Ulus
oluşturulması (nation-building) veya
ulus-devlet oluşturulması (national state
building) politika biliminin (political
science) en temel konularından biri. Bu kavramlarda ülkenin iç
dinamiklerini ele alan yaklaşımlar olduğu gibi dışarıdan yönlendirilen bir
eylem olarak ele alan yaklaşımlar da var. Hatta son zamanlarda ulusal kimliğin
başka uluların askeri müdahaleleri ve işgali ile dayatılmaya çalışıldığı
örnekleri yaşıyoruz.
Burada Batıda
19. Yüzyılda ulus-devletlerin ağırlıklı olarak iç dinamikleriyle oluşumuna
değinmek istiyorum. Bu nedenle “oluşturulma” değil “oluşma” sözcüğünü kullanmak
sanırım daha doğru olacak.
Aslında ulus
oluşumu (nation-building) ile ulus-devlet
oluşumu (national state building)
yakın da olsa farklı kavramlardır. Avrupa’da İngiltere Fransa gibi ülkelerde
“devletin” ulus-devlet yapılanmasından
önce oluştuğunu; İtalya, Almanya gibi ülkelerde ise bu iki oluşumun paralel
geliştiğini görüyoruz. Bu paralellikte de ulus oluşumunda devletin belirgin,
öncü ve etkin rol oynadığını belirtmeliyiz. Öyle ki ulus oluşumu, “ulusal
kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlanıyor.
Modern
devletlerin oluşmasından önce, geleneksel, örneğin 1700 öncesi toplumlarında
ortalama günlük yaşamın çok yerel olduğunu belirtmeliyiz. 50-60 Km ötesinden
etkilenmek veya oraları etkilemek çok zordu. İklim, ekinler, evcil hayvanlar,
yemekler hatta dil oldukça yereldi. İnsanlar kendilerini bir sülalenin, kabilenin
üyesi olarak tanımlıyorlardı. Merkezi otoritenin en güçlü olduğu Fransa’da bile
birkaç yüzyıl önce düzinelerce dil konuşuluyordu. 1870’de Fransız ordusuna
alınanların yarısının ana dili Fransızca değildi. Bu yerel dillerin birçoğu 19.
Yüzyıl sonundan başlayarak zayıfladı ve unutuldu.
Ayrıca
merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı ama güçlü bir yerel otoritenin (asiller,
toprak sahibi derebeyleri) olduğu feodal bir yapı görüyoruz. Bu asiller Kral – İmparatorlar çevresinde
veya orta ve Kuzey Avrupa’da Schmalkaldic Liginde gördüğümüz gibi mezheplerini
temel alarak Prenslikler kendi aralarında örgütleniyorlardı.
DİN – MEZHEP SAVAŞLARI
Bilindiği
gibi tarihçiler Hristiyan dininde Protestan mezheplerini doğuran Reform hareketinin
başlangıcı olarak, Martin Luther’in 1517’de Wittenberg Kilisesinin kapısına “95
Tez” olarak bilinen metni asmasını belirler. (Ne ilginç bir rastlantıdır ki
Osmanlı Padişahlarının İslam Halifesi unvanını alması ve Osmanlı’nın
Sünniliğinin belgelenmesi de aynı yıla rasgeliyor).
Bu tarihten
başlayarak 1600’lerin sonuna dek Avrupa mezhep savaşlarının pençesindeydi:
- Alman Köylü Ayaklanmaları (1524–1525)
- İsviçre’de Kappel Savaşı (1531)
- Kutsal Roma İmparatorluğunda Lüterci – Katolik Savaşı (1546–1547)
- Kuzey-Batı Avrupa’da 8 Yıl Savaşı (1568–1648)
- Katoliklerle Protestanlar (Huguenot) arasında Fransız Din Savaşları (1562–1598)
- Otuz Yıl Savaşı (1618–1648
- Üç Krallık (İngiltere, İskoçya ve İrlanda) Savaşı (1639–1651)
Burada
özellikle bu dönemde din-mezhep sorunlarını çözmeyi amaçlayan iki anlaşmaya
değinmek istiyorum:
·
Koyu bir Katolik olan Kutsal Roma İmparatoru 5
Karl ile Luther’ci prenslerin oluşturduğu Schmalkaldic Ligi arasında orta ve
Kuzey Avrupa’da 1531’de başlayan mezhep savaşları 1555’de Ausburg Anlaşması ile
sona ermişti. Bugün bize çok inanılmaz geliyor ama bu anlaşmanın temel ilkesi
“kimin bölgesi ise onun dini - Cuius
regio, eius religio” olarak belirlenmişti. Yani Prens Luthercilik ve
Katoliklik arasında bir seçim yapıyor; buna bağlı olarak da Prensin
bölgesindeki insanların mezhebi belirleniyordu. Hatta Prens ileride mezhep
değiştirirse yine bölgesindeki insanların mezhep değiştirmesi gerekiyordu! Bu “onaylı”
mezhep dışında bir mezhebin uygulamaları yasaktı. Yukarıda verdiğim savaş
listesinden de görüleceği gibi günümüzde devlet dini olarak yorumlanabilecek bu
anlaşma başarısız bir model örneği olarak anılabilir.
· 1648 Westphalia Barışıyla sona eren Otuz Yıl
Savaşları birçok tarihçi tarafından Avrupa’daki en kanlı savaş olarak
nitelenir. 1643-1649 yılları arasında Avrupa’nın birçok kentinde yüzden fazla
delegasyonun imzaladığı ve birçok metinden oluşan Westphalia barışı bir dizi
anlaşmadan oluşur. Bu karmaşık anlaşma dizisinin bizi ilgilendiren yönü
aşağıdaki biçimde özetlenebilir:
- İmparatorluk Devletleri (status imperil-imperial states) Kutsal Roma İmparatorluğundan (ve dolayısıyla Papalıktan) bağımsız olarak kendi mezhepleri konusunda karar alabilecek;
- Protestanlar ve Katolikler yasa önünde eşit olacak;
- Bir bölgede çoğunluk olmayan mezhep mensupları da ibadetlerini kendi özel yaşamlarında istedikleri gibi ve kamusal alanda belirlenen saatlerde kendi inançları doğrultusunda yapabilecekler.
Bu
deneyimlerin sonucu olarak ülke boyutunda din ve mezhep temelli bir birlik
sağlanamayacağı, aksine bitmez tükenmez mezhep çatışmalarının ulusal birliği
engelleyeceği anlaşıldı.
“ULUSUN” KÜLTÜREL ALTYAPISI
“Tarihsel
Çerçeve” yazı dizisinde ele aldığımız gibi yerel toplum yapısı Batı Avrupa’da,
denizaşırı ticaret, sanayileşme, büyük kentler, demiryolu, telgraf… gibi
gelişmelerle yıkıldı. Ekonomik gelişmeler ihracat-ithalat ve gümrük gibi
kavramlar ülkelerin sınırlarının belirginleşmesine ve bu sınırlar içinde
yaşayanlar için ortak bir paydaya geliştirilmesi gereğine yol açtı. “Biz
kimiz?” sorusuna yanıt bulmak için yeni bir kimlik arayışı başladı. İşte “ulus”
kavramı bu sorunun yanıtı olarak oluştu.
Ulus-devletin
oluşumu kuşkusuz her bir Avrupa ülkesinde başka biçimde oldu. Örneğin Orta
Avrupa Napoléon savaşları sonrasında 1850’lere kadar parçalanmış bir yapıdaydı
ve bugün İtalya ve Almanya olarak tanıdığımız devletler yoktu. İngiltere ve
Fransa ise en azından birliklerini oluşturmuş durumdaydı. Burada Napoléon
savaşlarını anma nedenim yalnızca bir tarihsel dönemi anmaktan öteye, Napoléon’un
Fransız ulusalcılığının diğer Avrupa ülkelerinde bir örnek olduğunu vurgulamak.
Stendhal’in 1839’da yazdığı Parma Manastırı (La Chartreuse de Parme) adlı romanı Napoléon’un İtalya ulusalcılığına
nasıl ilham kaynağı olduğunu çok güzel anlatır. Bu arada Stendhal’in uzun süre
Napoléon ordularında çarpıştığını, hatta ünlü Moskova seferi gazilerinden
olduğunu hatırlatmalıyım.
Yukarıda
değindiğim gibi, yaşanan acı deneyimlerle 1600’lerin sonunda din-mezhep konusunun
birleştirici değil ayrıştırıcı bir unsur olduğu herkes tarafından görülmüştü.
Dolayısıyla yeni birleştirici unsurlara gerek vardı. 1800’lerin ilk yarısında
ulusal dil - sanat – kültür- tarihin geliştirilmesi için aydınların yoğun
çabalarını görüyoruz. Ulusun ortak gelenekleri, ortak folkloru, ortak dili
vurgulanmaya başlandı. Örneğin Grimm kardeşler geleneksel Alman masallarını
topluyor, Schiller – Goethe yapıtlarıyla
Almancanın olanaklarını geliştiriyor, Beethoven 9. Senfoninin korolu bölümünde
Schiller’in dizeleri ile ulusal coşkuyu zirveye yükseltiyor; İngiltere’de Sir
Walter Scott ünlü yapıtı “Ivanhoe”
ile İngiltere tarihinin şövalyelik dönemini hatırlatıyor; G. Verdi’nin
operaları İtalyan kültürünün oluşumunda çok önemli bir rol oynuyor. Bu arada
Napoléon’u anmışken Beethoven’in 3. Senfonisinin (Eroica) 1803-1804 yıllarında onun ilhamıyla yazıldığını ama
Napoléon imparator unvanı alınca başlığına “büyük bir adamın anısını kutlamak
için bestelendi -composta per festeggiare
il sovvenire di un grande Uomo” notunu yazdığını hatırlamalıyız.
1800’lerin
ikinci yarısında bu ulusal kültürler üzerinde ulus-devletlerin oluştuğunu
görüyoruz. Alman ve İtalyan birliklerinin oluşması bu döneme rastlıyor. Yukarıda
değindiğim gibi ulus-devletler ulus bilincinin oluşumunda çok etkin rol
oynadılar. Örneğin ulusal dilin ve ulusal kültürün ülke çapında öğretilmesi
için okulların ulusal bir altyapıda düzenlenmesi gerekliydi. Burada
vurgulanması gereken bu gelişimin doğal olduğu; ama aynı zamanda bu
“kendiliğinden” bir oluşum olmadığıdır. Ulus bilincinin oluşumu için yoğun ve
düzenli bir çaba yürütüldü. Bu konudaki kültürel gelişmeler aydınların bireysel
çabalarının çok daha ötesine geçen bir yönelimi gösterir. Yazımın başında
değindiğin gibi ulus oluşumu bir ulus-devletin kararlı yönlendirmesi ile
oluşur. Ulus-devlet oluşumu da bir geri besleme döngüsü biçiminde ulusal “birlik”
(unification) oluşumuna dayanır. Şimdi
Alman ve İtalyan birliklerinin geçekleşmesine göz atalım.
ALMAN BİRLİĞİ
Orta çağdan
beri gelen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) 1806’da dağılmıştı.
Zaten İlber Ortaylı bu garip yapının ne Kutsal, ne Roma’lı, ne Germen, ne de
İmparatorluk olduğunu vurguluyor. Kuzey Denizi sahillerinde Prusya’nın
gelişimiyle başlayan Alman Birliğinin, Prusya’nın Fransız ordularını yenerek
1871’de Paris’te mutlu sona ulaştığını görüyoruz. Alman İmparatorluğunun (Deutsches Kaiserreich) Paris’te
Versailles sarayında ilan edilmesi tarihin ilginç bir cilvesi oldu.
Bir not
olarak Almanların bakış açısının biraz farklı olduğunu, onların “Reich” sözcüğünü “imparatorluktan” çok “egemenlik alanı-hükümet-devlet”
kavramını kapsayacak biçimde kullandıklarını ve bu anlamda kendilerini yukarıda
andığımız Alman Birliği öncesini de içerecek biçimde tanımladıklarını
belirtmeliyim. Onların sınıflamasına göre:
- Birinci Reich (962-1806) Kutsal Roma-Germen imparatorluğu (Erstes Reich
- İkinci Reich (1871-1918) Almanya İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich)
- Weimar Cumhuriyeti (1919-1933) (Weimerar Republic)
- Üçüncü Reich (1933- 1945) (Deutsches Reich - Großdeutsches Reich) Adolf Hitler yönetimindeki Nazi Almanya’sı.
Bu
dönemlerin sınıflaması ana hatları ile yukarıdaki gibi olsa da ayrıntılarda pek
de görüş birliği yok. Örneğin özellikle Nazi Almanya’sında Weimar Cumhuriyeti
dönemi pek de Alman yönetimi sayılmı-yor. Ama herkesin görüş birliği içinde olduğu
nokta etkin olduğu 30 yıl içinde (1860-1890) Alman Birliğinin ve ulus-devletinin
oluşmasında şansölye Otto von Bismack’ın kilit bir rol oynadığı.
İTALYAN BİRLİĞİ
İtalyan
birliğinin öyküsü ise oldukça farklı. 1830-1840’larda Avrupa’yı saran devrimci
dalgada Guisppe Garibaldi adının devrim önderleri arasında öne çıktığını
görüyoruz. Bu devrimci dalganın ardından Guiseppe Garibaldi’nin ulusçu kimliği
ile İtalyan birliği için yarımadanın güneyinde (özellikle Sicilya ve Napoli)
yürüttüğü çalışmalara ülkenin Kuzey-Batı’sındaki Savoy ve Sardinya krallıkları
da katlınca 1861’de İtalya Krallığı (Regno
d'Italia) ilan edildi. Daha önce Sardinya Kralı unvanını taşıyan II Victor
Emmanuel İtalya Kralı oldu.
İtalya
Krallığının yarımadada egemenliği ve birliği sağlaması için çatışmalar sürdü. Kuzey
sınırında Avusturyalılarla yürütülen mücadeleler sonucunda Avusturya- İtalya
sınırı çizildi. Yarımadanın ortasından Kuzey-Doğu’ya uzanan Papalık Devletlerinde
(Stato Pontificio) Fransız
garnizonları vardı. 1870-1871 Prusya-Fransa savaşı için Fransa bu
garnizonlardaki askerlerini çekince İtalya Krallığı oluşan güç boşluğunu
değerlendirdi ve yarımadanın bütününde egemenliği sağladı.
ULUS-DEVLET ve ULUS OLUŞUMU
Yukarıda kültürel
altyapının aydınlar tarafından oluşturulduğuna; ama ulus oluşumunun “ulusal
kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlandığına değinmiştim. Ulus-devletin
üstlendikleri hakkında birkaç örnek vermek sanırım yeterli olacaktır:
Bir ortak
payda olarak ulusal bir kültürü geliştirilmesi ve yayılması gerekiyordu.
Avrupa’da bu kavramın karşısındaki güç doğal olarak dinsel otoriteydi. Ortaçağdan
beri eğitim kavramı din eğitimi anlamında gelişmişti. İlk üniversitelerin katedral
ve manastırların çatısı altında açıldığını ve ağırlıklı olarak din adamı yetiştirdiklerini
biliyoruz. Sonradan silahların ve orduların gelişmesiyle buna askeri okullar,
ticaretin gelişmesiyle hukuk okulları vb. katıldı. Ama şimdi çok daha geniş
kitleleri eğitmek, ulus bilinci vermek söz konusuydu. Kim okul açacak?
Öğretmenler kime bağlı olacak? Ne öğretilecek? Bu açıdan devlet kiliseye karşı
bir konum aldı. Bu çatışmayı en güzel gösteren desenlerden birinde Alman
ulusunun birliği için çalışan Otto von Bismarck Papa ile satranç oyuyor,
“kültür savaşı” yapıyor. Üstelik çizimde Bismarck’ın kazandığını görüyoruz.
Ulus-devletin
oluşturulmasında önemli bir etki de basınla, özellikle gazete basımı ve
dağıtımı ile sağlandı. İnsanlar yalnızca yerel haberlere değil yüzlerce
kilometre ötedeki başkentlerindeki gelişmeleri de izlemeye başladılar. Bu
konunun teknolojik yönü yanında siyasal bir yönü de vardı. İngiltere’de toplam
gazete satışı 1836-1854 yılları arasında 3 kattan fazla arttı ve ilk “savaş
muhabiri” Kırım Savaşında (1853-1856) The
Times tarafından görevlendirildi.
Ulus-devletin
önemli bir bileşeni de posta dağıtımı idi. Kuşkusuz demiryolu, telgraf,
ardından telefon bu hizmet için gerekli teknolojik alt yapıyı oluşturmuştu.
Devletler de yaygın posta-telgraf-telefon ağları kurarak bu iletişimi sağladı.
Posta idarelerinin en büyük müşterisi, yukarıda değindiğim gazete dağıtımı
oldu. Bu konuda ilginç bir ayrıntı demiryolcu, postacı hatta öğrenci ve
öğretmen gibi yeni kurulan “devlet hizmetlerinde” yer alanların üniforma
giymesidir. Daha önceleri askerler gibi yeni devlet görevlileri de bir örnek
giysileriyle adeta ulusun “birliğini” simgelediler (İngilizce ve Almanca “uniform”, Fransızca “uniforme”, sözcüğündeki uni-bir, form-biçim, şekil köklerine dikkatinizi çekerim). Geleneksel askeri
üniformalar unvan ve sınıflara göre büyük farklılıklar gösterirken bu yeni
görevliler çok daha geniş bir birliktelik sergiliyordu.
Ulus-devlet,
ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal dil, ulusal bayramlar belirleyerek, hatta
stadyumlar, kültür merkezleri kurarak ulusal kimliği oluşturdu. Bu “yeni” ortak
değerlerin geliştirilmesinin amacı ulus-devletin yurttaşlarının etnik
kökenlerine ve din-mezhep farklılıklarına göre bölünmesinin önüne geçilmesiydi.
Avrupa’daki ulus-devletlerin bu konuda oldukça başarılı olduğunu
söyleyebiliriz. Etnik farklılıklar konusuna Fransa’yı örnek verirsek ülkenin Batısında
Breton, Güney-Batı’da Akuitanyan (Aquitai),
Kuzey-Batı’da İskandinav (Scandinavie),
Kuzey-Doğuda Alman (Alaman) ve
Güney-Doğuda Liguryan (Ligures) etkinliğinden
söz edebiliriz. Ayrıca Fransa’nın 20. Yüzyıl başından beri önemli göç aldı ve
2004 sayılarıyla toplam 60 Milyon kişiye ulaşan toplam kentsel nüfusunun
%85’ini beyazlar oluştururken %10’unu Kuzey Afrikalılar, %3’ünü Sahra Altı
Afrika’dan gelenler ve %2’sini Asya kökenliler oluşturmaya başladı. Din-Mezhep
farklılıkları konusunda ise günümüz Almanya’sını örnek verirsek 2011’de Almanların
%33’ü kendilerinin dinsiz-tanrısız olarak, %32’si Hristiyan-Protestan olarak,
%31’i Hristiyan-Katolik olarak niteliyor.
Ulus
kavramının oluşması sırasında fazla iyimser bazı beklentiler de oluştu.
Papalığın, imparatorların, derebeylerinin güçlerinin kırılması sonucunda
halklar arasındaki çatışmaların ortadan kalkacağına, bağısız ulusların
dayanışma ve kardeşlik içinde el ele barışa yürüyeceğine ilişkin pek de
gerçekçi olmayan ümitler yeşerdi.
Diğer yandan ulusal bilinç oluşturma kapsamında
bir farklılık bilincinin oluşturulduğunu da biliyoruz. “Biz” - “onlar” duygu ve
algısı ile ayrım yapılmasına çalışıldı. Ulusal duygu ve algılar yurtseverlikten
şovenizme uzandı. Bir dizi ülke içinde faşizm gelişti ve uluslar arası çıkar
çatışmaları sonucunda tarihin en büyük savaşları yaşandı. Ama bu dönem, Batı’nın
“modernleşme” öyküsünün başlangıç yıllarını ele aldığım bu tarihsel çerçevenin
dışında kalıyor.
Kısaca
değinmeden geçemeyeceğim bir konu da bizim deneyimimiz, Türkiye Cumhuriyetinin
bir ulus-devlet olarak kurulması. Batı’daki uluslaşma çalışmaları, Kemal
Atatürk liderliğinde yürütülen çabaları anlamak için bir anahtar oluşturuyor. Devletin
laik bir temel üzerine kurulması, dilin özüne dönülmesi, ulusal tarih
köklerinin araştırılması, eğitimin yaygınlaştırılması, Köy Enstitülerinin
kurulması, tercüme bürosunun kurulup dünya düşünce – edebiyat klasiklerinin Türkçeye
çevrilmesi, çağdaş sanatların özendirilmesi, yurt çapında Halk Evlerinin ve
Türk Ocaklarının kurulması gibi çabaları daha iyi anlıyoruz.