Geçtiğimiz Eylül ayında fizik ve
astronomi açısından çok ilginç bir gözlem yapıldı ve “kütleçekim dalgaları”
gözlendi. Mart ayında bunu anlatan makale yayınlandı. Bu notta bu konuyu en
kolay anlaşılır biçimde ilgili kavramların tarihsel gelişimi içinde özetlemeye
çalışmak istiyorum.
Sanıyorum başlangıç noktamız Aristo
(İ.Ö. 384-322) olmalı. Çünkü Aristo bugünkü bilimsel bilgi birikiminden ve
teknolojik olanaklardan yoksundu. Ama büyük bir aşk ve adeta çocuksu bir merak
ile doğayı inceleyip anlamaya çalıştı. Bizim konumuzla ilgili olan gözlemlerini
şöyle değerlendirdi:
- Yeryüzünde cisimlerin doğal durumları durağan. Bir cismi hareket ettirmek için ona değmemiz, onu itmemiz gerekiyor. “Uzaktan etkileme” gibi bir olanak yok.
- Maddelerin bir de doğal konumları var. Oraya gitmek istiyorlar. Katı cisimler bu nedenle yeryüzünün -ve evrenin- merkezine gitmek -yani düşmek- istiyor.
- Gökyüzündeki yasalar ise yeryüzündekilerden çok farklı. Göksel cisimler yeryüzüne düşmüyor ve kendilerini “iten” bir başka cinse gerek olmadan dünyanın çevresinde kusursuz daireler çiziyor.
Aristo’yu izleyen yüzyıllar boyu bu
ilkeler kabul edilmiş, gök cisimlerinin yörüngeleri gözlenmiş ve özellikle
gezegenlerin garip hareketleri yorumlanmaya çalışılmış. Yüzyıllar süren gözlemler
sonucunda -kabul etmek çok zor olsa da- Kopernik (1473-1543) yeryüzünün ve gezegenlerin
güneşin çevresinde döndüklerinin fısıldamış; Galileo (1564-1642) bunu yüksek
sesle söylemiş, Kepler (1571-1630) dönüşün daire değil eliptik yörüngede
olduğunu hesaplamış. Ama gerçek darbeyi Newton (1642-1726) vurmuş.
Böylece 17. Yüzyılda fizik, yaşama
ilişkin temel bir bakış açısı değişikliğine yol açtı. Fizikçiliğinin yanında çok
iyi bir matematikçi olan Newton, cisimleri birbirine çeken kuvveti, kütleçekim
yasası olarak bilinen bir formülle ifade etti. İki cisim kütlerinin çarpımı ile
doğru orantılı ve aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı biçimde
birbirini çeker. M1 ve M2
iki cismin kütlesi ve R ikisinin arasındaki
uzaklık ise bunları birbirine çeken kuvvet aşağıdaki gibidir:
Bizim açımızdan ilginç olan bu formülün ve hareket
yasalarının:
- Cisimlerin doğal durumları veya doğal konumları olmayıp hareketlerinin hareket yasalarına ve kütleçekim yasasına bağlı olması,
- Cisimlerin değmeden birbirini uzaktan etkileyebilmesi,
- Hareket yasalarının, kütleçekim yasasının hem yeryüzünde hem de gökyüzünde geçerli olması,
·
Kütleçekimde cisimler arasındaki uzayın
niteliğinin veya geometrisinin önemli olmamasıdır.
Günümüzde büyük bir rahatlıkla
kabul ettiğimiz, kitaplara yazıp çocuklarımıza öğrettiğimiz bu kavramları kabul
etmek o günlerde hiç de kolay değildi. “Evrenin
merkezi dünya, güneş ve yıldızlar çevremizde dönüyor” derken; “Hayır, evrende milyarlarca yıldız var, sizin
çevresinde döndüğünüz güneşiniz de sadece bunlardan biri” demek oldukça
zor.
Şimdi 19. Yüzyıla ve kütleçekimden
elektrik-manyetik çekime geçelim. Amperé (1775-1836)-Faraday (1791-1867)-Maxwell
(1831-1879) bu konuda büyük atılımlar yaptı.
Elektriğin özelliklerinin temelinde
artı ve eksi yükler var. Farklı yükler yukarıda değinilen kütleçekim formülüne
çok benzer bir yapıda birbirini çekiyor: Yüklerin çarpımı ile doğru orantılı ve
aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı. Bu kez Q1 ve Q2
iki elektrik yükleri ve R bunların arasındaki
uzaklıksa, bu iki yük eğer aynı ise aşağıdaki kuvvetle birbirini iter, zıt ise
birbirini çeker:
Kütleçekim formülündeki katsayı ile
yukarıdaki katsayıyı karşılaştırırsak elektriksel çekimin çok daha büyük
olduğunu görürüz. Ama bizim açımızdan ilginç olan büyüklükler değil, bu
formüllerin yapısının benzemesi.
Belki de daha da ilginç olanı
yükler hareket edince enerji dalgalar biçiminde yayılıyor (elektromanyetik
dalga). Demek ki uzay niteliksiz değil, bir biçimde dalgalanıyor ve enerjiyi
iletiyor. Bu bizi “alan” dediğimiz kavrama götürüyor. Radyo vericisi – alıcısı
örneğinde gördüğümüz gibi hareketli yüklerle bir alan (elektromanyetik alan) oluşturuyoruz
ve uzakta bu alanın etkisini gözlüyoruz.
Artık cisimler arasındaki uzayın
geometrisi ve niteliği önemli. Radyo alıcısı vericiyi “görüyor mu?”, “yağmur
yağınca aldığımız işaret bozuluyor mu?” diye incelemeğe başlıyoruz.
Hemen elektromanyetik alanlara
benzer biçimde kütleçekim alanı tanımlayabiliriz. “Cisimler çevrelerinde bir kütleçekim alanı oluşturuyor ve uzaktaki
cisimleri bu alan aracılığı ile etkiliyor” diyebiliriz. Büyük patlama ile
toz bulutları kütleçekimi ile gök cisimlerini oluşuyor, hızla yol alan “küçük”
gök cisimleri “büyüklerin” kütleçekim alanlarına giriyor, merkezkaç kuvveti ile
kütleçekim dengelenince “güneşler” çevresinde dönen “gezegenler” oluşuyor. Dikkat edilirse kütleçekimini gözlüyoruz,
ölçüyoruz, çekimin formülünü bulduk ama hâlâ nedenini açıklayamadık.
Ayrıca büyük bir sorun daha var.
Maxwell denklemlerinde ışık hızı bir değişmez olarak yer alıyor (c=300
000 km/saniye) . Bu gündelik gözlemlerimize ve Newton dünyasına aykırı geliyor.
Örneğin hızla giden bir tren ve bunun üzerinde tren yönünde koşan bir adam
düşünelim. Bu manzarayı yerden seyreden bir adam için trende koşan adamın yere
göre hızı, adamın tren üzerindeki koşma hızı ile trenin hızının toplamına
eşittir. Oysa trende bir ışık yandığını düşünelim yerdeki ve trenin üzerindeki bir
gözlemci için ışığın hızı değişmeyecek!
20. Yüzyıl başında bu çelişkiyi çözen
Einstein (1879-1955) oldu. “Uzunluk ve
zaman (dolayısıyla bunların oranı olan hız) cisimleri hızına göre değişir”
diyor. Zamanı dördüncü boyut olarak alalım ve uzay-zaman içinde uzunluk ve
zaman boyutları için öyle formüller geliştirelim ki düşük hızlarda günlük
hayatta gözlemlediğimiz gibi (Newton yasalarına göre) olsun; hızımız ışık
hızına yaklaştıkça sonuçlar değişsin. Bunu formüllerle ifade etmek çok zor
değil. Uzunluğun değişimini ele alalım. Cisim dururken uzunluğu L0
olsun. Işık hızı c ise cisim v hızıyla
giderken uzunluğu L olacaktır:
Cisim, günlük yaşamımızda
gördüğümüz gibi, ışık hızından çok yavaş hızlarla hareket ediyorsa bu yavaş
hızın etkisi gözlenmeyecek, cismin hareket hızı ışıl hızına yaklaşırsa cismin
uzunluğu azalacaktır.
Dediğim gibi formül oldukça basit. Ama
yeni kavramları kabul etmek çok zor. Uzay düz bir kâğıt olarak
düşünülürse Euclid’in yüzyıllar önce geliştirdiği –ve bizim okullarda
öğrendiğimiz- geometri geçerli. Üçgenin iç açılarının toplamı 1800,
Pisagor’un dik üçgende dik kenarların uzunluklarının karelerinin toplamı karşı
kenarın uzunluğunun karesini veriyor, iki nokta arasındaki uzaklık bu iki
noktadan geçen doğrunun uzunluğu… Oysa şekiller küresel bir yüzey üzerinde
çizilince –veya uzay bükülünce- açılar
ve kenar uzunlukları değişecek. Örneğin meridyen çizgileri ekvatora dik
geliyor. Kutuplarda da bir açı var. Demek ki bu üçgenin iç açıları toplamı 1800’den
büyük! İki noktayı bir eğri ile birleştirirsek bu iki nokta arasındaki uzaklık
değişiyor.
Artık dördüncü boyutu da ekleyelim
ve “uzay-zaman” diyelim. Demek ki uzunluğun değişmesi için uzay-zamanın
bükülmesi gerekecek!
Şöyle bir uzay-zaman düşünelim: Bir
kumaş örtünün üzerinde ağır bir cisim olsun. Kumaşta bir çukur oluşacaktır.
Şimdi küçük bir pinpon topunu hızla örtü üzerine savuralım. Top çukur
çevresinde dönmeye başlayacaktır. Demek ki uzay-zamanın büküldüğünü kabul
edersek gezegenlerin neden güneş çevresinde döndüğünü, yani kütlelerin neden
birbirini çektiklerini hem de uzunlukların nasıl değiştiğini hayal edebiliriz.
Bükülen bir uzay-zamanda da bizi bu
bükülmelerin dalgalar biçiminde olabileceği düşüncesine götürüyor. Nasıl elektrik
yükleri hareket edince elektromanyetik dalgalar oluşuyorsa, acaba büyük
kütleler hareket edince kütleçekim dalgaları oluşur mu? Bu konuda önceleri Einstein
de çok kararlı değil. Önce “kütleçekim
dalgaları kuramsal olarak olmalı” diyor, sonra “sanırım yok” diyor ve ardından makalesini geri çekip “dalgalar olmalı” görüşünde karar
kılıyor. Kesin olan, kütleçekim dalgaları olsa bile çok zayıf olacakları. Gözlem
için çok büyük kütleler ve çok hassas ölçümler gerekli.
İşte geçtiğimiz Eylül’de tam da bu
oldu! 1,1 Milyar Dolar bütçe ile ABD’de Louisiana eyaletindeki Livingstone ve
Washington eyaletlerindeki Hanford’da iki dev gözlemevinde (The Laser Interferometer Gravitational-Wave
Observatory-LIGO) 40 yıldır uzayı izliyordu. Sürekli yeni teknolojik
uygulamalarla hassasiyeti artırılan sistemler sonunda 1,3 Milyar ışıkyılı ötede
iki kara deliğin birbiri üzerine düşmesinin oluşturduğu kütleçekim dalgaları
gözlendi. Böylece 100 yıl sonra Einstein bir kez daha doğrulandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder