19.yüzyılın düşünce yaşamını şekillendiren iki düşünürden
biri Marx ise diğeri de Nietzsche’dir. Nietzsche’de “Ahlak yerine gücün ve yoğunluğun-intensity” vurgulandığını görürüz.
Özellikle batı kültüründe ahlak, politika, estetik gibi alanlarda önemli bir yer
tutan hiyerarşiye karşı çıkıp yerleşik hiyerarşilerin dışında bir felsefe
geliştirir. Bu yaklaşım İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Postmodernliğin
temelini oluşturur.
Rousseau’nun Aydınlanma karşıtı bir Aydınlanmacı olması gibi
Nietzsche de Modern karşıtı bir Modern’dir. Modern’in sakıncalarını kötü
taraflarını görmüş ve göstermiş ama Modern öncesine dönülemeyeceğini de kabul
etmiştir.
Felsefe konusunda çok az okumuş biri bile Friedrich
Nietzsche’yi “tanrı öldü” sözü ile
tanır. Bu slogan Nietzsche’nin Şen Bilim,
Zerdüşt Böyle Dedi gibi yapıtlarında
birkaç yerde geçer.
“Tanrı öldü. Tanrıdan
geriye bir ölü kaldı. Ve onu öldüren biziz. Hâlâ gölgesi beliriyor uzaklarda.
Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri? Neydi bıçaklarımızın
altında ölümüne kan döken, dünyanın sahip olmuş olduğu bu en kutsal ve en
kudretli şey: bu kanı kim silecek üzerimizden? Hangi su var bizi temizleyecek?
Hangi teselli şölenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmek zorunda kalacağız?
Fazla büyük değil mi bize bu davanın yüceliği? Buna layık olmak için birer
tanrıya dönüşmeli değil miyiz?” Şen
Bilim - Die fröhliche Wissenschaft
(1882–1887).
Nietzsche bunu söylerken Tanrı’nın yokluğunun çok ötesinde
bir şey söyler. Ona göre düşünsel anlamda herhangi bir ideal yoktur. Standart
yok, son nokta yok, kutsallık yok, temel yok, inanç evreni yok, Tarihin
anlamı-yönü yok, meşru yok. Kendimizi, düşüncelerimizi, eylemlerimizi ölçüp
değerlendireceğimiz herhangi bir ölçüt yok. Hiçbir zaman da olmadı.
Felsefe Platon’dan beri yanlış bir çizgide ilerledi. Platon içinde
yaşadığımız “görünür” dünyanın bir yansıma olduğunu; “gerçek” dünyanın “ideallerden”
oluştuğunu öne sürmüştü. Örneğin gerçek üçgen, üçgen kavramıdır, üç kenarı
vardır, iç açılarının toplamı 1800’dir… Böyle bir üçgeni içinde
yaşadığımız “görünür” dünyada bir taş üzerine kazıyabiliriz, tahtadan, demirden
yapabiliriz. Ama bütün bunlar ideal değildir, üstelik zamanla aşınır, bozulur.
Oyda “gerçek” üçgen kavramı ideal bir şekildir. (Böylece Nietzsche’nin
nitelemesiyle felsefe tarihinin ‘en uzun yanlışı’ başladı!)
Platon’un “gerçek” dünyası, bilge insanın bilincindeki
kavramlar olarak felsefe tarihinde yerini aldı. Musevi-Hristiyan-İslam inancında
“cennet” kavramı geliştirildi; “bu dünyanın” önemi küçümsenirken “öbür dünya” yüceltildi.
Dinsel kurallar pekiştirildi ve “günah” kavramı geliştirildi.
Blogumun “Düşünsel Öncüler” sayfasında değindiğim gibi
Immanuel Kant olgusal (phenomenal) dünya
ile inanç (noumenal) dünya ayrımı
yaparak Akılcılığı ve Aydınlanmayı olgusal dünya üzerinde geliştirmeye çalıştı.
