Madame Bovary’i yıllar önce okumuştum. Çok usta bir
romancının sürükleyici bir yapıtı olarak iz bıraktı. Konusu olarak da bir türlü
tatmin olamayan, zengin olmak, pahalı ve gösterişli bir yaşam sürmek isteyen
Madam aklımda kaldı. Bu uğurda en temel ahlak ilkelerini de çiğnemekten geri
kalmıyordu. Romanın diğer karakterleri arasında ise yalnızca zavallı eşi,
Monsieur Bovary, aklımda kalmış. Niye yalan söyleyeyim. Romanı ve romancıyı hiç
de küçümsemesem de bana bu karakterler biraz fazla abartılı biraz fazla
“prototip” gelmişti.
Modernizm üzerine okurken geçenlerde Flaubert’in bir sözüne
rastladım. “Ne zevk! Ne mutfak! Ne şarap!
Ne söylev! …. hiçbir şey bana bunlardan daha iğrenç gelmiyor.”. Birdenbire
Flaubert’in aslında modern yaşamı alaya aldığını ve bu amaçla abarttığını anladım.
1865’te yazılan bu büyük romana ve Flaubert’e bu gözle bir daha baktım ve
burada gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kitap küçük Charles Bovary’nin okul sahnesi ile başlıyor.
Charles okula geç başlamıştır, sınıf arkadaşlarından büyüktür ve daha ilk
sayfalarda Charles’ın geri kalmasına tanık
oluyoruz. Ne yazık ki Charles kitap boyunca geri kalacak. Onun hakkında çarpıcı
hiçbir şey yoktur. O denli ikinci sınıftır ki seçtiği tıp mesleğinde bile
ikinci sınıf bir tıp derecesi alır ve kamu sağlık servisinde officier de santé olur. Evliliğini de
annesi ayarlar: Heloise Dubuc. “Madame
Dubuc çirkindi ve değnek gibi zayıftı. Bahar goncaları gibi sivilceli yüzü ile
kesinlikle aralarından tercih edeceği pek talibi yoktu. Anne Bovary amacına
erişmek için bütün bunları gizlemeliydi. Bir domuz kasabının entrikacılığı ile
bunu da başardı”. Kuşkusuz Madame Bovary için önemli olan oğlunun düzenli
bir gelir sahibi olan biriyle evlenmesidir.
Charles Monsieur Rouault’un kırılan bacağına bakmak için
çitliğine gittiğinde Rouault’ların kızı güzel Emma’yı görüp hayran olur. Emma ile ilk karşılaştıklarında Emma’nın
dikiş dikiyor –daha doğrusu böyle görünmeye çalışıyor- olmasının simgesel bir
önemi var. Çünkü Emma bu konuda beceriksizdir. “İğne kutusunu bulması uzun zaman aldı ve babası sabırsızlandı. Hiçbir
şey söylemeden dikiyor, ama sürekli iğneyi parmaklarına batırıyor, parmaklarını
ağzına götürüp emiyordu”. Güzel kız bir şeyler içmek için ısrar etti. “Gülerek dolaptan bir couracao şişesi ve iki
küçük bardak çıkarttı. Birini ağzına kadar doldurdu. Diğerine hemen hemen hiç
koymadı. Charles’in bardağına değdirip ağzına götürdü. Bardağında çok az içki
olduğu için içerken başını arkaya eğdi. Dudakları büzüldü, boynu uzadı, boynu
gerildi, dilinin ucu narin dişleri arasından uzanıp bardağın dibindeki
damlalara uzanırken nedensiz biçimde güldü.” Bu Charles için tümüyle farklı
bir dünya idi.
Emma’yı daha sık görmek için kırık bacağa gerektiğinden
fazla ilgi gösterince karısının kıskançlık krizleriyle karşılaşan Charles’ın
yaşamı daha da çekilmez olur. Bu arada Heloise’ın parası da olmadığı
anlaşılmıştır. Neyse ki Heloise aniden ölür. Bekleneceği gibi Charles Emma’nın
peşine düşer ve kısa süre sonra evlenirler.
Emma’nın dikiş gibi ev işlerinde pek de usta olmadığını gördük.
Sürekli romantik romanlar okur. Örneğin Sir Walter Scott okur. Paul et Virgine gibi
egzotik bir dünyada ahududu ağaçları arasında bambu bir evde yaşamayı hayal
eder. Dindardır. Ama dinin de romantizmini, duyguların yoğunluğunu sever.
Annesinin ölümünde de hüzünlü bir kızı “oynar”. Annesinin saçından bir anı
tablosu yapar, aynı mezara gömülmek ister. Duygusallığı öyle abartır ki babası
hasta olduğundan korkar. Neyse ki “Emma
içsel biçimde tatmin olmuştu. Olağan yüreklerin hiç varamayacağı solgun
yaşamların idealine ulaşmıştı. Lamartine
gibi kıvrımlı yollarda ilerledi. Göllerde ölen her kuğunun şarkısını söyleyen
harplerin melodisini, düşen her yaprağın sesini, göklere yükselen her bakirenin
şarkısını, ölümsüz vadilerin konuşmasını dinledi. Derken Emma bundan sıkıldı. Bunu
kendine itiraf etmekten çekindi ve bir alışkanlık olarak sürdürdü. Durup
dururken artık huzurlu olduğunu hissetti. Kalbindeki keder alnındaki
çizgilerden çok değildi.” Romantizm bu küçük kıza bulaşmış bir hastalık
halini almıştı.
Burada bir parantez açıp biraz Romantizmden söz edelim. İlk
olarak Romantizmin Aydınlanmaya bir tepki olarak geliştiğini hatırlayalım.
Aydınlanmanın akılcılığı, rasyonalizmi bir tepki olarak Romantizmde kalbi,
duyguları ön plana çıkartmıştı. Böylece 1820-1840 döneminin şairleri,
ressamları, müzisyenleri duyguyu vurgulamaya, yüceltmeye çalıştılar.
Romantikler Aydınlanma gibi Klasik-Neo Klasik sanata da karşıydı. 18. Yüzyılın
sonlarında ve 19. Yüzyılı başında Klasik yaklaşım, düzenli bir dünya görüşü
gündemdeydi. Romantikler buna karşı çıktılar ve düzensizliği, dengesizliğe
uzanan duyguları beslediler. Resimde kontrollü renkleri değil çok daha enerjik,
çınlayan renkler kullandılar. Eğer sanatın sınıflanmasına, yapısal biçimlerin
oluşmasına Biçimcilik (formalizm)
dersek, Romantikler buna da karşıydı. Daha akışkan bir sanat anlayışları vardı.
Bizim incelememiz açsından, Romantiklerin özellikle
İngiltere’de Faydacı (utelitarian)
görüşlere de karşı çıkmalarının önemli olduğunu belirtmeliyiz. Faydacılık
insanoğlunun daha çok mutlu olacağı yönde ilerlediğini öngörürken Romantikler
mutluluğun mekanik bir yaklaşımla ölçülemeyeceğini vurguluyorlardı.
Flaubert bir Romantik sanatçı değildi. Ama Rousseau nasıl
Aydınlanmayı çok iyi biliyor ve sakıncalarını vurguluyorsa Flaubert de Romantizmi
çok yakından tanıyor, isterse –alay için bile olsa- çok etkileyici Romantik
satırlar yazıyordu. Romantizme karşıydı. Çünkü aptallığa ve klişeye yol
açtığını söylüyordu.
Yine Romanımıza dönersek Emma’nın evlilikten de sonsuz bir
tutku ummasını bekleyebiliriz. Alışılmışın çok üzerinde bir duygu seli
içinde yaşamak istiyordu. Ne yazık ki nasıl annesinin yasını tutmaktan
sıkıldıysa, Emma bir süre sonra Charles’tan da sıkıldı.
Tam bu noktada romanın balo sahnesine geliyoruz. Emma
görkemli bir baloya gider ve “aradığı” rüya ülkesini bulur. Charles balodaki
kumar oyunlarının kurallarını alamaya çalışırken Emma’yı zengin erkeklerin görünümleri,
giyimleri, dansları, davranışları büyüledi: “Güzel kesimli paltoları yumuşacık bir kumaştan yapılmıştı. Dalgalar halinde
öne gelen saçları pırıl pırıldı. Onlarda zenginliğin teni vardı – porselen
solgunluğunda, saten gibi parıltılı, güzel mobilyalar gibi cilalı, sağduyulu
bir disiplininle yenen seçkin yiyeceklerle korunan sağlıktan kaynaklanan beyaz bir
ten. Boyunları rahatça alçak bağladıkları kravatlarına doğru dönüyor; uzun
favorileri aşağıya kıvrılmış yakalarına uzanıyor; dudaklarını üzerinde büyük
armalar işlenmiş güzel kokulu mendilleriyle ıslatıyorlardı. Yaşlanmaya başlayanlar genç ve dinç
görünüyordu. Gençlerin yüzlerinde ise olgun bir görünüşün dokunuşu vardı.
Kayıtsız bakışları gündelik hoşnutluk içinde ihtirasların dinginliği ile
yüzüyordu. Nazik tavırlarının altında kuvvetlerinin uygulandığı, kibirlerinin
okşandığı safkan atlara binmek ve düşmüş kadınlarla birlikte olmak gibi bazı
konulardaki egemenliklerinden kaynaklanan özel bir zalimlik görünüyordu.”
Her güzel şey gibi balo da sona erer. Emma eve döner. “saygılı biçimde güzel elbisesini ve dans
pistinin kaygan cilası ile topukları sararmış saten ayakkabılarını dolaba
kaldırır. Kalbi de onlar gibidir. Zenginlikle temas üzerinde silinmeyecek izler
bırakmıştır”. Bundan sonra istekleri hiç tatmin edilemeyecek ve Emma’nın
yozlaşması başlayacaktır.
Emma “ruhunun derinliklerinde
bir şeyler olmasını bekliyordu. Yaşamının yalnızlığında, uzak ufukları sisleri
içinden beyaz bir yelkenlinin görünmesini sabırsızlıkla bekleyen bir denizci
gibi, umutsuz bakışlarla uzakları gözlüyordu. Şanslı olayın ne olacağını, hangi
rüzgârın onu sürükleyeceğini, hangi sahile çıkacağını, teknenin bir yelkenli mi
yoksa büyük bir kalyon mu olacağını bilmiyordu. Ama her sabah uyandığında o
teknenin bugün gelmesini ümit ediyordu.”
Charles ise bunun tam tersi bir karakterdir. Hiçbir
beklentisi yoktur: “Charles’ın hiçbir
ihtirası yoktur. Konsültasyon yaptığı Yvetot’tan bir Doktor Charles’ı aşağılar”.
Ama Charles hiç aldırmaz. Sevgili karısının bir değişiklik istediğini gözleyen
Charles yaşadıkları köyden daha büyük bir kasabaya taşınmalarına karar verir.
Burada romana yeni karakterler girer, Emma’nın çeşitli gönül maceraları başlar.
Önce bir eczacı olan Homais’yi tanırız. Homais tipik bir
Aydınlanma karakteridir. Sürekli akıl yürütmeden, gelişmeden, Voltaire’den söz
eden çok sıkıcı bir karakterdir: “Suratı
yalnızca kendini beğenmişliği yansıtıyordu. Hasır sepette baş aşağı asılmış bir
saka kuşu kadar yaşamla barışıktı.” cRomanda Homais’nin uzun ve içi boş
söylevlerini okuruz. Flaubert bu karakterle Aydınlanmacılarla bol bol alay
eder. Fakat ne kadar alay edersek edelim akıl ve bilim gerçektir ve başarıdır.
Sanırım Flaubert de bunu görüyordu. Romanın ilerideki sayfalarında Homais’nin Légion d’honneur ile ödüllendirilmesi
belki biraz mizah ögesi içeriyor; ama gerçekliğin de itirafı.
Avukat memuru genç Léon ise bunun tersidir. Homais, Charles
ile kimyadan konuşurken Léon, Emma ile günbatımından söz eder. Emma sorar: “’Bu bölgede güzel yürüyüşler yapar mısınız?’
‘Ne yazık ki çok az’ diye yanıtladı. ‘Tepenin üstünde orman kenarında Pasture
dedikleri bir yer var. Bazı Pazar günleri oraya giderim. Bir kitap okuyarak
güneşin batmasını seyrederim.’
‘Günbatımını seyretmek
benim de en sevdiğim şeydir. Özellikle deniz kıyısında’.
‘Ben de denize
bayılırım’”
Flaubert bu yapay Romantizm ve karşılıklı baştan çıkartma
sahnesiyle sayfalar boyunca alay ettikten sonra zengin ve zalim bir aristokratı
romana sokar: Rodolphe. İlk gördüğü anda güzel Emma’ya göz koyan Rodolpe da hiçbir
iş yapmayan, geniş topraklarının sağladığı gelirle yaşayan bir aristokrattır.
Emma’yı ayartmaya çalıştığı panayır bölümünün bu açıdan simgesel bir önemi
olduğunu düşünüyorum. Bölgenin tarım panayırı köylülerin emeklerini
sergiledikleri, ürünlerini sattıkları ve köle gibi çalışan insanların ‘15
yıldır toprak sahibine iyi hizmet ettikleri’ için ödül aldıkları bir etkinliktir.
Emma’yı bu panayıra götüren Rodolpe’un ise tek amacı Emma’yı elde etmektir.
Emma ile Rodoph’un seviştiği ormana gitmeleri de çok ilginç
biçimde kurgulanmış bir sahnedir. Rodolph, birlikte bir at gezintisi yapmayı
önerir. Emma önce istemez. Kocası Charles büyük bir aymazlık içinde gitmeleri
için ısrar eder. Emma ata binmek için uygun bir giysisi olmadığını söyler.
Uygun giysiler satın alınarak sorun çözülür!
Ormanda Rodolph ile seviştikten sonra Emma “ikinci kez ergenlik çağına girmiş gibi kendi
kendine defalarca ’bir âşığım var, bir âşığım var’ diye mutluluk içinde düşündü.
Artık özlediği aşkın coşkusunu ve mutluluğun ateşini yaşayacaktır. Her şeyin
tutku, coşkunluk ve çılgınlık olduğu harika bir dünyaya giriyordu.”
Oysa Rodolpo açısından durum biç de böyle
değildi. Emma’nın tutku dolu mektubuna yanıt olarak yazacak bir şey bulamadı: “eve gelince başarılı bir avdan kalan büyük
bir ren geyiği başının altına oturdu. Ama eline kalemi alınca yazacak bir şey
bulamadı…Yaşayan bir yüz ile resmedilmiş bir yüzün birbirine karışıp birbirini
bozması gibi belleğinde Emma’ın yüz hatları bulanıklaştı…Gerçekten gözünün önünden sürüler halinde
geçen bütün bu kadınlar Rodolphe’un sevgisinin tekdüzeliği nedeniyle aynı
düzeye gelir gibi birbirini engelledi ve sildi. Birkaç avuç dolusu düzensiz
mektubu sağ elinden sol eline geçirerek biraz zaman geçirdi. ‘Ne saçmalık’
diyerek düşüncelerini özetledi. Kalbinden ne geçerse geçsin, okul bahçesinde oynayan
çocukların tepinerek bahçede bir daha yeşil hiçbir şey bitmesine izin
vermedikleri gibi, zevkleri de isimlerini duvara kazımadan geçmişlerdi”.
Ardından Emma’ya birkaç klişe yazarak ayrılmak zorunda olduklarını bildirir.
Bekleneceği gibi Emma depresyona
girer. Zavallı Charles biraz havasının değişmesi amacıyla sevgili karısını
operaya götürür. Operada yeniden
karşılaşan Léon ile Emma bu kez önceki platonik sevgilerini aşarlar. Düzenli
buluşup aşk yuvalarında sevişmeye başlarlar. Hatta ilk sevişmeleri öncesinde
bir kiliseyi gezmeleri Flaubert’in yaptığı bir başka “şaka” olarak
belirtilebilir.
Sevgililer gerçek yaşamdan ve
sorumluluklarından giderek uzaklaşırlar; Emma’nın lüks zevkleri sonucunda borç
artar, Emma arsenik içerek korkunç biçimde intihar eder; Charles sevgililerin
mektuplarını bulup her şeyi anlar.
Acaba Emma kendi yaşantısı hakkında
ne düşünüyor? Yanlışını gördü mü? Flaubert bu konuda da bizi belirsizlikte
bırakmaz. İntihar öncesinde Emma’nın ağzından sorularımıza yanıt verirken Romantizm
hakkındaki en ağır eleştirisini de yapar: “’Ben
Léon’u sevmiyor muyum?’ Fark etmiyordu. Mutlu değildi ve hiç mutlu olmamıştı. Niçin
yaşam bu denli yetersizdi? Neden güvendiği her şey hemen tuz-buz olmuştu? Oralarda
bir yerde lir çalarak cennetteki gelinlere ağıt söyleyen, güçlü, yakışıklı,
coşkulu, değerli, seçkin, şair yürekli bir melek varsa neden bulamamıştı? … Ne
kadar olanaksız. Her neyse, hiçbir şey bu kadar zor bir aramaya değmiyor. Her
şey yalandı. Her gülümseme sıkıntılı bir esnemeyi gizliyordu. Her neşe bir
lanet, her zevk iğrençti. Dudağınıza bırakılan en tatlı öpücük daha aşağılık
bir arzunun abes bir özleminden başka bir şey değildi.”
Flaubert için dünya yanlış ve
saçmadır. Kaçış yeri de sanattır. Dünyanın ne denli yanlış ve saçma olduğunu anlatan
çok güzel sanat yapıtları vermek tek kurtuluş yoludur.
“Tutku
dizelere yol açmaz ve kişisel oldukça daha zayıf olursunuz…Bir şeyi az
hissederseniz onu olduğu gibi daha iyi ifade edebilirsiniz.” (Flaubert, Loise Colet’e Mektup, 1862). Gerçeği
yazmak; ama onu çok güzel yazmak gereklidir. Bu nedenle sanatsallık ve biçim (form) ön plandadır. (Modern resim de de
gördüğümüz gibi Modernizm için biçim önemlidir.)
Rousseau ve Marx’ın aksine Flaubert hiç
de eşitlikten yana değildir:
“Yetenekli
olmanız için ona sahip olduğunuza inanmanız ve bu inancı başka herkesinkinden
üstün tutmanız gerekir. Aklı başında, sağlıklı temiz bir yaşam sürdürmek için kendinizi
bir piramidin üstüne yerleştirmelisiniz. Hangi piramit olduğu önemli değil.
Yeter ki yüksek ve sağlam temelli olsun. Orada yüksekte olmak her zaman ‘eğlenceli’
değildir. Orada kesinlikle yalnızsınız. Fakat o kadar yüksek bir yerden
tükürmenin tesellisi vardır.” (Flaubert, Loise Colet’e Mektup, 1852).
“Sonradan
bir aptal gibi görünme riskini üstlenmeden, bu dünyanın işleriyle ilgili görüşleri
ifade etmenin en iyi yolu nedir? Bu zor bir sorundur. Bana kalırsa en iyi yol
sizi deli eden şeyleri anlatmaktır.
Parçalarına ayırıp yakından incelemek öç almaktır”. (Flaubert, George Sand’a Mektup, 1867).
Marx’a ilişkin bölümde 1848 devrimine değinmiş ve özellikle
Haziran’dan sonra ortaya çıkan “çirkin” manzarayı belirtmiştim. Flaubert de bu
çirkinliği gördü. Ama Marx çirkin gerçeğin, kentsoylu sınıfın çirkin yüzünün
görüldüğünü söylerken Flaubert’in tepkisi çok farklı oldu. Politikanın
aşağılığını ve aptallığını ve ikiyüzlülüğünü gördü. Birçok arkadaşıyla birlikte
politikanın tuhaflıklarından uzaklaştı. Yukarıda andığım sözlerin devamına bakarsak
olayın politik boyutunun vurgulandığını görüyoruz: “Ne zevk! Ne mutfak! Ne şarap! Ne söylev! Barışın hangi fiyata satın
alındığını düşününce hiçbir şey bana bunlardan daha iğrenç gelmiyor.
Kıpırdamadan oturdum ‘yöneldiğimiz uçurum’, ‘bayrağımızın şerefi’, ‘standartlarımızın
düşürdüğü gölge’, ‘insanlarımızın kardeşliği’ gibi bayağılıkların sosu ile
karıştırdıkları milliyetçi coşkudan midem bulandı. Ustaların en güzel
eserlerinin bu denli büyük tezahürat aldığı bir yer hiçbir zaman olmayacak”.
Flaubert’in vardığı sonuç politikadan uzak durmak, sanata
yönelmek ve birçok şeyi abartarak alaya almak. Flaubert için tek önemli şey,
tek gerçek sanattır. Sanat için sanattır. Sanat eserinin sanatsal boyutudur. Yaşama
estetik bir gözlükle baktı. Modern topluma, kentsoylu topluma, orta sınıfa
karşı çok acımasızdı. Kendini bütün bu aşağılık düzenin üzerinde gördü. Çünkü kendisi
sanatın yüceliklerindeydi.
Blogumun “Oryantalizm” sayfasında Flaubert’in Salammbô romanını anmıştım.
Orada “Doğu” toplumu örneğinde gerek seks gerekse vahşet sahnelerinin çok
abartılı sergilendiğini belirtmiştim. Yukarıda özetlediğim yaklaşım açısından
bakınca “Acaba Flaubert bu kez de oryantalist sanatçı ile mi alay ediyor?” diye
düşünüyorum.
Not: Madame Bovary’den
yukarıda aktardığım bölümler Lydia Davis’in İngilizce çevirisinden benim
Türkçeye aktardığım metinlerdir. Elimden geldiğince doğru olmasına çalıştım. Modernizmi
ele aldığım ve konunun düşünsel yanına ağırlık verdiğim bu yazılarda benim yetkin
olmayan çevirimin affedilebilir bir suç olduğunu düşünüyorum. Ama konunun
edebiyat yönünden zevk almak için romanın Fransızca aslını veya iyi bir çevirisini
okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
‘’Asıl acınacak şey dedi; lüzumsuz bir ömrü sürüklemektir.’’
YanıtlaSil‘’Gerçekten de, gece, lamba yanıp rüzgâr camları sarsarken, bir kitap alıp ateş başına oturmaktan daha güzel bir şey var mıdır?’’
Modern romanın temsilcilerinden olan Gustave Flaubert'in ''Madam Bovary'' adlı romanından en sevdiğim yirmi alıntıyı okumanız için sizinle de paylaşmayı isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/gustave-flaubert-madam-bovary-romanindan-20-sahane-alinti/
Keyifli okumalar dilerim,
edebiyatla ve sağlıcakla kalın.