğruyor. Bu felaket karşısında Araplar “Dünyanın geri kalanının, onların kimlikleri
oluşturan her şeyden nefret ettiğini, değerlerinin küçümsendiğini
hissediyorlardı; daha da önemlisi, bu nefret ve küçümsemenin çok da haksız
olmadığını düşünüyorlardı içten içe” (s. 118).
Bizi asıl düşündüren yaşanan toplumsal travmanın temel
sorunumuzun kimlik uğruna şiddet boyutuna yansıması. Maalouf “intihar
bombacılarının” psikolojik temelini burada buluyor: “Bu ikili nefret –dünyadan ve kendinden nefret- … yıkıcı ve intihara
meyilli tutumları büyük ölçüde açıklıyor” Çivisi Çıkmış Dünya s.118).
Denemelerinde birçok yerde de Marxsizmin, özellikle de
Sovyetler Birliğindeki ekonomik ve kültürel sistemin çok sert bir eleştirisini
görüyoruz. Buna karşılık zaman zaman da Maalouf sorunlara sosyalistlerin bakış
açısından bakabiliyor. Örneğin bir dizi Arap ülkesinin –bir dönem- Sovyetler
Birliğine yanaşmasının nedenini Maalouf oldukça gerçekçi biçimde açıklıyor: “Siyasal bağımsızlıktan, ve ulusal devletin
başlıca doğal kaynaklarına sahip çıkmasından yana olan liderler … yüzlerini
Moskova’ya dönüyorlardı çünkü ‘kendi’ petrollerine, ‘kendi’ maden ocaklarına,
‘kendi’ şeker ve meyve işletmelerine ‘kendi’ Süveyş yada Panama kanallarına
‘kendi’ ayrıcalıklarına – özetle dünya çapındaki üstünlüklerine- dokunulmasına
karşı çıkan Batılı güçlerin öfkesine karşı koymaları gerekiyordu” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 127).
Kimliğin Din Boyutu
Hepimizin
bildiği gibi Orta Doğuda kimlik konusunun temelini dinsel – hatta mezhepsel –
bölünmeler oluşturuyor. Bu karışık coğrafyada insan Maalouf’un din hakkındaki
düşüncelerini merak ediyor. Yukarıda Cizvit okullarında eğitim aldığını ve
annesinin sadık bir Katolik olduğunu belirtmiştim. Ama aile büyükleri arasında
din açısından geniş bir çeşitlilik olduğunu da biliyoruz. Işık Bahçeleri kitabı üzerinde çalışırken kendi aile tarihi
hakkında “gençliğimde her zaman gizemli
olan” kötü ruhları da kovduğunu söylüyor. “Bazı akrabalarım bir dini komün içinde yaşıyordu. Büyük babamın
çocuklarını vaftiz ettirmemesi nedeniyle bir travma yaşanıyordu. Babam ve
kardeşleri Protestanlık, Katoliklik ve kilisesizlik arasında kalmıştı. Bu dinle
aramızda çok sorunlu bir ilişki oluşturdu ve ailemin bazı üyeleri çok uç
tutumlara yöneldiler.”
Bütün
dinlere oldukça kuşkucu baktığını söyleyebiliriz. “Dinsel nedenlerle yüce gönüllü olan insanlara büyük saygım var. Ama
dinin kötüye kullanılmasının korkunç sonuçlar doğurduğu bir ülkeden geliyorum.
İnsanları bildirdikleri inançlarıyla değil ne yaptıklarıyla değerlendirmeliyiz.”
“Benim için inançlı insan belirli değerlere
inanadır”. Bu değerleri insan onuru olarak özetler. (Ölümcül Kimlikler)
Doğu’dan Uzakta
romanında –birçok açıdan Amin Maalouf’u çağrıştıran karakter şöyle düşünür “Hiçbir dinin müridi değilim ve olma
ihtiyacını da duymuyorum… Kendimi ateist olarak da hissetmediğim için, sorun
hakkındaki tavrım hiç rahat değil…Ben nasıl iki vatan arasındaysam, aynı
şekilde inançla inançsızlık arasındayım” (Doğu’dan Uzakta s.347).
Dini fanatizmin son dönemde artması konusunda Arap
ülkelerinde yaşanan “Marxsist” deneyimin başarısızlığı da Maalouf’un savları
arasında. Marx’ın ünlü “afyon” benzetmesini içeren cümlesini bütünüyle alırsak:
“Dinsel üzüntü hem gerçek üzüntünün dışa
vurumu, hem de bu üzüntüye karşı çıkıştır. Din ezilen insanın iç çekişi,
kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.”
Görüldüğü gibi burada dine hakaret yoktur. Yalnızca “kalpsiz”, “ruhsuz”
kapitalist düzende ezilen insanın acılarını unutmak için sığındığı bir sığınak
olduğu değerlendirmesi vardır. Marx komünist düzende bu “kalpsizlik” ve
“ruhsuzluğun” sona ereceğini vaat edip bu anlamda dinin işlevinin de
kalmayacağı belirtilmektedir. İşte bu noktada Maalouf “vaat edilen mutluluğun daha da aldatıcı çıkmasının üstüne, halklar
kendilerini avutan ‘afyon’larına döndüler” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 147) diyor ve okuyucuyu Arap ülkelerinde
yaşanan “Marxizmin” ne kadar “Marxizm”
oluğu düşüncesiyle baş başa bırakıyor.
Yukarıda dinin bölücü veya “afyonlayıcı” etkileri konusunda
yapılan değerlendirmeler ışığında Maalouf’un dine karşıt bir tutum içinde
olduğu sanılmasın. “insanın en az
bedensel gereksinimleri kadar gerçek olan metafizik gereksinimlerine duyarlı”
(Çivisi Çıkmış Dünya s. 146) bir
çözümden yanadır.
YÜZEYSEL DEĞERLENDİRMELER
Zaman-zaman Maaluof’un bir düşünce adamının düşmeyeceği
kadar yüzeysel değerlendirmeler yaptığını da söyleyebilirim. Belki de herhangi
bir ideolojiye bağlanmamak yönündeki ısrarı onu sistematik düşünceden
uzaklaştırıp duygusallaştırıyor: “… safım
yok benim, partilerden, gruplardan, klanlardan hala uzak duruyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya, s. 140).
Önce Maalouf’un emperyalizme ilişkin yaklaşımı konusunda birkaç
örnek vermek istiyorum:
Orta-Doğu kökenli bir aydın olarak kendisinin emperyalizmin
“böl ve yönet” yöntemini çok iyi bildiğine inanıyorum. Irak işgali konusunda
ABD’ye haklı olarak yönelttiği sert eleştiriler de bu yönde. “İşgalin ilk haftalarından başlayarak,
Amerikan yetkilileri dinsel yada etnik aidiyetleri temel alan bir temsil
sitemini uygulamaya koymuşlardır … bölen bir kota sistemi koymak … yıkıcıdır”
(Çivisi Çıkmış Dünya s. 44). Kendisi
Lübnan yönetimindeki “kota düzenini” de kuşkusuz benden iyi biliyordur. Benim
bildiğim kadarı ile Lübnan Devlet Başkanının Maronit Hıristiyan; Başbakanının Sünni
Müslüman olması kurala bağlanmış; parlamentoyu
da Hıristiyanların ve Müslümanların bütün mezhepleri belirli oranlarda
paylaşıyorlar. Bu düzeni kuran da Fransa. Ama Maalouf “Lübnan’a gelince, 1918’den 1943’e dek süren Fransız mandasının …
bağımsızlıktan sonra gelen çeşitli rejimlerden daha zararsız olduğuna
inanıyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya
s. 42) gibi bir cümle kurabiliyor.
Batılıların Orta-Doğu’daki çıkarlarını ve egemenlik sağlama
çabalarının nedenlerini bilmediği söylenemez. Ama “Batılı güçler bütün dünya üstünde hegemonyalarını kurduktan, var olan
siyasal, toplumsal ve kültürel yapıları yerle bir ettikten sonra fethettikleri
topraklardaki halkların geleceğini manevi açıdan ellerinde tutuyorlardı; onlara
karşı nasıl davranmaları konusunda ciddi biçimde düşünmeleri gerekirdi; kendi
yurtlarındaki kuralları onlara uygulayarak, sömürgelerini yavaş yavaş evlat
edinir gibi kendi içlerine mi çekecekler, yoksa onlara sadece egemen olup
ezerek boyun mu eğdirecekler?” (Çivisi
Çıkmış Dünya s. 47) diye yazabiliyor. Bunu okurken insanın “sence neden hegemonya kuruyorlar Amin Maalouf?”
diyesi geliyor. Ayrıca “evlat edinme”
imgesi de çok ilginç.
Emperyalizme karşı bu ilkesiz tutum Maalouf’un düşüne
dünyasında kişilere, liderlere verdiği önemin abartılmasına yol açıyor: “Nasır … isteseydi … Mısır’ı ve bütün o
bölgeyi demokrasiye, bireysel özgürlüklere daha çok saygı göstermeye kuşkusuz
aynı zamanda barışa ve gelişmeye yönlendirebilirdi” (Çivisi Çıkmış Dünya s.93-94). Dünyanın geleceğine ilişkin “umut etkenlerini” sayarken “simge ve insan olarak Barack Obama’nın
yükselişini” (Çivisi Çıkmış Dünya
s.212) belirtmesi de bence benzer basite indirgeme örneği. Obama önemli çünkü “Dünyanın Amerika’ya her zamankinden fazla
ihtiyacı var, ama burada söz konusu olan hem dünyayla hem de kendiyle uzlaşmış
bir Amerika, dünya çapındaki rolünü –doğrulukla, hakkaniyetle, yüce
gönüllülükle; hatta incelikle, zarafetle- başkalarına ve başkalarının
değerlerine saygı çerçevesi içinde üstlenen bir Amerika” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 213).
Ama Maalouf’un hakkını da yemeyelim. Bence Amin Maalouf her
şeyin farkında. Örneğin Doğu’dan Uzakta’da Batı ve Doğu için “her iki taraf da kusurlu” diyen roman
kahramanı karşısında bir radikal İslamcıya şunları söyletebiliyor: “İki taraf
da kusurlu, öyle mi? Fransızlar Cezayir’e çıkarma yapıyor, ülkeyi ilhak ediyor,
kendilerine direnen herkesi katlediyor, sanki o topraklar kendilerine aitmiş ve
yerel halkın varlık nedeni itaat edip uşaklık yapmakmış gibi davranan bir
nüfusu getirip iskân ediyorlar. Ama iki taraf da kusurlu” (Doğu’da Uzakta s. 318). Neden daha
düşünsel içerikli denemelerinde Maalouf bu çizgiyi savunmuyor, ya da eleştirmiyor?
Batının Orta Doğuyu ekonomik açıdan “sömürmesi” bilinen bir
eleştiridir. Amin Maalouf ise özel olarak Avrupa’nın kültürel etkisine
değiniyor ve uyguladıkları çifte standardı vurguluyor: “Yerleşik düşüncenin aksine, Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın
geri kalan kısmına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam
tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi
değerlerine göre davranmaktan sürekli olarak kaçınmasıdır” (Çivisi Çıkmış Dünya, s. 47). Bu
yaklaşım Arap dünyasında da “kuğunun şarkısına” benzetilip eleştirel biçimde
ele alınan bir yaklaşım (Al Shawaf, “Amin
Maalouf’s Disordered World Is Swansong of Old Middle East”).
Bu “hem gerçekleri görme” hem de “göz yumma” durumunun
nedeni, bence, Amin Maarouf’un bütüncül ve sistematik bir görüşü, ideolojiyi,
doktrini benimsememesi. Bu konuda inanılmaz bir kafa karışıklığı yaşıyor: “Yirminci Yüzyıl hiçbir doktrinin
özgürleştirici bir kuvvet olmasının gerekmediğini bize öğretti. Hepsinin
ellerinde kan var – komünizm, liberalizm, milliyetçilik, büyük dinlerin her
biri hatta sekülarizm. Hiç biri köktenciliğin tekeline veya hiçbiri insani
değerlerin tekeline sahip değil” (Ölümcül
Kimlikler, s. 51).
MAALOUF’UN ÖNERİSİ
Çözüm seçenekleri konusunda Maaluof’u izleyerek birkaç ipucu
sayabilirim.
Biz Türk okurlarının özellikle dikkatini çeken Atatürkçülük hakkındaki
değerlendirme olacaktır. Maalouf Atatürk deneyinden övgüyle söz eder (Çivisi Çıkmış Dünya s.80-83). Hatta Türklerin yaşadığı çelişkiye de işaret eder: “Kemalistler halklarını, Avrupalılar onlara
günde üç kez Avrupalı olmadıklarını ve aralarında yerlerinin olmadığını
söylerken nasıl Avrupalılaşmaya ikna edebilir?” (Çivisi Çıkmış Dünya s.
82). Diğer yandan onun temel ilgi alanı Türkiye dışındadır. Bu nedenle onu asıl
ilgilendiren Atatürk modelinin başka Orta-Doğu ülkelerinde uygulama olanağı
olup olmadığıdır. Bu konuda ilk vurguladığı Mustafa Kemal’in düşmana karşı bir
kurtuluş savaşı kazanarak Türk ulusunun gözünde “meşruluk” kazanması olgusudur.
“İslam âlemindeki pek çok lider Türkiye
örneğine öykünmeyi düşledi” (Çivisi
Çıkmış Dünya s.82). Maalouf bu kapsamda Afganistan’da Emanullah Han,
İran’da Rıza Şah ve Tunus’ta Habib Burgiba’yı örnek veriyor. Bu gibi örneklerin
başarılı olamamasının ilk nedenini –Atatürk’ün aksine- bu önderlerin
geçmişlerindeki başarılı bir ulusal kahramanlıktan güç alamamaları olarak belirtiliyor.
Hatta Rıza Şah örneğinde halkın “düşman
güçler (ABD) tarafından korunduğunu”
düşündüğü bir kişinin meşruiyetinin kabul etmeyeceği vurgulanıyor. Özellikle Araplar açısından Türkiye örneğinin
oluşturduğu ikinci zorluk da “Türk
ulusalcılığında Araplara karşı sergilenen bir küçümseme, bir önyargı” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 84) olmasıydı.
Yukarıda Amin Maalouf’un Batılı güçlerin Orta Doğuda “kendi değerlerine” göre
davranmadıklarından dert yandığını belirtmiştim. Bu konuya devam edersem “çocuk kendisini evlat edinen bir anne ile
üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler
arasındaki farkı bilir” (Çivisi
Çıkmış Dünya s. 84). Burada kurtuluşu dışarıdan bekleyen bir yaklaşımın çok
açık sergilendiğini düşünüyorum.
Maaluof’un temel çözümünün “kültürel” olduğunu
söyleyebiliriz. “Ya … bütün kültürel çeşitliliklerimizle
zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız, ya da ortaklaşa bir barbarlığın
içinde yok olup gideriz” (Çivisi
Çıkmış Dünya s. 27). “21. Yüzyıl kültürle kurtulacak ya da yok
olup gidecek” (Çivisi Çıkmış Dünya,
s. 145).
Bu “kültürel” çözüm önerisini Amin Maalouf başkanlığında bir
çalışma grubunun 2007’de Avrupa Birliği için hazırladığı bir raporda da
görüyoruz (A Rewarding Challange).
Rapor temel olarak AB içinde çok kültürlü, çok dilli olma gerçeğinden yola
çıkıyor ve bunun insanı kamçılayan ve ödüllendiren bir durum olduğunu
vurguluyor. Ama rapor AB çerçevesinden hızla çıkıyor: “her toplumda dil, kültür, etnik veya dinsel çeşitliliğin hem iyi hem de
kötü yönleri vardır; hem bir zenginlik kaynağı hem de gerilim kaynağıdır.
Akıllıca olan bu yapının ne kadar karmaşık olduğunu kavrayıp olumlu etkilerini
artırıp olumsuz etkilerini en aza indirmektir” (A Rewarding Challange s. 3). Raporda AB yurttaşlarının kişisel
olarak bir dili benimseyip (personal
adoptive language) bu dili ve ilgili kültürü öğrenmeye çalışması; devletlerin de bu konudaki enstitü, vakıf
gibi örgütleri desteklemesi öneriliyor (A
Rewarding Challange s. 21). 2007 yılında hazırlanan bu raporda 2008 yılının
Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı (European
Year of Intercultural Dialogue) olduğu belirtilip Hükümetlerin bu yönde
adımlar atması öneriliyor (A Rewarding
Challange s. 26).
Amin Maalouf özellikle Çivisi
Çıkmış Dünyada vahşice tükettiğimiz yeryüzünün doğal kaynaklarına karşılık
kültürel kaynakların sonsuzluğuna dikkat çekiyor. “Yaşamın gereksinimleri ve hazlarını daha çok tüketerek karşılayabiliriz
ama bu yeryüzü kaynaklarına zarar verecek ve yıkıcı gerilimlerin yaşanmasına
neden olacaktır. Ama onları başka türlü de karşılayabiliriz, örneğin yaşamın
her döneminde öğrenime ayrıcalık tanıyarak, Çağdaşlarımızı dil öğrenmeye, sanatsal
alanlara merak salmaya, bir biyoloji ya da astrofizik keşfinin değerini
anlayabilmeleri için çeşitli bilim dallarını tanımaya teşvik edebiliriz. Bilgi
sonsuz bir evrendir, bütün yaşamımız boyunca hiç de ölçülü davranmadan
beslenebiliriz ondan, ne yapsak tüketemeyiz onu” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 142-143).
DEĞERLENDİRME
Yazımın başında da söylediğim gibi Maalouf romanlarında
özellikle günümüz Orta Doğusunda yaşayan bizler için çok önemli sorunlardan
yola çıkıyor. Bu anlamda dikkatle okunması gereken bir yazar. Vurguladığı
etnik- dinsel kimliklerin –bu bölgenin tarihinde hiç olmadığı kadar– öne
çıkması ve çatışmalara yol açması çok belirgin bir sorun. “20. Yüzyılda yaşanan iki büyük felaket komünizm ve antikomünizm. 21.
Yüzyılın iki büyük musibeti de radikal İslamcılık ve radikal İslamcılık
karşıtlığı olacak”.
Orta Doğu bilinen tarih boyunca
toplumların-uygarlıkların-kültürlerin bir çatışma alanı olmuştur. Diğer yandan
Amin Maalouf’un haklı olarak yakındığı 20-21’inci yüzyıl çatışmalarına gelince
neden açık biçimde emperyalist güçlerin bölgeye gelmesi ve çok bilinen “böl ve
yönet” taktiğinin uygulanması olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya savaşının
ilk yıllarında Cenevre’de sürgüdeki Lenin bu savaşın emperyalist güçler
arasında bir paylaşım savaşı olduğunu vurgulamış; hatta demiryollarının hangi
bölgelerde en hızlı arttığına bakarak paylaşımın nerede acil gündemde olduğunu
öngörmüştü (Lenin, s. 30 - 37). Lübnan – Suriye – Irak – Filistin – Arabistan
Sevr gibi bir anlaşma ile “hasta adamdan” kopartılıp, Sykes-Picot gibi bir
anlaşma ile İngiltere – Fransa arasında paylaşılınca ilk adım atılmıştı.
Bölgeyi sahiplenen emperyalist güç antik Roma döneminden beri bilinen “divide et impera – böl ve yönet” yöntemini uygulayacaktır.
Olaya tarihsel açıdan bakan çok bilinen –ve Maalouf’un
okuduğuna emin olduğum – bir kaynak da Bernard Lewis’in Ortadoğu’sudur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın diğer
bölgelerine göre “Arap eyaletlerinde ekonomik çöküşün daha hızlı” olduğu
belirtilir (Lewis, s. 361). Emperyalist güçlerin bölgede etkin olduğu dönemler
de Fransa-İngiltere dönemi; Fransa-İngiltere’nin yeni gelen İtalya-Almanya ile
çatışma dönemi ve ABD-Sovyet çatışma dönemi olmak üzere üç dönem olarak
tanımlanır (Lewis, s. 429-430). (Kitabın birinci baskı tarihi 1995 olduğunu göz
önüne alırsak sanırım ABD’nin egemenliğini dördüncü dönem olarak
ekleyebiliriz.)
Maalouf “bölünmenin” nedenlerini kapsamlı biçimde tartışmaz.
Yukarıda değinildiği gibi –özellikle Çivisi
Çıkmış Dünyada - “Batıya” serzenişte bulunmakla yetinir. Son gelişmelerden
daha çok ABD’yi sorumlu tutar – okuyucu burada yazarın biraz Avrupa’yı
kayırdığı izlenimine kapılır. ABD’de zenci Obama’nın iktidara gelmesi
Maalouf’ta bir iyimserliğe yol açar.
Kuşkusuz bir romancının gözlediği ve dile getirdiği konular
hakkında derin bilimsel analizler, toplumsal – ekonomik değerlendirmeler yapma
zorunluğu yok. Beni böyle acı (umarım acımasız değil) yorumlara yönelten belki
Maalouf’un romancı kişiliği yanında deneme nitelikli kitaplar yazması oldu. Belki
de değindiği sorunların beni çok yakından ilgilendirmesi gerçek neden. Yoksa çok severek okuduğum günümüzün bu büyük
romancısının yeni bir kitabının yayınlanmasını dört gözle bekliyorum.
KAYNAKLAR:
Amin Maalouf’un yukarıda sıralanan kitapları ve bloğu (www.
aminmaalouf.net/fr) yanında aşağıdaki kaynaklardan yararlanıldı:
ACHOUR,
Christiane Chaulet. “Identité, Mémoire et Appartenance un Essai d'Amin
Maalouf”, Neohelicon XXXIII (2006) 1, s. 41-49.
BAHRİ, Hamid ve Francesca Canadé Sautman. “Crossing History,
Dis-Orienting the Orient Amin Maalouf’s Uses of the “Medieval”. Medievalisms in the Postcolonial Word
(Ed. Kathleen Davis ve Nadia Altschul), Baltimore: John Hopkins University
Press, 2009.
DAVIS, Natalie Zemon. Tricstar
Travels: A Sixteenth Century Muslim Between Words, New York: Hill and Wang,
2006)
IŞIK, Gülcan, “Doğunun Perdesini
Aralayan Yazar: Amin Maalouf”,Virgül,
Aralık 2001, s. 64.
Jeune Afrique
Tunuslu Beşir Ben Yahmed tarafından kurulan bir dergi. Özellikle batılıların
oluşturduğu gündenlere karşı yazılar yer alıyor. Maalouf’un “La Fissure ”(Ocak 1977), “Un
autre dialogue Nord-Sud” (18 Mart 1977), “Deux Nord, deux Sud” (17 Haziran
1977) gibi yazıları kutuplaşmalara dikkat çekiyordu.
LENIN,
Vlademir İlyiç. Imperialism, the Highest Stage of Capıtalısm, 1916.
LEWIS, Bernard. Ortadoğu, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2006.
REDOUANE, Najib. “Mémoire et Identité Renaissante dans Origines
d'Amin Maalouf”, Neohelicon XXXIII
(2006) 1, s. 29-39.
SAID, Edward. Oryantalizm,
İstanbul: İrfan Yayınevi, 1998.
SASSINE, Antoine, “Le ‘Rite de Passage’ Chez Amin Maalouf”, Neohelicon, XXXIII (2006) 1, s. 51–61.
Al-SHAWAF, Rayan, “Amin
Maalouf’s Disordered World Is Swansong of Old Middle East”, The Daily Beast, Aralık 2011.
“A Rewarding
Challenge-How the Multıplıcıty of Languages Could Strengthen Europe”,
Brüksel, 2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder