31 Ekim 2024 Perşembe

7 Liberal Arts ve PISA

Geçenlerde bir önceki Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar “Eğiitim(in amacı) bilgi (vermek) değil.... Eğitimin amacı bir: Allah korkusu iki: kuldan utanma (duygusu vermektir)” dedi ve bu söz beni çok düşündürdü. Bugün siyasal polemiğin ötesinde eğitimin amacı üzerine yazmak istiyorum.

Eski dönemlere uzanırsak, İngilizce ve Fransızca'da liberal arts, arts libéraux, diye anılan 7 yeteneğin geliştirilmesinin antik çağlardan başlayarak birçok eğitim sisteminde temel alındığını görüyoruz. Liberal Arts terimi antik ve klasik dönemlerde anlamıyla kullandığımı, günümüzde özellikle ABD kolej ve üniversitelerinde kullanıldığı anlamda kullanmadığımı belirteyim. Liberal Arts terimindeki art sözcüğü kökünü Latincedeki arstan alıyor ve hem güzel sanat çağrışımı yapan art, hem zanaat çağrışımı yapan artefatct (factum = yapmak) sözcüklerine temel oluşturuyor. Bu nedenle biz “yetenek” diye kullanalım.


Antik çağdan başlayarak insanı diğer canlılardan ayıran temel niteliklerin dil ve matematik olduğu gözlenmiş ve insandaki bu niteliklerin çeşitli boyutlarını geliştirmek için dil ve matematik dalları konnusundaki eğitime öncelik verilmiş. Sanırım Latince kaynaklı liberal arts terimini “özgürce geliştirilen yetenekler” diye anlamak daha doğru olacak. İlk olarak bunları sıralayalım: Gramer, Mantık, Retorik, Aritmetik, Geometri, Astronomi ve Müzik. Hatta bu 7 konu 3 ve 4 olarak (yine Latince terimlerle, 3 ve 4 katlı yollar) trivium ile quadrivium olarak iki grupta düşünülmüş:

·         Dille ilgili trivium: Gramer (dili doğru kullanmak), Mantık (doğru düşünmek) ve Retorik (dili ikna edici biçimde kullanmak)

·         Matematikle ilgili quadrivium: Aritmetik (sayılar, işlemler), Geometri (şekiller, oluşumdaki kurallar), Astronomi (hareket eden şekiller) ve Müzik (hareket eden sayılar, oranlar)

Bilimlerin gelişimi sonucunda, modern dönemde, çevremizde olup biteni anlamak için bilimin de gerekli olduğu düşünülmüş ve dil  ve matematiğin yanında eğitim sistemlerine bilim de eklenmiş.

Şimdi zamanda büyük bir sıçrama yapıp günümüze gelelim. PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı - Programme for International Student Assessment) sınavlarını ve ülkelerin öğrencilerinin bu sınavlarda aldığı sonuçlar üzerine değerlendirmeleri hep okuruz.

OECD öncülüğünde başlayan ve çeşitli ülkelerin eğitim sistemlerinde 15 yaşındaki öğrencilere 2000 yılından beri 3 yılda bir uygulanan PISA sınavları oldukça yerleşti ve yayıldı (2022 sınavına 81 ülkeden 690 bin öğrenci katılmış ve bu 690 bin öğrenci  ülkelerdeki 15 yaşındaki 29 milyon öğrenciyi temsil edecek biçimde seçilmiş). PISA sınavlarında amaç,  “öğrencinin modern toplumlara katılım için gerekli olan bilgi ve becerilerinin değerlendirilmesi” olarak belirleniyor. 15 yaş, birçok ülkede zorunlu eğitimin sonu ve öğrencinin toplumla bütünleştiği yaş olarak değerlendiriliyor. Sınavlar çekirdek alanlar olarak okuma, matematik ve fen bilimleri alanlarını kapsıyor. Ayrıca belirli aralıklarla öğrencinin yenilikçilik, eleştirel düşünme, finansal okuryazarlık, teknoloji okuryazarlığı, bilgi ve iletişim teknolojileri gibi yetenekleri ele alınıyor.


2022 yılı PISA sonuç  verileri üzerinde çok basit bir gözlem yapıp Batı bloğunun önde gelen 10 gelişmiş ülkesinin (ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Kırallık, Fransa, Hollanda, İspanya, İsviçre, İtalya ve Japonya) öğrencilerinin çekirdek alanlarda (matematik, fen bilimleri ve okuma) aldıkları puanlara baktım ve her birinin Türkiyeden çok üst sıralarda olduğunu gördüm (https://www.oecd.org/en/about/programmes/pisa.html ). Diğer yandan kişi başına düşen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (nominal) sıralamasında aynı 10 ülke ortalaması da bizden 8 kat fazla (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fi_ba%C5%9F%C4%B1na_nominal_GSY%C4%B0H_de%C4%9Ferlerine_g%C3%B6re_%C3%BClkeler_listesi). Kuşkusuz GSYİH sayıları toplumun mutluluğunun ve refahının gerçek yansımasını vermiyor. Ama ana hatlarıyla onların eğitim sistemlerinin gerçekten “modern toplumlara katılım için gerekli olan bilgi ve becerileri” verdiğini anlıyoruz.

Eğitim önceliklerinde antik çağlardan bu yana paralellikler kurabiliriz veya toplumların gereksinimlerinin çok değiştiğini vurgulayabiliriz. Sözlü geleneğin yerini yazma ve okuduğunu anlama almış, fen bilimleri gelişmiş, sanırım günümüzde matematikten anladığımız da çok farklı. Ama değişmeyen bir şey var: eğitim, toplumun ihtiyacı olan bireyleri yetiştirmeyi amaçlıyor. Ve mektubun başında aktardığım gibi eğitimin amacını "Allah korkusu ve kuldan utanmaya" dayandırmak, büyük önderimizin “çağdaş uygarlığı aşan” bir toplum yaratma hedefi doğrultusunda değil. 

 

 

29 Eylül 2024 Pazar

KOMPLO TEORİLERİ ve HAKİKAT ÖTESİ

 

Bu ayki konumuzun başlığında “Komplo Teorileri” var; ama ben “komplo teorisi” terimini hiç sevmiyorum! Dilimize böyle yerleştiği için başlıkta kullandım. Yoksa bende “teori”  bilimsel çağrışımlar yapıyor ve ben aşağıda “komplo inancı” diyeceğim.


Bilim insanları, komplo inançları “zihnimizin bir hatası değil, zihnimizin bir özelliğidir” diyor (Onurcan Yılmaz, Komplo Teorilerine Neden İnanırız?, Doğan Kitap, 2024). İnsan sosyal bir varlık, davranışları da genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi ile oluşuyor. Birçok duygu ve davranışımızın kökleri milyonlarca yıl öncesine uzanıyor. Doğru bilgiye ulaşmak için bir dizi gözlem yapmamız ve değerlendirip düşünmemiz çok zaman alıyor ve “vahşi” doğada yaşayan atalarımızın buna pek vakti yok. Belki de duyduğumuz sesi bir kaplan çıkarıyor ve çabuk kaçmamız lazım! Ayrıca salt biyolojik açıdan bakıp düşünmek için beynimizin harcadığı yüksek enerjiyi hesaba katarsak bu oldukça “pahalı”.

Diğer yandan bir kalıtımsal özelliğimiz de aldatma. Bunun “doğada” bukalemun, çeşitli böcekler, kelebekler, deniz canlıları gibi birçok örneğini görüyoruz. Bu da “komplo” olaylarını karmaşıklaştırıyor.

Hatta yalanı çok yüksek sesle söylersek ve defalarca yinelersek doğru sanılacağını da öğrendik (Bkz. George Orwell, 1984). Kavramlar belirgin biçimler aldığında özel kelimeler, terimler geliştiriliyor. 2016 Yılında Oxford Sözlüğü, yılın kelimesini “hakikat ötesi” (post truth) olarak belirledi ve sözlüğe aldı. Ardından bu kavram çok daha fazla yaygınlaştı, yerleşti ve otoriter rejimlerin çok sık kullandığı bir yöntem oldu. Donald Trump, bu konuda çok iyi bir örnek. Her seçim öncesinde ve sonrasında yalan haber (fake news) bombardımanına uğruyoruz. Barack Obama’nın ABD’de doğmadığı, rakibinin babasının John F. Kennedy suikastına karıştığı, resmi sayılarla %5 olan işsizlik oranının aslında % 42 olduğu, NewYork gibi Demokrat Partinin çoğunlukta olduğu eyaletlerde yasaların, doğum sonrasında çocuğunuzu öldürmenize izin verdiği, göçmenlerin kedi-köpek yediği... gibi yalan ifadelerin seçimde işe yarayabileceği düşünülebilir. Ama bu gibi yalanlara alışınca, Trump’ın Manhattan’da oturduğu binanın yüksekliği, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıda binadan atlayanları izlediği (aslında 6 km uzaktaydı), daha önce yazdığı bir kitapta İkiz Kulelere saldırılacağını öngördüğü (kitapta böyle bir şey yok)... gibi yanlışlanması çok kolay olan yalanlara uzanılıyor. İnternetin ve sosyal medyanın giderek yaygınlaşması ile “hakikat ötesi” de gidrek yaygınlaştı. “Hakikatın” değerli olduğu dönemde, yalan söyleyen, yalanı anlaşılınca –en azından- utanırdı, “hakikat ötesinde” bir eşik geçiliyor ve söylenenin “hakikat” olup olmadığına söyleyen ve dinleyen aldırmıyor!


Oysa insanlar birbirlerine güvenerek sosyalleşince “hakikat” önem kazanıyor ve aşağıda değineceğim gibi, ne yazık ki günümüzde bu önemi yitiriyoruz.

Komplo, kumpas, hile, yalan, sahte haber, dolandırıcılık... ne yazık ki günlük yaşamımızda bolca var. Bu da gerçek dışı komplo inançlarıyla uğraşmamızı zorlaştırıyor. Bu yazının konusu olan hayal ürünü komplolara inancın ne olduğu konusunda çok tanım var. Genellikle bu tür inançlar bir olumsuzluktan yola çıkıyor ve iki çizginin birinden, bazen ikisinden birden- ilerliyorlar:

·         Halkın zararına olarak, küçük bir grup (Masonlar, İlluminati, Komünistler, Yahudiler, Rothschild ailesi, uçan dairelerle gelen uzaylılar...) egemen ve gizli çalışmalar yürüterek dünyayı yönetiyorlar;

·         Bir felaketin eşiğindeyiz. Ancak, bilinen dünyanın dışında gizli ve çok güçlü aşkın (transandantal) bir güç bizi bu felaketten kurtarabilir.

Bir olumsuzluktan başlamak çok önemli. Zaten doğru veya yanlış olsun olumsuz haberler çok “satıyor”. Sosyal bilimcilerin “olumsuzluk yanlılığı” diye tanımladığı, basın – yayın uzmanlarının çok kullandığı, bir eğilim var. Hastalık, cinayet, fırtına gibi haberler çok dikkat çekiyor – veya güncel bir dil kullanırsak internette çok “tık alıyor”. Psikolojik gerilim, rasyonel ve doğru bilgiye dayalı yaklaşıma üstün geliyor.

Kriz dönemlerinde, bilimsel otoritelere, yönetime güven azalıyor ve temelsiz görüşler daha da yaygınlaşıyor. Ayrıca günümüzde teknolojinin ve yaygın haberleşme olanaklarının komplo inançlarının yayılmasını kolaylaştırıyor. İnternet, sosyal medya, yapay zeka ile üretilen sahte fotoğraflar, videolar gündemde.

İşte bu ortamda gizli olayları bildiğini düşünmek bir güç sağlıyor: “Ağbi o zaman ben sana anlatayım”. Böylece duygusal bir keyif ile kendini beğenme (narsizm) gelişiyor.

Bu sahte görüşlere gülüp geçemeyiz. Belki ilk bakışta, Elvis Presley’in yaşadığına, yeryüzünün aslında düz olduğuna,  Koç burcunda doğanların inatçı olduğuna inanmak zararsız birer saçma olarak görülebilir. Ama unutmayalım ki seçimlerde hile yapıldığına inananlar ABD Kongre binasını bastı; aşı karşıtları hepimizin hayatını tehlikeye atıyor; iklim değişimini inkar edenler yeryüzünü yok oluşa sürüklüyor...

Komplolara inananların neye inandıkları kadar, neye inanmadıkları da önemli. Bilime, bilim insanlarına inanmadıkları çok açık. Oysa eğer bilimsel araştırmalara, yayınlara bilim insanlarının söyleyip yazdıklarına olan güven yitirilirse, gerçeğe ulaşabilmenin hiçbir yolu kalmayacak.

Pekiyi ne yapmalıyız? Bu gibi durumlarda yalnızca bir konu ile sınırlı kalarak uğraşmak, bu konuda gerçek(ler) ileri sürmek yararsızdır. Sosyal psikolog Leon Festinger’in Bilişsel Uyumsuzluk (cognitive dissonance) kuramına göre kişi kendi inançlarına aykırı bir bilgi alınca veya bir eylemle karşılaşınca  tutarsızlığı fark eder, huzursuz olur ve kişisel inançları doğrultusunda bir eylem ve yol bulmak ister. Festinger’in ünlü gözlemi 1950’lerde ABD’de Kıyamet Günü (Doomsday) tarikatı ile ilgili. Tarikat lideri kıyametin kopacağı, sellerin, depremlerin yeryüzünü alt – üst edeceği tarihi, saati duyuruyor ve tarikat yolunda olmayanların öleceğini belirtiyor. Müritler o gün ve saatte toplanıp bekliyorlar. Kıyamet kopmayınca, lider bir açıklama yapıp müritlerin gönderdiği pozitif enerji ile kıyameti önlediklerini ve dünyanın kurtarıldığını söylüyor. Kuşkusuz müritler gayet mutlu!

Çözüm, akıl, bilim, ilgili bilimsel kurumlara, bilimsel kaynaklara olan güvenin geliştirilmesi; boş inançarla, hurafelerle ve hakikat ötesi ile savaşmaktır. Burada yine “yanlışlanabilme” konusuna geliyoruz. Karl Popper, bilimsel hipotezlerin, önermelerin “yanlışlanabilir” olması gerektiğini söylemişti  (Logik der Forschung, 1934). Örneğin bir tasım – kıyastaki (syllogism) “Kuğular siyah olmaz” doğru bir önermedir (premise) çünkü bir siyah kuğu görülmesi ile yanlışlanabilir. Oysa komplo inançları, fal, astroloji... “yanlışlanamaz”.  “Ortak dostumuz Ahmet, Koç burcunda doğmuş. Bildiğin gibi hiç de inatçı değil” derseniz; “yükselen burcuna bakmak gerekli” diyebilir.

Diğer bir konu da kanıtlama yükümlülüğü. Hukuk sistemlerinde olduğu gibi iddiayı öne sürenin kanıtlama yükümlülüğü olduğunu vurgulamalıyız. Örneğin “yeryüzünün düz olduğunu“ öne süren, bunu kanıtlamakla yükümlüdür. “Yeryüzü yuvarlaksa bunu kanıtla” diyerek kanıtlama yükümlülüğünü üzerinden atamaz.

Kısacası, korkarım ki, komplo inançları ve hakikat ötesi ile daha uzun süre mücadele edeceğiz. Bu, birkaç ilaç alarak kısa sürede geçecek bir hastalık değil!

 

 

29 Ağustos 2024 Perşembe

Neden Geri Kaldık?

 

Sanırım her Türk okuryazarı, aydını “biz niye gelişen Batı Avrupa ülkelerinin gerisinde kaldık” diye düşünmüştür.

Kuşkusuz bu konu, “ilerleme”, “gelişme” gibi kavramların nasıl tanımlandığından başlayarak çok tartışmalı ve çok boyutlu bir konudur. Ülkeleri farklı biçimde gelişmeleri konusunda ileri sürülen nedenlerin birkaçını sıralarsak:

·         Coğrafi – iklimsel –çevresel nedenler (nehir – deniz – okyanus ülkeleri, doğal kaynakların kısıtlılığının insanı çalışmaya zorlaması, Avrupalıların bağışıklık kazandığı mikropların keşfedilen yeni dünya insanlarına yabancılığı...);

·         Ekonomik sisteme dayalı nedenler (merkantilizm - kolonyalizm – emperyalizm çizgisi, gelişen   ülkelerin kendileri zenginleşip güçlenirken geride kalanları sömürerek geri bıraktırması, keşiflerle yeni toprakların, doğal kaynakların ele geçirilmesi...);

·         Yönetimsel - kurumsal nedenler (merkezi yönetimin güçsüz / güçlü olması, merkezi yönetimde kurumlar – kurallar ile toplum dinamiklerinin birbiriyle uyumlu biçimde gelişmesi / gelişememesi, fetih döneminde büyüyen devletin vergi toplamak, iletişim, ulaşım teknolojilerinin kısıtları ile “doğal” sınırlarına ulaşması...) ;

·         Kültürel nedenler (Doğuda merkezi – despotik yönetim / Batı Avrupa'da güçlü yerel yönetimler, bilimsel devrim, sanayi devrimi, matbaa gibi birçok teknolojik yeniliğin Doğu’ya geç gelmesi ve / veya benimsenmemesi, Doğu’da yaşam temposunun yavaş ve sakinliği, din ve inanç sistemleririn kaderciliği ve beklentiyi öteki dünya veya sonraki yaşama ertelemesi, yaşamda, sanatta, din, inanç sistemlerinde “reform” yapılamaması, Protestanlıktaki çalışma ve biriktirme kültürü...);

·         Irksal nedenler (beyaz adamın beyin ve kafa yapısının daha “gelişmiş” olduğu...);

Bunların sonuncusu bilimsel araştırmalarla yanlışlandı. Ama diğer görüşler çeşitli biçimlerde ve boyutlarda tartışılıyor. Kuşkusuz bunlar aynı düzeyde de değil; belki de aralarında neden - sonuç ilişkileri var.

Biz doğal olarak Osmanlı imparatorluğunun, Avrupa'daki gelişmeler karşısında neden geri kaldığına odaklanıyoruz. Bir Çinli olsak 15. – 18. Yüzyıllarda, Ming ve Quing hanedanları, bilinen dünyada en büyük alana yayılmış, en büyük nüfusa sahip gelişmiş bir uygarlığı yönetirken; 19. Yüzyılda Çin'in Afyon Savaşlarında neden Büyük Britanya ile baş edemediğini sorgulardık.


Oysa toplumlar arasındaki eşitsizlikler çok daha öncelere uzanıyor. Jared Diamond’un dilimize “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adı ile çevrilen kitabında tropikal bir ada, Yeni Gine’de yerel halkın; çelik balta, kibrit, ilaç, kumaş, giysi, soğuk içecek, şemsiye... gibi her çeşit ürüne genel olarak “kargo” dediğini ve bir yerlinin “siz (beyaz adam) neden bu kadar çok kargo geliştirdiniz ve Yeni Gine’ye getirdiniz; bizim neden bu kadar az kargomuz var” diye sorduğunu söylüyor. Yıllarca süren araştırmaların sonucunda toplumları avcı – toplayıcı düzenden tarım – hayvancılık düzenine, taş devrinden demir kullanan uygarlıklara geçmelerini inceliyor. Ve “Tarih; insanların kendi aralarındaki biyolojik farklılıklar nedeniyle değil, insanların çevreleri arasındaki farklılıklar nedeniyle, farklı halklar için farklı seyirler izler” sonucuna varıyor.

Bence insan ve oluşturduğu toplum o kadar karmaşık ve çok boyutlu ki, “bu toplumun ilerlemesinin, diğerinin geri kalmasının nedeni ... dir” gibi genellemeler olanaksız.  Çeşitli uzmanlar bu karmaşık olayı farklı yönleriyle ele alıyorlar ve bize de sonsuz bir okuma, öğrenme, düşünme olanağı sağlıyorlar. Bazı sorular üzerinde düşünmek sanırım yanıt bulmaktan daha güzel. Ne mutlu hiç “bulamasalar” da hep “arayanlara”.