İnanç dünyası ile pek uğraşmasa de özellikle Salt Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft, 1781) kitabında
böyle ayrı bir evren olamayacağını gösterdi. Bunu kanıtlamak için uyguladığı
düşünsel yöntem bir blog sayfalarına sığmayacak boyutta olsa da Bizim konumuz
açısından Nietzsche’nin “Tanrı öldü” derken bu tür bir yaklaşım izlediğini
söyleyebiliriz:
“Eğer Tanrı öldüyse,
Nietzsche belki cesedi üzerinde zıplayan adamdır; oysa cinayet silahının her
yerinde Kant’ın izi vardır.” (Will Buchingam (Ed.) ve Diğerleri, The Philosphy Book, s. 220)
Rousseau doğal-ideal insandan uzaklaştığımızı vurguladı.
Marx üretken-ideal insandan yabancılaşarak uzaklaştığımızı vurguladı… Oysa
bütün bunlar Batı felsefesinin yanlış başlayan çizgisinin uzantılarıdır.
Böylece Nietzsche gerçek ile ideal arasındaki ilişkiyi çeşitli biçimlerde
kurmaya çalışan düşünce sistemlerine temelden saldırır.
Hatta bir adım daha atabiliriz. Bütün bu inanç dünyası,
ölçütler, temeller, meşrulaştırma çabaları bizim yoğun biçimde, güçlü biçimde
yaşamamıza engel olmak için oluşturuldu.
1887’de yayımlanan Ahlakın
Soykütüğü’nden (Zur Genealogie der Moral) alıntılar bu konudaki fikirlerini
özetlemek için yararlı olacaktır.
Bu kitaptaki ilk makalede hırs, kin kavramı ele alınır. Bu
kavram Nietzsche için çok önemlidir ve “tersine çevirmenin dinamiğini”
gösterir. İyi-kötü zıtlığını ele alalım. Asiller, güçlüler, zenginlerin “iyi”
durumda olması; asil olmayanların, fakirlerin, zayıfların ise “kötü” olmasıyla
başlayalım. Bu durum ikinci gruptaki
büyük kitlenin hırslanması, kinlenmesi ve güçlülük, zenginlik gibi kavramları
“kötü” olarak nitelemesi sonucunu doğurur. Zayıfın, fakirin kendini kötü
hissetmesine yol açan şey zararlıdır, kötüdür, günahtır, ahlaksızdır… Zayıf,
fakir ise iyidir, günahsızdır, iyi ahlaklıdır. Tersine çevirmenin dinamiği
çalışmış ve “iyi”, “kötü”; “kötü” ise “iyi” olmuştur. Nietzsche’ye göre ahlakın
temeline gücün yadsınması diyebileceğimiz bu kavram yerleşir. Bu, onun karşı
çıktığı ve doğal olmadığını vurguladığı bir gelişmedir. Nietzsche gücün,
yoğunluğun gelişmesini ister. Ahlak, zayıfların kendini teselli etmek için
geliştirdiği bir kavramdır.
“Kuzular yırtıcı
kuşlara bakıp kendi aralarında ‘bunlar günahkâr, bir kuzu gibi, bu yırtıcılara
hiç benzemeyen hayvanlar ise iyidir’ diye konuşsalar bu idealin oluşmasında ne
yanlış var? Yalnızca yırtıcı kuşlar aşağıya bakıp bir küçümseme ile ‘bu küçük
kuzular bizi hiç de rahatsız etmiyor. Hatta onları seviyoruz. Hiçbir şey küçük
bir kuzudan daha lezzetli değildir’ diyebilirler.”
Gücün kendini güç
olarak ifade etmemesini, hükmetmemesini, düşmanlarını yenmemesini istemek,
zayıfın kendini güçlü olarak ifade etmesini istemek kadar gerçek dışıdır.”
Kitaptaki ikinci makalede Nietzsche “çile çekme ve çile
çekenler suçluluk duygusunu nasıl oluşturur ve bu suçluluk duygusu nasıl gücün,
yoğunluğun yadsınmasına yol açar” konusunu ele alır.
“Her sanat ve düşünce
yapıtı yaşamı sürdürme ve büyütme çabasının hizmetinde bir yardım ve tedavi
olarak görülebilir. Hepsi bir ön kabul olarak çile çekmeyi ve çile çekenleri
var sayarlar.”
Buradan bellek kavramına geliriz. Ahlak -özellikle Nietzsche’nin eleştirdiği Hristiyan
ahlakı- hatırlamaya, suçu günahı, ilk günahı hatırlamaya dayanır. Oysa
Nietzsche unutmadan yanadır:
“Eğer unutma olmasaydı
mutluluk, neşe, umut, övünç, bugün… olmazdı. Bu bastırma sistemi zarar görür ve
doğru çalışmazsa insan hazmedemez ve biter.”
Ahlak değerleri bizim düşünsel yeteneklerimiz sonucu olarak
oluşmaz, bize çevremiz tarafından kazınır:
“Bütün ‘güzel
şeylerin’ temelinde ne kadar çok kan vardır?”
“Başkalarının çile
çektiğini görmek bir işe yarar. Diğerlerinin daha çok çile çekmesini sağlar.
Kabul etmesi zor ama eski, yüce, insani, hatta maymunda bile olduğu söylenebilecek
kadar insani bir söylem: Zalimlik olmadan kutlama olmaz.”
Nietzsche’nin bu bakış açısını bir kötümserlik olarak değil,
bir gerçekçilik olarak değerlendirdiğini belirtmeliyiz. Ahlaki değerlerin bu
biçimde gelişmesi, güçlülüğümüz ve yoğunluğumuzdan utanç duymamıza yol açtı.
“Çile çekmeye karşı
nefretin yükselmesi çile çekmenin kendisine değil, çile çekmenin
anlamsızlığınadır.”
Ahlak ilkelerinin bilincimize kazınması sonucunda suçluluk
duygusu içinde topluma borçlu olduğumuzu düşünerek hep borçluluk hissederek
yaşarız. Bu bizim bir hizada davranmamıza, sıradanlaşmamıza yol açar.
“‘Haklı’ veya ‘haksız’
kavramlarının hiçbir anlamı yoktur. Zarar vermenin, bastırmanın, kullanmanın,
tahrip etmenin kendileri ‘haksız’ olamaz. Çünkü yaşamın temelinde bunlar
vardır. Yaşam temel işlevlerinde zarar verir, bastırır, kullanır ve tahrip
eder. Bu özellikleri yok sayılamaz.”
Kendiliğinden oluşan “değer” yoktur. Değerler insanları
denetlemek için, güçlerini göstermelerine engel olmak için geliştirdiğimiz
toplumsal yapılardır. Değer olmayınca kuşkusuz ‘suç’ da ‘ceza’ da olmaz:
“Bugün neden ‘ceza’
olduğunu söylemek zordur. Göstergebilim (semiotics) kapsamında sürecin tümünü
özetleyen fikirler tanımdan kaçarlar. Yalnızca tarihi olmayan şeyler
tanımlanabilir.”
(Bu anlatımda Post Modernizm’de “yıkmak-sökmek” (deconstruction) olarak belirtilen
kavramın temelini gördüğümüzü belirtmeliyim.)
Ceza gelecek davranışlarımız için bir “bellek” oluşturur,
‘vahşiliğimizi’ siler. Bizi daha iyi insanla yapmaz, evcil hayvan yapar. Doğal
bulduğumuz, ‘tanrı vergisi’ birçok kavram ve uygulama, aslında denetim amacıyla
tarihsel olarak bir araya getirilmiştir.
Hatta bu bir hastalıktır.
“Kötü bilincin bir
hastalık olduğunu düşünüyorum. İnsanın şimdiye kadar karşılaştığı en temel
değişimin –sonunda kendini toplumun ve barışın duvarları arasında bulmasının-
baskısı altında yakalandığı ciddi bir hastalık.”
Ahlak, Nietzsche’ye göre bir tür kendine işkence etmeye
dönüşür. Oysa bazı içgüdülerimiz hala vardır:
“Bütün içgüdülerimiz
dışa vurulmaz. Bazıları içe döner. Ben buna insanın içedönüşü diyorum. İnsan
ilk olarak bunu gelişirdi, sonradan buna ‘ruh’ dedi.”
(Burada yüzyılın sonunda Freud’un geliştireceği içgüdü –onun
vurguladığı boyutta cinsel içgüdü- kavramını buluyoruz.)
Yine Tanrı’ya dönersek:
“İnsan, Tanrı’da kendi
engellenemez hayvani içgüdülerinin kusursuz bir anti-tezini görür. Bu hayvani
içgüdülerini Tanrı’ya karşı suç olarak yorumlar. Bu düşünce onun için bir
işkence halini alır.”
“Dünyada her bir
idealin oluşumunun bize ne kadara mal olduğunu hiç düşündünüz mü?... Biz modern
insan bilinç-denekleri ve binyıllarca kendine işkence edenlerin mirasçısıyız.”
Bütün bu analizlerden, otopsiden sonra ikinci makalenin
sonunda “değişim olanaklı mı? İnsanlar
gerçekten bu zincirleri kırabilirler mi?” Diye sorar. “Bilmiyorum, belki büyük bir kişi gelir ve bizi kurtarır” diye
yanıtlar. Ama belirgin olan bu değişim için bir yöntem önermediğidir. Burada
çağdaşı Marx’tan farklı bir yaklaşımını daha görüyoruz. Tümüyle farklı
analizler yapsalar da Nietzsche ve Marx modern toplumun bazı hastalıklarına
dikkat çektiler. Marx, gördüğü hastalıklardan kurtulmak ve değişmek için bir
yol önerdi; Nietzsche ise bir öneri geliştirmedi.
Nietzsche’nin temellere, değerlere yaptığı bu saldırı,
onların aslında yalnızca denetim amaçlı birer alışkanlık olduğunu belirtmesi Modern
ve Postmodern düşünce için çok önemlidir. Blogumun başka sayfalarında
değindiğim gibi dönemin birçok sanatçı ve düşünürünün toplumdaki yanlışları ve
aptallıkları gördüğünü söyleyebiliriz. Flaubert’in büyük düşmanı kentsoylu
alışkanlıklarıydı. Kendini günlük yaşamın, politikanın üzerine çıkartıp
bunlarla alay etti. Fildişi kulesinde sanata, kusursuz cümleler yazmaya
yöneldi. Baudelaire de bu kötülükleri, aptallıkları gördü. Ama o yaşamın içine
battı, modern kent yaşamının çeşitli yönlerini yarattığı düzyazı-şiir gibi yeni
formlarla anlattı.
Kurallar, sınırlar, Tanrı buyrukları kalmayınca insan kendi
yaşamını oluşturmak sorumluluğu ile karşı karşıya gelir. Burada Nietzsche’nin sustuğunu
görüyoruz. Bu düşünce çizgisinin devamını 20. Yüzyılda J. P. Sartre’ın Varoluşçuluğunda
(existentialisme) izleyeceğiz.
Kuşkusuz tarihsel olarak Nietzsche’nin yaşadığı dönem bu
görüşlerin oluşmasında ve yayılmasında çok önemli olmuştur. 1871’de Alman
birliği oluştu Alman İmparatorluğu (Deutsches
Kaiserreich) kuruldu. Almanca konuşan Avrupa’da milliyetçilik rüzgârları
esmeye başladı. Artık onlar da güçlü ve gelişmiş ülkeler arasında olduklarını
kanıtlayabilirdi. Bu atmosfer içinde Nietzsche’nin de bu akıma kapılması ve
güçlenen Almanya’yı sevinçle karşılaması beklenebilirdi. Oysa Nietzsche bunun
tersini düşünüyordu. Yeni bir Alman ulusal devletinin, ekonomisinin, kentsoylu
sınıfının, ahlak sisteminin gelişimini kaygı verici buluyordu. Bu yeni devletle
Almanca konuşan orta Avrupa’da da kentsoylu ahlakı gelişecek ve suçluluk
bilinci yayılacaktı.
Marx gibi Nietzsche de ölümünden sonra da düşünceleriyle çok
etkili olmuş bir düşünürdür. Hitler ve Nazi düşünce biçimi onun üstün insan,
gücünü sınırsızca kullanan insan, Musevi-Hristiyan ahlakının sınırları dışına
çıkabilen insan gibi kavramlarını çok kullandılar. Diğer yandan Nietzsche’nin
güçlü bir devlete ve Milliyetçi fikirlerin getirdiği sınırlamalara, dayatmalara
da karşı olduğu çok belirgindir (Zerdüşt
Böyle Dedi). Ayrıca genç yaşta akli dengesi bozulunca çalışmalarını derleyen
ablasının da Yahudi karşıtı bir kişiliği olduğu ve bu “derleme” sırasında
Nietzsce’nin fikirlerinin çarpıtıldığı da savunulan tezlerden biridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder