Yapıtlarının çokluğu, toplum yaşamına etkisinin büyüklüğü,
düşünce dünyamıza olduğu kadar eylem alanında da önderliği açılarından kısa bir
blog sayfasında değerlendirilemeyecek kadar büyük bir düşünürle karşı
karşıyayız. Ayrıca Karl Marx ve Friedrich Engels’in (1820-1895) çalışmalarını
birlikte ele alacağımı vurgulamak isterim. Sınırlı amacım ve bu sayfaların
boyutu bu iki düşünürü ayrı ayrı ele almama izin vermiyor. Burada Marxizmden
çok küçük bir kesit alıp özellikle modern toplum yapısına etkisine değinmeye
çalışacağım.
Marx’ın erken döneminde özellikle yabancılaşma kavramı
üzerinde durduğunu görüyoruz. Kapitalizm ve sanayileşme öncesinde bir şey
üreten kişi, örneğin kendi atölyesinde demir döverek bir pulluk üreten insan,
ürünü benimsiyor, üretimi ile öğünüyordu. Bir anlamda üretimle kendini de
geliştiriyor ve üretiyordu.
Oysa bir sanayi tesisinde işçi, kendine ait olmayan
bir işyerinde, kendine ait olmayan aletleri kullanarak, işin çok küçük bir
parçasını yapıyor, örneğin kendine verilen talimatlar doğrultusunda yalnızca
birkaç vida sıkıyor. Sonuç olarak ürünü hiç benimsemiyor. Hatta ne kadar çok ve
hızlı çalışırsa o işine o kadar çok yabancılaşıyor: “Ekonomi politik temelinde işçinin bir tüketim nesnesi düzeyine
alçaldığını gördük. Hem de çok sefil bir tüketim nesnesi. Üstelik sefilliğinin
derecesi üretim gücü ve büyüklüğü ile ters orantılıdır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).
“İşçinin üretimindeki yabancılaşma yalnızca işinin bir nesne olması,
kendisinin dışında oluşması, yabancı olması, değil işçinin karşısında bir güç
haline gelmesidir” (Ekonomi ve
Felsefe Elyazmaları,1844).
Giderek özgür zamanı işin dışına kayıyor ve çalışma
süresinin artmasıyla kısalıyor: “İşçi,
işinin dışındayken kendini hisseder ve işinde kendini hissetmez. İşinin dışında
kendini evinde hisseder ve işinde kendini evinde hissetmez…. Son olarak işçi
için iş kendi dışında bir karaktere sahip olmuştur, artık başkasınındır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).
Hatta insanlıktan uzaklaşıyor: “Sonuçta insan (işçi) yalnızca hayvansal işlevlerinde –yerken, içerken, sevişirken-
veya en iyisinden süslenirken, evindeyken etkin olur. İnsani işlevlerinde
kendini bir insan gibi değil hayvan gibi hisseder. Hayvan insan ve insan hayvan
olmuştur” (Ekonomi ve Felsefe
Elyazmaları, 1844).
Üstelik işçilerin yabancılaşmadan kurtulması yalnızca
kendilerine yaramayacaktı: “İşçilerin
yabancılaşmış işgücü, özel mülkiyet ilişkileri gibi unsurlardan kurtulması
politik yapıya yansıyınca yalnızca onların kurtulması söz konusu değildir; işçilerin
kurtulmasıyla insanlık da kurtulacaktır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).
Marx’a göre iş bizim bir uzantımız olmalıdır. Türümüzün
yaşamı (species-life) çalışmamızla
kendimizi oluşturmamıza dayanır[1]. Oysa modern yaşamdaki “yabancılaşma” duygusu
önemli bir çelişki olarak karşımıza çıkıyor. Üretimdeki bu çelişkiden-çatışmadan
yola çıkan Marx’ın tarih felsefesine yöneldiğini görüyoruz. Blogumun “Düşünsel
Temeller” bölümünde Hegel’in tarihsel gelişimi “çatışma” temelinde ele aldığını
görmüştük. Hegel, tezin kendi karşıtı olarak anti tezi ürettiğini ardından bu
çatışmanın sentezin oluşumu ile sonuçlandığını ve bu sentezin de tez haline
gelip sarmalın sürdüğünü düşünüyordu. Marx’a göre sarmal doğru ise de bunun
idealist bir temele oturtulması yanlıştı “Hegel
diyalektiği başı üzerine oturtulmuştu” (Feuerbach Üzerine Tezler, 1845) ve diyalektik süreci maddeci bir
temel üzerine oturttu çatışmanın temelinin bir sınıf mücadelesi olduğunu öne
sürdü.
Tam bu noktada biraz geriye gidip Avrupa’daki atmosferi
hatırlamaya çalışalım. 1789 Fransız devriminin ardından terör dönemi diye
adlandırılan dönem gelmişti. Ardından Napolyon’un devrimci ve imparator
dönemlerini, Avrupa seferlerini görüyoruz. Napolyon’un yenilgisinin ardından
1815 Viyana Kongresi ile kurulan düzen Avrupa’daki krallıkların bir süre daha kendi
varlıklarını koruma çabalarını simgeler. Ama bu düzen pek de sakin ve uzun ömürlü
olamamıştır.
- Örneğin Fransa politik çalkantılar içindeydi. 1820’de 10. Charles tahta çıkmış, devrim basıncını önlemeğe çalışmıştı. Ama 1830’da isyan dalgası yeniden kitleleri harekete geçirmiş, kral tahttan indirilmişti. Ayaklanmalar sonucunda çok daha ılımlı, bazılarınca burjuva kral olarak nitelenen Luis-Philippe tahta çıktı[2].
- Almanca konuşan Avrupa ise hala küçük prensliklere bölünmüş haldeydi. Prusya oldukça muhafazakâr bir yapıda bunları birleştirmeye çalışıyordu. Kant’ın ardından Hegel’de gördüğümüz gibi düşünsel açıdan oldukça verimli çalışmalar yapılıyordu.
- İngiltere ve İskoçya ise –olumlu ve olumsuz yönleriyle- endüstriyel kapitalizm yolunda Avrupa’ya öncülük ediyordu.
Marx bu ortamda Fransız politikasını, Alman felsefesini ve
İngiliz ekonomisini izliyordu.
Yukarıda özetlenen tarih yorumu 1800’lerin ortasında Marx’ı
sınıf çatışmasının kaçınılmaz, hatta gerekli olduğu görüşüne yöneltti. Tarih,
“tezin” karşısında “anti tezi” oluşturmuştu. Çatışma büyük bir boyuta çıkmıştı.
Bir devrim ile senteze ulaşılması gerekiyordu. İşte bu dönemde Marx’ın eylem
adamlığı ve gazeteciliği öne çıktı. Birinci Enternasyonal’e (1864, Londra)
katıldı. “Bu günlerde Avrupa’da sık sık bir hayalet görünüyor – komünizm hayaleti”
satırları ile başlayan Komünist
Manifesto (1847) yayınlandı. Manifestonun ilk satırı kadar son satırı da
etkileyici bir sloganla biter: “Bütün
ülkelerin işçileri birleşin!”[3]
Yine çok bilinen “Bugüne kadarki tüm
toplumların tarihi sınıf çatışmasının tarihidir” cümlesi de bu kitapçıktandır.
Diğer yandan Marx’ın manifestoda burjuva sınıfına çok önem verdiği gözlenir.
Burjuvazinin aristokrasiyi yenmek için işçi sınıfını eğitmesini ve politik
arenaya çekmesini ister. Burjuvazinin kralı devirdikten sonra durmak
isteyeceğini, birkaç küçük değişiklik yapıp çekileceğini öngörür. Ama artık
politik arenaya inmiş ve gücünü görmüş olan işçi sınıfının durmak istemeyeceğini
tahmin eder.
Gerçekten 1848 Şubat ayında Fransa’da esmeğe başlayan devrim
rüzgârı, ilkbahar aylarında tüm Avrupa’ya yayıldı. Diğer yandan farklı
sınıfların farklı istekleri vardı. Kentsoylular güç ve para; köylüler her
zamanki gibi toprak; işçiler de iş ve iyi bir ücret istiyordu. Örneğin kentsoyluların para isteği ile
işçilerin iyi ücret isteği çatışıyordu. Devrimci koalisyon Haziran ayında
çözülmeye başladı. Ordu kırsal bölgelerden Paris’e çağırılıp ayaklanan işçiler büyük
bir vahşetle katledildi. Topçu ateşi birkaç ay önceki müttefiklere yönelmişti. Böylece
köklü bir devrimin hemen gerçekleşmeyeceği anlaşıldı: “Günümüzün kuşağı çölde Musa’yı izleyen Yahudilere benziyor. Yalnızca
keşfedecekleri yeni bir dünya yok. Aynı zamanda yeni dünya ile başa çıkabilecek
insanlara yer açmak için yok olmaları gerekiyor”(Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1850). Hatta güzel devrim-çirkin devrim
nitelemeleriyle bu konuda biraz alaycı bir tutum takınır: “Şubat devrimi evrensel sempati ile karşılanan güzel devrimdi. Çünkü
monarşiye karşıydı ve kendi içindeki çelişkiler henüz gelişmemişti. Çelişkiler
barışçıl bir uykudaydı… Haziran devrimi çirkin devrimdi. Kirli devrimdi. Çünkü
gerçek söylemler ortaya çıkmıştı”(Fransa’da
Sınıf Mücadeleleri, 1850). Burada gerçek devrim çirkindir. Güzellik onu
gizler. Hatta başka bir yerde “özgürlük,
eşitlik, kardeşlik aslında piyade, süvari ve topçu demektir” der.
1848’de seçimle gelen Luis-Napoleon Bonapart’ın (III
Napolyon) 1852’de imparatorluğunu ilan ettiğini ve 1870’e dek Fransa’yı bir
diktatör olarak yönettiğini belirteyim.
Marx’ın önemli bir özelliği de yalnızca düşüncelerini
yazdığı kitaplarda yazan bir düşünür olarak kalmaması, bir eylem adamı olmasıdır. “Düşünürler şimdiye dek yalnızca dünyayı
çeşitli biçimlerde yorumladılar; yapılması gereken oysa onu değiştirmektir”
(Feuerbach Üzerine Tezler, 1845). Özellikle
de Neue Rheinische Zeitung ve New York Daily Tribune gib yayın organlarındaki
gazeteciliği ile ve Komünist Birliği (Bund
der Communisten), Uluslararası İş Birliği (International Workingmans Association) ve Alman İşçileri Eğitim Derneği (German Workers' Educational Society) gibi
örgütlerdeki çalışmaları ile bunu kanıtlar.
Marx’ın 1852’den sonra çalışmalarını ekonomi alanına yoğunlaştırdığını
görüyoruz. Sınıf mücadelesinin altında yatan, daha dipteki sorunları anlamaya,
özellikle İngiltere’de gözlediği kapitalizm – sanayi yapılarını, artı değerin
oluşumunu ele aldı. Bu dönemin büyük yapıtı Das Kapital (1867-1894) oldu. Çok ana hatlarıyla üç katmanlı bir
altyapı tanımladı: doğal yapı (ülkenin coğrafyası, iklimi…), üretim güçleri
(sermaye, makinalar, işgücü) ve üretim ilişkileri (feodal, kapitalist…ilişkiler).
Bu alt yapı, ülkenin üst yapısını (hukuk, sanat, siyaset…) oluşturuyor. Bir
yandan yukarıda sıralanan üç katman, diğer yandan üst yapı ile alt yapı
arasında karşılıklı bir iletişim ve etkileşim var.
Her halde Karl Marx yalnızca yaşadığı dönemi değil günümüz
kadar uzanan dönemde toplumsal yaşamı en derinden etkileyen; hakkında en büyük övgüler
ve en yerici küfürler yazılan; tüm ayrıntıları ile incelenen ve en üstünkörü
bir anlayışla sloganlaştırılan… düşünürdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder