Bilim ve
teknolojinin 18. Yüzyıl başına kadar olan öyküsüne “sanayileşme” ile devam
edelim. Üretim süreçlerinde çok temel dönüşümlerin gerçekleştiği, Birinci Sanayi Devrimi olarak
tanımlanan dönem için uzmanların verdiği tarih aralığı 1760-1840. Bazı önemli
adımlardan önekler verirsem buhar gücü kullanımının yaygınlaşması (Thomas
Savery, 1698; Thomas Newcomen, 1712; James Watt 1778), kimyasal maddeler için
üretim süreçleri (sülfürik asit, John Roebuck, 1746; çimento, Joseph Aspdin
1824), demir üretiminde verimli yöntemler (yüksek fırınlarda kok kömürü,
Abraham Darby 1709; levha üretiminde silindirler arasından geçirme, Henry Cort,
1783) mekanik üretim araçlarının gelişmesi (dokuma tezgahlarında “uçan mekik”
kullanımı, John Kay, 1733; torna tezgahı Henry Maudslay, 1800; standart vida
Joseph Whitworth, 1830), demiryolu (Liverpool – Manchester demiryolu 1830).
Kısacası Birinci Sanayi Devriminin buhar makinesi, bunun olanaklarının pamuklu
dokuma tezgâhlarına, lokomotiflere ve gemilere uygulanması ile simgelendiğini
belirtebiliriz. Birinci Sanayi Devriminin öncü ülkesi olarak Britanya öne
çıkıyor.
İkinci Sanayi Devriminin (1870-1910)
ise kimya, içten yanmalı motorlar (milyonlarca üretilen Ford T-Model 1908) ve
elektriğe ilişkin gelişmelerle (telgraf 1830’lar, telefon 1870’ler)
sağlandığını görüyoruz. Daha önce doğal koşullar nedeniyle yeryüzüne çıkan
petrol, Edwin Drake'in 1859’da Titusville, Pennsylvania’da pompalı bir petrol
kuyusu açmasından sonra yerkürenin alt tabakalarından da çıkartılmaya başlandı.
Gelişmeler zincirleme etkilerle bizi başlangıç noktasından çok uzaklara taşıdı.
Örneğin kimyadaki gelişmeler aşı ve ilaç yapımını sağladı (1897 Bayer’in
Asprini), sıtma tedavisinde kinin kullanımı Beyaz adamın Gana’dan Nijerya’ya ve
Afrika içlerine ilerlemesini kolaylaştırdı (Conner,
Clifford D. “A People's History of Science: Miners, Midwives, and 'Low Mechanics”).
Barut temelli patlayıcıların yerini alan yeni kimyasal bileşimlerle oluşturulan
patlayıcılar (TNT 1863, dinamit 1867) savaşları değiştirdi. Binlerce beygir
gücündeki büyük dinamolarla, buhar motorlu, kömürlü ve hidroelektrik (İngiltere
Northumberland’da 1878; ABD Niagara Şelaleleri 1881; ABD Wisconsin Vulcan
Street Plant, 1882) santrallarda üretilen ve yaygın dağıtım ağları ile kentlere
dağıtılan elektrik sanayi ve konutları yeni bir enerji olarak beslemeğe
başladı. Bu arada Birinci Sanayi Devriminin öncü ülkesi Britanya’nın, İkinci
Sanayi Devriminde ilk sıraları ABD, Almanya ve Japonya’ya kaptırdığını
belirtmeliyim.
Kentleşme
Sanayi
devrimlerinin toplumsal yapı bakımından önemli bir sonucunun kentleşme olduğunu
biliyoruz. Yukarıda 1900’lerin başında otomobil üretiminin milyonlara
ulaştığını belirtmiştim. ABD’nin otomotiv sanayii merkezi Detroit kentinin
nüfusunun artışında bunu çok belirgin biçimde görüyoruz.
Kentleşme kendi
sorunlarını ve onların çözümlerini de getirdi. 19. Yüzyıl ortalarında kentlerde
yaşam kırsal bölgelere göre çok daha sağlıksızdı. Örneğin ABD’nin hızla gelişen
kenti Chicago’da 1849’daki kolera salgını kent nüfusunun %3’ünü öldürdü. 1854’de,
1866’da ve 1867’de de önemli kolera salgınları yaşandı. Büyük kentlerdeki bu ve
benzeri sorunlar yerel yönetimlerin gelişmesi, kentlerde kanalizasyon, toplu
ulaşım sistemleri gibi büyük yapılaşma-inşaat projelerine olan gereksinimi
oluşturdu.
Kolonyalizm
- Emperyalizm
“Kolonyalizm”
ve “emperyalizm” terimleri arasındaki ilişki birçok açıdan tartışma konusu ise
de burada ele alacağımız konu açısından kolonyalizimi sınırlayıp “güçlü bir
ülkeden insanların güçsüz bir ülkeye gidip yerleşmesi, kendi ülkeleriyle
bağlarını kopartmadan orada üretim yapması” biçiminde tanımlayabiliriz. “Colony” sözcüğünün temelinde Latince colonus: çiftçi, colore: ekmek sözcükleri var. Bu “üretim” birçok durumda doğal
kaynakları yağmalamak ve sömürmek biçimini alıyordu. Avrupa ülkelerinin
Amerika, Afrika ve Asya’da 16. Yüzyıldan başlayarak yağmacı girişimler
yürüttüler. 16. Yüzyılda okyanus aşırı keşifler ve yolculuklarla İspanya ve
Portekiz’in yağmasının ardından 17-19. Yüzyılda Fransa, Britanya ve
Hollanda’nın Kuzey ve Güney Amerika, Karayipler, Afrika, Hindistan, Hindiçin, Malezya, Endonezya’da … koloniler kurma
çabaları geldi.
Emperyalizm
ise 19. ve özellikle de 20. Yüzyıllarda kapitalizmin daha gelişmesi ile -koloniler
kurmanın ötesinde- etkileri altındaki ülkeleri bağımlı hale getirilerek daha
derin ve kapsamlı sömürmesi olarak düşünülebilir.
19. yüzyılın
ilk yıllarında Britanya’nın en büyük “emperyal” güç olarak yerleştiğini ve Fransa’nın
geri kalmamak, küresel bir güç olmak için büyük adımlar attığını görüyoruz.
1830-1840 döneminde Cezayir başta olmak üzere Kuzey Afrika’da önemli büyüklükte
toprakları kendine bağladı. III Napolyon döneminde Hindiçin (Indochina) yarımadasında özellikle
Vietnam’da egemen oldu. Meksika’yı kendine bağlamak için –sonu Fransa için çok
büyük bir felaket olan- bir maceraya girişti. Oraya Avusturya asıllı
Maximilian’ı “Meksika İmparatoru” atadı, gönderdiği askerlerle destekledi; ama
ayaklanan Meksikalılar bu kukla imparatoru yakalayıp kurşuna dizdi. 1870’lerin
başında Fransa hem ülkesinde Almanlara karşı büyük bir yenilgiye uğramış, başkenti
kuşatılmış (1870-71) hem de Meksika girişiminde bozguna uğramış (1867) bir
imparatorluktu.
1860-1870
Dönemi
1860’lar ve
1870’lerin başında Avrupalıların daha kendi içlerine döndüklerini, “kolonyal-emperyal”
isteklerinin nispeten zayıfladığı ve daha “seçici” olduklarını görüyoruz.
Özellikle Britanya İmparatorluğunun gelişimi dönemsel, fırsatlara dayalı ve
merkezi bir planlama doğrultusundan yoksun biçimde oldu. Fransa’da gelişim daha
merkezi yönelime dayalı oldu; ama orada da yönün zaman içinde değiştiğini
görüyoruz. Öyle ki küresel imparatorluklar 1860’lar ve 1870’lerin başında
küresel genişlemeden adeta vazgeçtiler.
İngiltere’de
liberal düşünce iktidara geldi (başbakan Gladstone) ve vahşi büyümenin liberal
fikirlerle çeliştiğini öne sürdü. Britanya’nın iç sorunlarına yöneldi,
ülkesinin insanlık idealleri konusunda dünyaya örnek olmasını önerdi. Britanya
imparatorluğunun birçok bölgesini (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney
Afrika) dominyon yaptı. Bu dominyonlar Britanya İmparatorluğuna sadıktı; ama
kendi kendilerini yönetiyorlardı. Kuzey Amerika’daki koloniler giderek daha
fazla bağımsızlığa kavuştular. Bu arada Hindistan’ı kendine bağlı tuttuğunu;
Güney Afrika’da Hollanda-Britanya çatışmasının, kabilelerin arasındaki
mücadelenin oldukça karışık bir konu olduğunu belirtmeliyim.
Almanya’da
Bismarck da Prusya-Almanya adına kazanımlarını yeterli görüyor ve ulaşılan güç
dengesinin korunmasından yana bir politika izliyordu.
1870
Sonrası
Küresel
güçlerin dikkatlerini kendi içlerine yoğunlaşmaları uzun sürmedi. Fransa da
yukarıda değindiğim özel sorunlarını çözdükten sonra yarışa katıldı. Küresel
güçler ise 1870’lerde başlayıp 1880’lerde yükselen yeni bir ivme ile 1914’de
Dünya Savaşına uzanan sürece girdiler. Hatta bu dönemde yarışa yeni bir aktör,
ABD, de katıldı.
Her iki
yarımkürede de “emperyalizm” teriminin kullanımı, özellikle ABD-İspanya savaşı
(1898) ve İkinci Boer Savaşı (1899-1902) sonrasında yaygınlaştı. Örneğin 1902’de İngiliz ekonomisti J. A.
Hobson Londra ve New York’ta basılan kitabına “Imperialism” adını verdi.
V.I. Lenin
1916’da, Sovyet devriminin hemen öncesinde, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Üst Aşaması” kitabını yazdı. Özellikle
1880’lerden itibaren sanayi üretiminin tekelleştiğini, kartelleştiği, sanayinin
bankacılık sektörü ile bütünleştiği, bir finans-kapital oligarşisi oluştuğu ve
sermeye ihracının yoğunlaştığına dikkat çekti.
Bunun temel
nedeni hiç kuşkusuz küresel imparatorluklarda kapitalizmin gelişimidir. Sanayi
üretimi finansla birleşmiş, çok büyük şirketler oluşmuş, üretim için ham madde
temini ve ürünlerinin satılması için büyüyen pazarlar gerekli olmuştu.
Sanayi
devrimleri askeri teknoloji açısından çok büyük olanaklar sağladı. Namludan
dolma yerine kundaktan doldurulan tüfekler ve toplar, yüksek hızlı otomatik
tüfekler, mermi yörüngelerinin daha iyi hesaplanması ve hassas atışlar,
patlayıcı top mermileri, zırhlı buharlı savaş gemileri, telgraf iletişimi ile
muharebe yönetimi… Sanırım dakikada
birkaç yüz atış yapan bir makinalı tüfek arkasında Britanya İmparatorluğu veliahdı
(sonradan kral) VII Edward’ı gösteren fotoğraf, dönemi çok güzel yansıtıyor.
Özellikle
İkinci Sanayi Devriminin bir özelliği de büyük ve çeşitli hammadde gereksinimi
oluşturmasıdır. Kauçuk, demir, petrol gibi hammaddelerin sömürgelerden temini
emperyalizmin önemli bir boyutunu oluşturması oldu.
Afrika’da
Emperyalizm
Özelikle iki
olay, Britanya İmparatorluğunun Mısır işgali (1882) ve Afrika Konferansı bu
dönemi değerlendirmek için çok iyi örnekler. Mısır Ortadoğu bölgesinde
1830-1840’larda çok iyi bir konumdaydı. Amerikan iç savaşı da Mısır’a yaradı.
İngiltere, ABD’nin Güney eyaletlerinden alamadığı pamuğu Mısır’dan almaya
başladı. 1869’da açılan Süveyş Kanalı da ekonomik açıdan Mısır’ın potansiyelini
geliştirdi. Bu potansiyeli kullanmak isteyen Mısır İngiltere ve Fransa’da borç
aldı. Ödeyemeyince Osmanlı’daki Düyun-u Umumiye benzeri bir yapı ile
Avrupalılar mali yönetime el koydu. Mısır halkı isyan etti ve Britanya
İmparatorluğu “geçici olarak” Mısır’ı
işgal etti (1882). Bu işgalin geçici olması, Osmanlı’nın bu topraklara sahip
çıkması bekleniyordu. Oysa Osmanlı İmparatorluğu 1870’lerde, burada ele
alabileceğimizden çok daha karmaşık nedenlerle, çok zayıflamış ve mali sıkıntı
içine düşmüştü. Ruslarla yürüttüğü savaşta (93 harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşı)
başarısız olunca Batılılar Berlin Anlaşmasında Rusların Balkanlarda daha fazla
ilerlemesini durdurmaya çalışmıştı.
Britanya
Mısır’dan sonra kendini Güneyde Sudan’da buldu. Sudan’da Müslüman Mehdi
Muhammet Ahmet taraftarları ayaklanmış ve daha önce Britanya ordusunda
yükselmiş General Charles George Gordon misyonerlik güdüsü ile Mehdiye karşı
savaşmak ve için Sudan’a gitmişti. General Gordon ve adamları Hartum’da
kuşatılınca Britanya askerleri onları kurtarmak amacıyla Sudan’a girdi ama
Hartum’a ulaştıklarında Gordon öldürülmüştü (1885). Böylece Britanya Mısır’dan
sonra Sudan’ı da işgal etmiş oldu.
Tarihçiler
Britanya’nın o dönemde başbakanının daha önce andığımız Gladstone olduğunu,
Gladstone’un bu işgalleri hiç de istemediğini, ama Süveyş Kanalının Britanya
için Hindistan’a giden yol olduğu için Mısır’dan vaz geçemediğini belirtir.
İsteyerek veya sürüklenerek Britanya 1880’lerde artık Afrika’nın Batısında, tüm
Nil vadisine yerleşmiş durumdadır. Bu gelişmeyi izleyen Fransa da Cezayir’den
başlamış olduğu işgale hız verir. Doğuya Tunus yönüne, Batı’ya Fas yönüne ve
Güneye Fransız Batı Afrika’sına doğru ilerlemeye başlar.
Almanlar
Afrika yerlilerinin ne olacağını konuşmak için Berlin’de insancıl amaçlarla bir
konferans topladılar (1884). Çeşitli seçenekler konuşuldu ve yerlileri korumak
için onların özel bölgelere, barınaklara yerleştirilmesine karar verildi.
Koruyucu olarak da Belçika Kralı II. Leopold belirlendi. Leopold Özgür Kongo
Devletini (État indépendant du Congo-Congo Free State) koruyacaktı. Kral I.
Leopold örnek, modern, liberal, anayasacı bir Avrupa kralı olarak tarihe
geçmişti ve oğlunun da öyle olması bekleniyordu. Oysa tam tersi oldu. II.
Leopold bölgeyi kendi kişisel malı olarak gördü, olabildiğince sömürdü,
yerlileri köle yaptı, kiralık askerlerini bölgeye salıp kendine fildişi ve
kauçuk getirmekle görevlendirdi. 10 Milyonda fazla insan öldürüldü. Yerlileri
korkutmak için ellerini kestirdi. Özgür Kongo Devleti örnek bir koruma alanı
olacağına bir dehşet ülkesi oldu. Bu konuda Joseph Conrad’ın 1899 basımlı ünlü
romanı “Heart of Darkness”, Arthur
Conan Doyle’un 1909 basımlı “Crime of the
Congo” kitabı ve Alice Seeley Harris’in çektiği fotoğraflar (aşağıda) anılabilir.
Sonuç olarak
20 yılda Afrika karış karış Avrupalılar tarafından paylaşıldı, işgal edildi ve
yağmalandı. (Bu konuda yalnızca iki istisna var: Doğu’da Etiyopya ve Batı’da
Liberya sömürgeci istilasına uğramadı.)
“Kahraman
Kâşif” İmajı
Batı
toplumlarında emperyalizmin ilginç bir kültürel yönünün “Kahraman Kâşif” imajı
olduğu söylenebilir. Batılının kendini üstün görüp misyonerlik ile el ele
vermiş durumda geri kalmışları eğitme ve uygarlaştırma çalışmaları yoğunlaştı. Örneğin
İngiliz misyonerleri Hintlileri ölen koca ile birlikte dul eşlerini yakılması
geleneğine karşı çalışmakla övünürler. Bütün Avrupa’da yayılan bu gelenek Jules
Verne’in “80 Günde Devri Alem-Le Tour du
monde en quatre-vingts jours -1872” kitabında bile yer alır.
İskoçyalı
ünlü misyoner ve kâşif Dr. David Livingstone 1850-1870’lerde Afrika’nın çeşitli
nehirleri boyunca ilerledi. Nil nehrinin kaynağını bulmak amacıyla ilerlerken
kaybolması ve kendinden uzun süre haber alınamaması o günlerin en önemli konusu
oldu. Amerikalı gazeteci Henry Morton Stanley Tanganika Gölü kıyısında onu
buldu (1871) ve bu olay büyük bir gazetecilik olayı olarak tüm dünyada
yankılandı. Stanley’in anılarında olmasa da bu buluşma anında Stanley’in
söylediği rivayet edilen “Sanırım Dr.
Livingstone?- Dr. Livingstone, I presume?” cümlesi İngiliz kültüründe
efsaneleşmiştir.
Dönemin en
yaygın çizimlerine ve çok satan dergi ve kitaplarına bakarsak yamyam imajının
yaygınlığı dikkat çekicidir. Gözü pek Avrupalının Afrikalı vahşilerle
savaşlarını anlatan Rider Haggard’ın kitaplarının en popüler kitaplardır.
Yandaki çizim bu seriden birçok kitabın kahramanı Quatermain’i gösteriyor ve
yamyamlarla ilgili seyrettiğimiz birçok filmi hatırlatıyor.
Emperyalist
ülkelerde sömürdükleri ülkeleri “kurtardıklarına” ilişkin bir anlayışın devlet
tarafından yürütülen bir propaganda boyutu da vardı. Örneğin aşağıdaki resmin
önemi, herhangi bir ressamın kendi düşüncesine göre yaptığı bir resim olmayıp,
Alman Kayseri tarafından özel olarak ısmarlanmasından kaynaklanıyor. Hristiyanlıkta
kötülüklere karşı savaşan Melek Michael (Kur’an’daki Mikail) Avrupa’nın uygar
ülkelerine ufuktaki Çin ülkesini gösteriyor ve onları göreve çağırıyor. Haç
için bu ülkeye gitmek resmin sağındaki “sarı tehlikeye” karşı savaşmak bir
ödev!
Popüler
kültürün dışına çıkıp biraz daha kültürel ağırlığı olan düşünce alanında da,
“yarışta kazanmak için güçlü olmak gerekir” temelli düşüncelerin egemen
olduğunu görüyoruz. Örneğin F. Nietzsche (1844-1900) bu eğilimin en belirgin
temsilcisidir. Charles Darwin’in (1809-1882) türlerin evrimi konusunda yalnızca
biyoloji alanında çalıştığını biliyoruz. Evrim kuramındaki “en uygun olanın başarılı
olması ve yaşamda kalması” fikrinin toplumlara ve devletlere de uygulanabileceği
görüşü kaçınılmaz olarak gündeme geldi. Ünlü İngiliz biyolog, antropolog ve
sosyoloğu Herbert Spencer (1820-1903) bu çizgideki yazılarıyla dönemin en ünlü
düşünürüydü. Jack London’ın Martin Eden
romanı Spencer’in savunduğu fikirlerin bir roman kahramanını
şekillendirmesinin, adeta ete-kemiğe bürümesinin çok güzel bir örneğidir.
19.
Yüzyıl Sonunda Altın Standardı ve Şirketleşme
1870’lere
kadar para ilke olarak altın ya da gümüşe dayalıydı ama bunun bir standardı yoktu.
Şirketler bile kâğıt para çıkartabiliyor, ABD’de örneğin İspanyol parası kullanılabiliyor,
kısacası insanların kabul ettiği her şey para olarak geçerli oluyordu. Bu da
kuşkusuz zaman-zaman anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol açıyordu. 1870’lerde
Atlantik’in iki yakasında para altına bağlı bir standart hale geldi. Britanya,
Fransa, Almanya ve ABD paralarını altına bağlı hale getirdi. (Özellikle
Almanya’nın bu sistemi kabul etmesinde 1870-1871 savaşında Fransa’yı yenip
onlardan önemli miktarda altın alması büyük rol oynadı). Kuşkusuz ülkelerin
paralarını belirli bir ağırlıktaki altına bağlamaları, ülkelerin paraları
arasındaki değer ilişkisini oluşturdu ve ülkeler arasındaki ticareti
kolaylaştırıp kararlı hale getirdi. Ticarete ek olarak yabancı ülkelere yatırım
olanağını sağladı. Bu nedenle örneğin Britanya’da kapitalistler ABD’de buğday
tarlaları, Arjantin’de sığır çiftlikleri, Avustralya’da koyun çiftlikleri satın
aldılar; Hindistan’da demiryolu şirketlerine yatırım yaptılar. Hükümetlere,
yerel yönetimlere borçlar verildi.
Genişleyen yatırım hacmi sigorta şirketleri tarafından desteklendi.
1800’lerin sonu 1900’lerin başında finans-kapital tüm boyutlarıyla toplumsal
ekonomiye egemen oldu.
Bu gelişmenin
olumsuz yönü de vardı. Kapitalizmin dönemsel sorunlarının belirginleşmesine yol
açtı:
Ulusal paralar
altın standardına bağlanınca ülkelerin karşılıksız para basması önlendi. 1848-1855
döneminde Kaliforniya’da altın bulunması (altına hücum - gold rush) artık dünya ölçeğinde güçlü ülkelerden biri olan ABD’yi
daha da güçlendirdi. Dünyadaki altın miktarının sınırlı olması nedeniyle altın
standardı toplam satın alma gücünü sınırladı. Örneğin buğday üretimini artıran
ve bunu pazara süren çiftçi buğdayını satamamaya başladı. 1870-1890 dönemi
ekonomide daralma dönemi oldu. ABD’de tarım üreticisinin piyasada daha çok
paranın dolaşımda olmasını istemesine karşılık finans çevreleri sabitlenmiş
kararlı paradan yanaydılar. ABD’de 1896 seçimlerinde bu tartışmalar temel
çatışma alanı oldu. Altın standardının yıkılmasını savunan Demokrat aday W. J.
Bryan ile altın standardını savunan Cumhuriyetçi aday W. McKinley karşı karşıya
geldi. Başkanlık seçimini altın standardı kazandı. Altın standardının bu önemli
başarısının ardından bu kararlı tutum birkaç kez bozuldu. ABD’nin şansı
seçimden sonra bir kez daha güldü: 1897 de Alaska’da altın bulundu. Güney
Afrika’da bulunan altın da devreye alınınca 1890-1914 arasında dünya ticareti
dört kat arttı
Finans
açısından olumlu olan bu dönemde yukarıda değindiğim ikinci sanayi devriminin
olanaklarıyla sanayileşmiş ülkeler zenginleşti ve hammadde canlanması (commodity boom) olarak bilinen dönem
başladı. Afrika ve Endonezya’daki kauçuk ağaçlarından Arjantin pampalarındaki
sığırlara uzanan tüm yeryüzünde üretim yaygınlaştı. Britanya Barışı (Pax-Britannica) adı verilen bu dönemde birçok
yerde savaşlar vardı; ama okyanuslar güvenliydi ve deniz aşırı ticaret
savaş-korsan tehlikesi olmadan sürebildi. İkinci sanayi devrimi ulaşımda da
yeni olanaklar sağlıyordu. Örneğin en fazla birkaç yüz tonluk yelkenlilerin
yerini güçlü motorlarla ilerleyen birkaç on bin tonluk gemiler almıştı.
Bu kez
genişleme rekabet emperyalist bir paylaşım savaşına, I. Dünya Savaşına, yol
açtı. Savaş döneminde bütün devletler üretimlerini desteklemek için altın
çıpasını terk ettiler. Ama savaş sonrasında yeniden çıpaya dönüldü. (Bu durum
II. Dünya savaşı sonrasında, 1944 Breton Woods anlaşmasına kadar sürdü.) Ama
artık ele aldığımız tarihsel çerçeveden giderek uzaklaşıyoruz; para – standart
konusundaki incelemeyi durdurmalıyız.
Kapitalizmin
odağındaki şirketlerin yapıları konusunda da çok ilginç gelişmeler var. Yine
öncü ülke Britanya’yı ele alırsak, merkantilist dönemdeki “devlet” şirketlerinin
ardından 1825’de özel şirketlerin tüzel kişilik biçiminde örgütlenmeye
başladığını görüyoruz. Diğer yandan yetersiz yasal altyapı büyük toplumsal
çatışmalara yol açıyor. (Sorunların edebiyata yansıması konusunda Charles
Dickens’in 1843-44 basımlı “Martin
Chuzzlewit” romanını anabilirim.) 1843’de yasa üzerindeki düzeltmeleri
1855’de sorumluluğun sınırlandırılması izledi.
1870-1890
dönemi şirketlerin yapılanması açısından çok önemli bir dönem oldu. Birçok
ülkede, özellikle ABD’de, çıkartılan yasalarla sınırlı sorumlu sermaye
şirketleri bağımsız birer tüzel kişilik olarak kurulmaya başlandı ve yatırım
için birer mıknatıs oldu. Artık aile şirketlerinin boyutu aşılmıştı. Günümüz
dünyasının en büyük şirketlerinin köklerinde 19. Yüzyıl sonundaki birkaç on
yılında kurulan şirketleri görüyoruz. Örneğin petrol alanında Exon Mobil’in
kökü Standard Oil – 1870; Chevron’un kökleri Star Oil – 1876 ve Pacific Coast
Oil Company – 1879; The Shell Transport and Trading Company – 1897. Bankacılık
alanında Günümüzün Wells Fargo’nun kökü Northwestern National Bank – 1872; J.
P. Morgan Chase bankasının kökü Chase National Bank – 1877. Bu büyük
şirketlerle toplum tümüyle yeniden yapılandı. İşçi sınıfının yanında yönetici,
mühendis, hukukçu, bankacı, sigortacı gibi meslekler gelişti. “Modern” ofisler
ve fabrikalar kuruldu. Mesai saati kavramı, toplu taşıma gereksinimi
yaygınlaştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder