1700’LERDE “DEMOKRATİK DEVRİMLER”
Yukarıdaki
başlığı okuyunca “1700’lerde ne demokrasisi?” diyeceğinizi biliyorum. Zaten ben
de onun için tırnak içine aldım. Terim benim değil. Birkaç tarihçinin
kullandığını biliyorum. Aşağıda birini anacağım. Özellikle değineceğim coğrafya
da Fransa-Amerika Birleşik Devletleri-İngiltere. Yine kendilerinin kullandığı
terimle “Atlantik Ülkeleri”.
Önce 1700’lerin
başındaki kurulu düzene ve toplum katmanlarına bir göz atalım (bugünkü
kullanımıyla sınıf oldukça farklı bir anlamda olduğu için “sınıf” değil
“katman” diyorum). Batı ve doğu toplumlarında kaçınılmaz olarak yönetici
–imparator, kral, padişah, sultan … ve yakın çevresi-, alt tabakalar –temel
olarak köylü, biraz esnaf, zanaatkar- ve bunların arasında bir “ara kesim” var.
Batı’daki “ara kesim” asiller, din adamları ve zenginlerden oluşuyor. Asillik
bilindiği gibi soyla ilgili bir kavram. Babadan evlatlara geçiyor ve belirli
bir toprağın ve üzerindeki taşınmazların mülkiyetini de içeriyor. Birçok kamu
görevinin kral tarafından satışa çıkarıldığını ve zenginler tarafından –yine
miras yoluyla babadan oğula geçecek biçimde- satın alındığını görüyoruz. Bu zenginler kralın hoşuna gidecek bir şeyler
yapıca uygun bir asalet unvanı alıp asiller arasında da geçebiliyor. Ara kesim
bölgelerde “parlemant” ve kentlerde “council” gibi yapılar oluşturuyor. Asillerin
başta vergi vermemek, belirli arazilerin mülkiyetine sahip olmak ve miras
yoluyla bunu evlatlarına aktarmak gibi soylu kanlarının sağladığı birçok
ayrıcalıkları var. Kentliler (o günkü anlayış içinde citizen) ise kentlerde yaşama hakkına sahip olanlar. Kentlilerin de
kentlerde yaşayabilmek, esnaf loncalarında örgütlenebilmek, bir kentten diğerine
gidebilmek gibi bazı hak ve ayrıcalıkları var. Toplumun en alt tabakasını
oluşturan serfler ise toprağa bağlı köylüler. Üzerinde yaşadıkları toprakla
birlikte alınıp satılıyorlar. 1700’lerin Rusya’sını gösteren K. B. Lebedev’in
“Serflik” tablosu bu durumu çok çarpıcı biçimde gösteriyor. Bir asilzadenin
malları satışa çıkarılmış. Müzayededeki alıcılar malları inceliyorlar. Tablonun
sağında toprakla birlikte satışa sunulan köylüler de var!
1700’lerde
Batı Avrupa’da toplum yapısında çok önemli dönüşümler olduğunu biliyoruz. Denizaşırı
ticaretin gelişmesiyle Batı Avrupa ülkeleri diğer kıtalarda koloniler
oluşturuyor, devlet şirketleri kuruyor. Bu kolonilerin gelişme ve korunması
güçlü donanmalar ve çok kalabalık değilse de vurucu gücü yüksek kara kuvvetlerini
gerektiriyor. Kuşkusuz bu ticaret çok kârlı bir alan. Bankalar kredi veriyor,
sigorta şirketleri gemileri sigortalıyor. Böylece finans sektörü de gelişiyor.
Kısacası kralın başkanlığındaki devlet örgütü ticaret-asker-finans üçlüsü ile
bir dönüşüm geçiriyor. Artık düzenli vergilere gereksinim var. Büyük
yelkenlilere uzun yolculuklar yaptıracak denizciler, devlet girişimcilerini
yönetecek kadrolar, gelişen silahları kullanacak eğitimli askerlere gerekli. Bu
gelişmelerin sonucunda yukarıda belirtildiği gibi asillerden oluşan, yeteneğe
değil babadan oğula geçen kan bağına dayanan “ara kesim” yetersiz kalıyor. Kral
geleneksel ara kesimi zayıflatmak, başta vergi olmak üzere birçok
ayrıcalıklarına son vermek; asiller de kazanılmış haklarını korumak istiyor. İşte
temelinde kral ile ara kesim arasındaki bu çatışma yukarıda değindiğimiz ilk “demokratik
devrimleri” oluşturuyor. “1700’lerdeki Demokratik Devrimler” nitelemesini tarihçiler
bu anlamda kullanıyorlar “Demokratik
devrim … insanlar sistematik biçimde oluşturulan yapıların dışında tutulduğunu
hissettiklerinde, yeni yapılar oluşması gerektiğine inandığında veya otorite
kaynağının değişmesini istediklerinde gündeme gelir.” [R. R. Palmer “The
Age of Democratic Revolution”, (1959) s. 23] Aksine birkaç örnek olmakla
birlikte birçok örnekte kentlilerin ve köylülerin kralın yanında, asillere
karşı yer aldığı da görülüyor.
Ana konumuz Batı
ülkeleri olsa da bu “ara kesim” konusundaki Doğu-Batı farklılığını vurgulamak
için İslam toplumlarına da kısaca bir göz atarsak çok farklı bir kurulu düzenle
karşılaşıyoruz. Öncelikle “ara kesim” diyebileceğimiz “ulema” daha çok dini
bilgilerinden güç alıyor, adalette, yönetimde şeriat yasaları egemen. Avrupa
asillerindeki gibi kendiliğinden babadan oğula geçen bir sistem yok. Toprak
mülkiyeti yok. Beylik Sultan tarafından veriliyor. Reaya –en azından yasal
olarak- toprağa bağlı değil. Sultanlar, hatta hanedanlar değişse de reaya için
yaşamın ana kuralları geçerliğini koruyor. Bu yapıyı anlatırken yapıyı çok
basite indirgediğimin ve şematik hale getirdiğimin farkındayım. Kuşkusuz feodal
bir yapı, güçlü aileler var. Ulema çocukları medreseye gidiyor ve ulema oluyor.
Osmanlı’daki Sened-i İttifak’ı (1808) hatırlıyorum. Ama yine de toplum yapıları
arasındaki zıtlığa dikkat çekmek istedim. Çünkü “Magna Carta” yok, kralın
başını çektiği deniz aşırı ticaret-asker-finans yapısı oluşmuyor dolayısıyla kendi
ara kesimiyle bir çelişkisi yok.
İlk
“demokratik” devrimlerde Batı ülkeleri farklı yollar izlediler. Fransa, Britanya
ve ABD örnekleri bu açıdan çok farklı ve ilginçtir.
Fransa, 1700’lere Güneş Kral XIV. Louis
(1643-1715) yönetiminde monarşinin altın çağı ile girmişti. Louis XIV ortaçağ
feodalizmine son verip merkezi devlet yapısını ve kolonyal Fransız İmparatorluğunu
kurdu. Yukarıda değindiğim Kral ile asiller arasındaki çatışma Fransa’da özellikle
XV. Louis döneminde arasında 1740-1744 yıllarında yaşandı ve asiller kazandı.
Yeni Kral XVI. Louis aristokratlara daha önce verilmiş olan hakları tanıdı. Bilindiği
gibi bu adım 1789’da başlayıp 1793’de XVI. Louis’nin idamı ile süren
gelişmeleri önleyemedi. Monarşi’nin Ancien
Régime’i yıkıldı, bir yandan Avrupa’da cumhuriyetler ve liberal
demokrasilere yol açıldı diğer yandan Fransa çalkantılı bir politik döneme
girdi:
- · Büyük Fransız Devrimi 1789-1792
- · Birinci Cumhuriyet 1792-1804
- · Birinci İmparatorluk (Napoléon I) 1804-1815
- · Bourbon Restorasyonu ( Louis XVIII ve Charles X) (1815-1830)
- · 1830 Temmuz Devrimi (Les trois Glorieuses)
- · Fransa Kralı değil Fransızların Kralı Luis Philippe d’Orleans (1830-1848)
- · 1848 Devrimi ile kurulan İkinci Cumhuriyet (1848-1852)
- · 1851 darbesi ve İkinci İmparatorluk (Napoléon III) 1852-1870
- · Prusya yenilgisi, Paris Komünü ve Üçüncü Cumhuriyet 1870-1940
·
Britanya’da Magna Carta’dan (1215)
sonra 1600’lerdeki iç savaş ve 1680’lerdeki Görkemli Devrimle (Glorious Revolution) bir dizi hak ve
özgürlük güvence altına alınmış ve kralın yetkileri Parlamento’nun gücü ile
dengelenmişti.
Atlantik’in
öteki yakasında, ABD’de de
1700’lerin ikinci yarısında ilginç gelişmeler yaşandı. Bir kere ABD’nin 1850’lere
kadar tam bir “birleşik” devlet olmadığını, daha çok bir devletler topluluğu olduğunu
belirtmeliyim. Bu anlayış kullanılan dile de yansıyor ve cümleler tekil bir
anlatımla “ABD… yapıyor”, “United States
of America is…” yerine çoğul bir anlatımla, “ABD… yapıyorlar”, “United States of America are…” yapısında
kuruluyordu. İngiltere ile Fransa 7 yıl Savaşları olarak bilinen savaşlarda Kuzey
Amerika’daki egemenlik bölgeleri için çarpıştı (1754-1763) ve 1763 Paris
anlaşması ile –geçici de olsa- bir sonuca vardı.
Haritada
görülen Atlantik kıyısındaki 13 koloni Britanya’nın egemenliği onaylandı. Bu kolonilerdeki
göçmenler kendilerini Büyük Britanya’nın bir parçası olarak görüyor ve bu
nedenle de Britanya’daki kazanımları kendi hakları olarak görüyordu. Diğer
yandan Londra’daki Parlamentonun da Atlantik’in Batı yakasındakilerin haklarını
yeterince korumadığını da gözlüyorlardı. Kolonilerde özel kurullar (colonial assembly) oluşturup 1760’lar
boyunca Kral tarafından konan ve bu kurulların onaylamadığı vergilere karşı
çıktılar. Tarihte okuduğumuz ünlü Boston çay partisinin (1770) nedeni, koloni
halkının Britanya İmparatorluğundan bağımsız olmak istemesi değil Kralın koloni
kurullarını tanımayarak keyfi vergiler koyup çay ticaretinin İngiliz Doğu
Hindistan Şirketinin tekeline vermesidir. Kolonilerin istekleri konusunda Britanya
İmparatorluğunda bir gelişme sağlayamayınca 1775’de başlaya ayaklanma bir
bağımsızlık savaşına dönüştü. Anılan 13 koloni önce bir Kıta Kongresi (Continental Congess) oluşturdu ve ardından
bu Kongre Bağımsızlı Bildirgesini (Declaration
of Independence) onayladı (1776). Bundan sonra 1781’e dek sürecek bir
bağımsızlık savaşı dönemi yaşandı. Kongrenin onayladığı 1789 Anayasası birleşik
bir devletten çok günümüz Avrupa Birliğine benzetilebilecek bir “Amerikan
Birliğini” (American Union)
tanımlıyordu. Bu yapıda -Fransa’dan ve Montesquieu’den alınan ilhamla- gücün ve
yetkinin dağıtılmasının gözetildiğini, herhangi bir gücün (özellikle Başkanın) despotik
egemenliğini önlemek için tek ses çıkmasının istenmediğini vurgulamak
istiyorum. Kolonilerin ayrı cumhuriyetler (republic)
olarak bir federasyon yapısında örgütlenmesi öngörüldü. Kongre, kolonilerden
gelen temsilciler (günümüz Senatosu) ile özel olarak Kongre üyesi olarak
seçilen kişilerden (günümüz Temsilciler Meclisi) olarak iki kanatlı olarak
örgütlendi.
1700 ve 1800’LERDE LİBERALİZM
Birçok
kavram gibi “liberalizm” de zaman içinde önemli değişikliklere uğramış bir
kavram. ABD’de güncel yaşamda “liberal” terimi sol kanatta yer alanlar için
kullanılıyor. 1980’lerde Türkiye’de daha çok ekonomik boyutu ile vurgulanan bu
kavram günümüz Türkiye’sinde aslında sağcı olan ama solcu görünen, en azından
bir zamanlar solcu bilinen kişilere “liberal” deniyor.
Oysa liberal
düşüncenin ilk örneklerini gördüğümüz 1700’lerde bu kavram daha çok
“yeniliklere ve deney yapmaya açık, geleneksel değerlere bağlı olmayan”
anlamında kullanılıyordu. Daha az otorite, özellikle Kralın
yasama-yargı-yürütme gibi alanlarda güçlerinin azaltılması despotluğa (tyrany) karşı olmak … Liberallerin önde
gelen sloganlarıydı. Kapitalist ekonominin babası olarak nitelenen Adam Smith,
ünlü yapıtları Ahlaki Duygular Teorisi (The Theory of Moral Sentiments) (1759)
ve Ulusların Zenginliğinde (An Inquiry
into the Nature and Causes of the Wealth of Nations) (1776) konunun daha
çok ekonomik boyutunu vurguladı. Kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin
karşılıklı etkileşiminin nasıl toplumun çıkarlarına hizmet edebileceğini ve
birbirinden ayrı iki olgunun, kişisel çıkarların ve toplumsal faydanın ilişkili
olduğunu gösterdi. Bu anlamda Smith düzenin sanki bir “görünmez el” tarafından
yönlendiriliyormuş gibi işlediğini söyler ve ardından da ortada görünmez bir
şey olmadığını ve her şeyin bireylerin davranışlarına ve onlar arasındaki
etkileşime atıfla açıklanabildiğini belirtti.
1760-70’lerde
kuramsal alt yapısı kurulan bu “ekonomik” liberalizm, 1800’lerin ortasında tepe
noktasına ulaştı. Kuşkusuz bu Liberalizm karşıtını da oluşturdu. Avrupa’da
1830-40’lardaki ayaklanmaları ve Marx ve Engels’in Komünist Manifestosunu
(1848) hatırlamalıyız
Fransız
Devriminde, 1830-40 dönemindeki ayaklanmalarda hatta 1871 komününde bile
liberallerin önemli bir kısmı toplumun alt kesimlerini destekliyordu. Victor
Hugo’nun (1802-1855) Sefiller (Les
Misérables) romanında bunun edebiyat alanındaki yansımasını görüyoruz.
Diğer yandan anılan ayaklanmalar bazı liberalleri korkuttu ve Kralın despotluğu
kavramına (tyrany) ek olarak kalabalıkların
despotluğuna (tyrany of the mob)
karşı görüşler güçlendi. Benjamin Constant gibi bazı düşünürler bu iki eğilim
arasında bir denge, orta yol bulmaya çalıştı.
“İkinci
kuşak” diyebileceğimiz liberaller 1700’lerin mali-askeri devletine, devlet
tekellerine, yabancı ülkelere ekonomik baskı uygulanmasına ve yüksek gümrük
vergilerine karşı; ama mal sahipliğinden, ulusal devletten ve bir anlamda
–İngiltere örneğindeki çift meclisli parlamento gibi- bazı demokratik
ilkelerden yana bir tutum sergilediler.
Özellikle 1800’lerin sonuna doğru liberallerin bir kısmı özel sektördeki
büyük şirketlerin, tekel-kartel gibi oluşumların da despotluğun bir türü haline
geldiğini düşünmeye başlandı.
Örgütlenme
yöntemi açısından 1800’lerin ortasında liberaller –kitlesel politik partilerin
örgütlenmesi öncesinde- toplum bireylerinin kooperatifler ve birlikler (league) gibi yapılar içinde
örgütlenmesine öncülük ettiler. Geleneksel toplumdaki yerel dayanışma, feodal
dayanışma, meslek örgütleri ve loncalar yerine kente gelen yurttaşların bu yeni
yapılarda örgütlenip güçlerini birleştirmesi gerektiğini savundular. Bu konuda
başarılı bir örnek olarak “Mısır Yasasına Karşı Birlik” (Anti-Corn Law League) belirtilebilir. Britanya’da 1815’de yürürlüğe
giren Mısır Yasası, buğday ithalatına yüksek gümrük vergileri getirerek büyük
toprak sahiplerinin çıkarlarını koruyan ve ekmek fiyatını artıran bir yasaydı.
Buna karşı 1839’da oluşturulan birliği çalışmaları başarılı oldu ve 1846’da
Mısır Yasası yürürlükten kaldırıldı. Birlik de çalışmalarına son verdi ve
birçok önderi Liberal Parti içinde genel politik boyutu olan çabalara yöneldi.
Bu arada bu tür hareketlerin yalnızca tabandan gelen bir halk hareketi
olmadığını, örneğin anılan Mısır Yasasına Karşı Birliğin, büyük toprak
sahiplerine karşı olan ve ekmek fiyatının yükselmesi nedeniyle işçi
ücretlerinin artmasını istemeyen kapitalist sermeye grupları tarafından da desteklendiğini
belirtmeliyim.
KİTLESEL POLİTİK PARTİLER
Ulusal
devletle okullar yaygınlaştı ve bir okur kitlesi oluştu. Sanayi devrimi ile
gazete, dergi ve broşürlerin basımı ucuzladı, kurulan demiryolu ağı ve posta
idareleri ile gazetelerin dağıtımı sağlandı. Telgraf ve telefon sistemleri
ulusal basının ülkenin hatta dünyanın uzak köşelerinden haber almasını
kolaylaştırdı. Bütün bunlar geniş kitlelerin fikirlerinin oluşmasını sağladı.
Gerçekler, değerler, eylemleri doğurdu ve fikirler geniş kitlelerin
ideolojilerine dönüştü.
“Demokrasinin” öncü ülkesi İngiltere’de
1600’lerde politik hareketler devlet yönetiminde etkin ama küçük gruplar olarak
örgütlenmişti. Uzunca bir dönem Britanya İmparatorluğunda politikaya iki önemli
grup (Whig’lerle Tory’ler) arasındaki çatışma damga vurdu. 1800’lerde ise bu gruplar
kitlesel partilere dönüştü. Tory’ler 1834’de Muhafazakâr Partiye; 1850’de Whig
ile Serbest Ticaretçi Peelite-Radikal gruplarının birleşmesi ile Liberal Parti
kuruldu. İngiliz İşçi Partisinin kurulması için ise 1900’e kadar beklememiz
gerekiyor. Politik kitle partilerinin ilk döneminde 1868-94 döneminde defalarca
başbakan olmuş Liberal politikacı William Ewart Gladstone’a değinebiliriz. Benjamin
Disraeli liderliğindeki Muhafazakâr Parti ile sürekli rekabet içinde olan
Gladstone dönemlerinin kazanımları olarak seçimlerde gizli oy sisteminin
yerleştirilmesini, oy verme hakkının yaygınlaştırılmasını (Third Reform Act-Representation of the People Act, 1884) belirtebiliriz.
Diğer yandan bu yaygınlaşmadan sonra bile mülk sahibi erkeklerin avantajlı
olduğunu, İngiltere ve Galler’de 3 yetişkin erkekten 2 sinin, İskoçya’da 5 yetişkin
erkekten 3’ünün ve İrlanda’da 2 yetişkin erkekten 1’inin oy verebildiğini
vurgulamalıyız.
ABD’de
politik partilerin kitleselleşmesi birçok kıta Avrupası ülkesinden önce oldu
(Demokrat Parti 1828, Cumhuriyetçi Parti 1854). Genellikle Avrupa’da üye
sayıları milyonlar ulaşan partiler 1870-1900 döneminde örgütlendi.
Kuşkusuz
kitlesel patilerin gelişimi ile oy verme hakkının konusundaki kısıtlamalar
yakından ilgilidir. Önde gelen kısıtlamalar azınlık din ve mezheplerine,
azınlık ırklara mensup olanlara, varlıklı olmayanlara ve kadınlara yönelikti. Bu
kısıtlamalara ayrı başlıklar altında değinelim.
DİN VE MEZHEP SORUNLARI
Birçok
geleneksel toplumda din ve mezhep birliği ve farklı din ve mezheplere karşıtlık
toplumun en önemli çimentosu olarak değerlendirilirdi. Liberal düşüncede ise kutsal
inanışlar konusundan farklı din ve mezheplere karşı tolerans öne çıkar. Ülkede
egemen bir din veya bir mezhep olsa bile diğer din ve mezheplere toleranslı
yaklaşılması gerektiğini savunur. Bu konuda sıkça verilen bir örnek İngiliz
monarşisinin Anglikan mezhebinin yöneticisi olmasına karşın, günümüzde toplum
düzeninin diğer din ve mezhepleri de kapsayacak biçimde örgütlenmiş olmasıdır. Kuşkusuz bu gelişme büyük mücadeleler sonunda
ve adım adım gerçekleşti. Britanya’da 1800’lerin ilk yıllarında genel oy verme
hakkı üzerinde önemli kısıtlamalar olduğunu belirtebiliriz. Örneğin 1828’de
Methodist ve Presbiteryenlerin, 1829’de Katoliklerin, 1858’de Yahudilerin avam
kamarasına girme hakkı onaylandı.
Kıta
Avrupa’sında da önemli gelişmeler gözlendi. Alman ulusal birliğinin kurulması (1871)
sırasında Bismarck’ın Kilise ile çatışmasına Ulus Devletin Oluşumu bölümünde
ele alacağım. Garibaldi önderliğinde İtalyan birliğinin sağlanması (1871) sürecinde
Papalık devletlerinin yıkılması, Papanın gücü önemli ölçüde kırıldı ve Vatikan
yönetimi Roma kenti içinde çok küçük bir bölgeye çekilmek zorunda kaldı.
ABD
kolonilerindeki göçmenler içinde başından beri Avrupa’daki din ve mezhep
baskılarından kaçan kitleler vardı. Bu nedenle ABD’de genel olarak
“Hristiyan-Protestan” kitlelerin önceliği gözlense de Atlantik’in Batı
yakasında demokrasinin gelişiminde din ve mezhep farklılığı bir baskı aracı
olarak kullanılmadı. Bu öncelik en yaygın ifadesini WASP (White Anglo Saxson Protestant-Beyaz Aglo Sakson Protestan)
kısaltmasında bulur. (Kuşkusuz Kennedy gibi Katolik, Obama gibi Afrika kökenli
başkanların aykırı durumlar belirtilebilir akla geliyor.)
KADIN HAKLARI
Avrupa’da
kadın hakları konusunda da liberallerin öncülüğünü görüyoruz. Örnek olarak
İngiltere’deki durumu ele alırsak geleneksel yapı içinde madenî kanun (common law) kadının konumunu evlenmeden
önceki (feme sole) ve sonraki (feme covert) olarak tümüyle farklı
biçimde değerlendiriyor ve evlendikten sonra kadın ve erkeğin tek kişilik (entity) olduğunu vurguluyordu. (Yukarıda
geçen terimler günümüz Fransızcasını andırıyorsa da Anglo-Norman kökenlidir ve
bu nedenle de yazımları Fransızcadan farklıdır.) Evlilikle oluşan bu birlikteliğin yasal
sorumlulukları, görevleri ve yetkileri de koca tarafından temsil edildiğinden,
evli kadın mülk sahibi olarak yasal belgeler imzalayamıyor veya sözleşme
yapamıyordu.
1850’lerde
İngiltere’de kadın hakları mücadelesi öncelikle bu sisteme yöneldi. Barbara
Leigh Smith Bodichon gibi öncü kadınların ve ünlü düşünür John Stuart Mill (“Subjection of Women”,1869) gibi onları destekleyenlerin
verdiği mücadeleler sonucunda 1870, 1882, 1884 ve 1893’de aşamalı olarak
onaylanan evli Kadınların Mülkiyet Hakkı Yasaları (Married Women’s Property Acts) ile sorun kadınlar lehine
çözülebildi. Oy verme hakkı içinse
yukarıda değindiğim Üçüncü Reform Yasasından sonra Dördüncü Reform Yasasını (Fourth Reform Act-Representation of the
People Act, 1918) beklemek gerekiyor. 1870’lerin başında İngiliz toplumunda
kadın sorunlarının edebiyata yansıması olarak George Eliot’un “Middlemarch” adlı yapıtını
belirtebilirim.
Birçok
Avrupa ülkesinde kadınlara oy hakkı Birinci Dünya Savaşının sonra verildi
(Norveç 1913, Danimarka 1915, İngiltere ve Polonya 1918, Almanya ve Avusturya
1919, Çekoslovakya 1920.) Hatta kadınlara oy hakkının Fransa’da 1944, İtalya’da
1946, Yunanistan’da 1952, İsviçre’de 1971’de verildiğini unutamıyoruz.
(Konumuzun dışında olmakla birlikte Atatürk Türkiye’sinde kadınların 1930’da
yerel seçimlere, 1935’de genel seçimlere katıldığını anmadan geçemeyeceğim.)
KÖLELİĞİN KALDIRILMASI
Liberal
düşüncenin önemli kazanımları arasında köleliğe kaşı mücadeleden söz etmeliyiz.
1830’da hem kiliseden hem de aydınlardan gelen baskılarla İngiltere’de ve
İngiliz İmparatorluğunun egemen olduğu bütün bölgelerde kölelik yasaklandı. Çar
II. Alexander 1861’de Rusya’da serfliğe son verdi.
ABD iç savaşı (1861-1865) sonucunda Başkan Abraham Lincoln ’un
Özgürlük Bildirgesi (Emancipation
Proclamation-1861) tüm kolonilerde geçerli oldu ve köleliğe son verildi.
Yasal olarak son verilmekle birlikte 1960’larda hala siyahların mücadelesi
sürüyordu. Unutmayalım ki büyük önder Martin Luther King 1968’de öldürüldü.
Güney Amerika’da 1500’lerdeki Portekiz işgalinden beri Brezilya’da köle emeği
çok önemli bir işgücü kaynağı olmuştu. Batı dünyasında köleliğin yasaklandığı
son ülke de Brezilya oldu. 1888’de Kraliçe Isabella’nın Altın Yasa (Lei Àurea) olarak bilinen yasası ile kölelik
yasaklandı ve yaklaşık 4 milyon köle özgürlüğüne kavuştu. Bu sayı Afrika’dan
Kuzey ve Güney Amerika’ya gönderilen köle sayısının yaklaşık %40’ıydı.
Batı
dünyasındaki birçok ülkede köleliğin yasaklanmasına karşın köle ticaretinin
kaynağında, Afrika’da yasaklanması için 20. Yüzyıla kadar beklememiz gerekti.
Örneğin Fransız Batı Afrika’sında köle ticareti 1905’de yasaklandı.
Sağlanan bu
gelişmeler sonunda 1870’lerde Anayasası olmayan yalnızca 3 devlet kaldığını
belirtebiliriz. (ABD 1788, Fransa-Polonya-Litvanya 1791, İspanya 1812, Norveç
1814, Portekiz 1822, Sırbistan 1835, İsviçre 1848, …)
Yine ana
tarihsel çizgimize dönersek yukarıda Avrupa’da bir dizi ülkede 1850-1870
döneminde liberallerin kitlelerin mücadelesinden ürktüklerini, 1870’lerin sonunda
Liberal fikirlerin zayıfladığını ve liberallerin bölündüğünü görüyoruz. 1700’lerde
liberal-gelenekçi çatışmasında gelenekçilik düzeni tehdit eden değişikliklere
karşı bir tepkiydi. 1800’lerin sonunda ise düzen değişti ve muhafaza edilmesi
söz konusu olan düzende monarşi ve aristokrasi, ulus devlet, kilise, ordu,
imparatorluk gibi kavramlar öne çıktı. 1800’lerin sonundaki liberal çizgideki
“geri” adımları aşağıda özetliyeyim:
1) Geleneksel
düzene dönme konusunda en belirgin örnek Rusya’da görüldü. 1881’de Büyük
Petro’dan bu yana en reformcu çar olarak tanımlanan Çar II. Alexander öldürüldü
ve yerine III. Alexander geçti. Yukarıda değindiğim gibi II. Alexander köleliğe
son vermiş, çarlığın yönetim ve adalet sistemini düzeltmiş, idam cezasını
kaldırmış ve üniversiteleri güçlendirmişti. III. Alexander ise muhafazakârlığın,
gelenekçiliğin sembolü olarak tanımlanabilir. Babasının döneminde gerçekleşen
birçok reformda geri adımlar attı.
2) Serbest
fikirli, kilise baskısına karşı tutum takınan liberallerin bir kısmı günümüz
terminolojisi ile daha “sol” diyeceğimiz sosyal demokrasi ve sosyalizm gibi
çizgilere kaydı. Kitlenin çıkarlarını bireyin çıkarları üstünde tutan, kuramsal
haklar değil gerçek elle tutulur –bu anlamda “materyalist” olan- kazanımlar peşine
düştüler.
3) “Kitlelerin
çıkarları” konusunda dinsel otoritenin de pek duyarsız kalamadığını görüyoruz. Özellikle
Katolik kilisesinde yoksullardan yana bir eğilim gözleniyor. Sanayi devriminin
olumsuz etkilerine karşı çıkan Papa XIII. Leo, “Sosyal Hristiyanlık”
diyebileceğimiz uygulamaları ile tanınıyor. (Bu çizginin günümüzde en bilinen
temsilcisi Bavyera’nın Hristiyan Sosyal Birlik – Christlich-Soziale
Union-CSU Partisi)
4) Bu
dönemde “ulusalcılık” kavramı da yeni bir boyut kazandı. “Kim gerçek Fransız-
Kim gerçek Alman?” gibi sorular gündeme geldi. Fransa’da 1890’ların sonunda Dreyfus
olayı “ulusalcılık” ile “cumhuriyeti
hukuku” kavramlarının çatışmasını gündeme getirdi. Ulusalcı görüşlerin ilk
belirdiği günlerde “Prenslerin rekabetinden kurtulduğumuza göre uluslar kardeş
olacak” görüşü vardı. (1800’lerin ortasında yapılmış aşağıdaki romantik tabloda
bu iyimserliği görüyoruz. Kitleler Fransız, Alman, İtalyan bayrakları altında
yürüyorlar.)
Oysa bu kez
uluslar acımasız bir yarış içine girdiler. Hatta Darwin’in biyoloji alanındaki
çalışmalarıyla (Türlerin Kökeni -Origin
of Species- 1859) geliştirdiği evrim teorisi, “Sosyal Darwincilik” olarak
adlandırılıp “güçlünün hayatta kalıp yarışı kazanacağı” düşüncesi ile ulusların
yarışına gerekçe oldu. Örneğin liberalizmin öncü ülkesi İngiltere’de bile
1800’lerin ikinci yarısında Kraliçe Victorya’nın ünlü yargıcı Sir James
Fitzjames Stephen “yarışta kazanmak için hükümetin güçlü olmasını” savunarak
asalet unvanı aldı.
5) Son
olarak bütün bu gelişmelerin tabanındaki ekonomik gerçeklere de değineyim.
1870-1890 döneminde ekonomilerini geliştirme çabası içindeki başta Almanya ve
ABD olmak üzere bir dizi devlet serbest ticarete karşı gümrüklerle kendilerini
korumaya başladılar. Öyle ki 1800’lerin sonunda serbest ticareti savunan
yalnızca İngiltere kalmıştı. Ayrıca sanayi devrimi, ham madde sağlamak ve
pazarı büyütmek için güçlü ülkelerin egemenlik alanlarını büyük bölgelere
yayılmasının gerekçesini oluşturuyordu. Bu da yeni bir “emperyalist” dalgaya yol açtı. 1700’lerde Avrupa
politik çevrelerinin tekellere karşı savaştığını, 1800’lerin sonunda bu konuda
geri adımlar atıldığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak
1800’lerin sonu-1900’lerin başında Batı dünyasında oluşan politik çizgilerin,
günümüzde de ana politik akımları oluşturmaya devam ettiğini belirtebiliriz.
Oluşan bu politik çizgileri 5 ana grupta toplayabiliriz:
Ulusal Gelenekçilik - Ulusal
değerlerden, yerleşik dinden, ırkın saflığından, Pan-Slavizm, Pan-Germanizm,
Pan-Amerikanizm… gibi görüşlerden, otorite sembolünden, monarşiden, ordudan,
imparatorluk gücünden yana; toplumsal devrimlere karşı.
Ulusal Muhafazakârlık – Güçlü ulusal
devletten, laiklikten, özellikle dinin politikayı etkilemesinin önlenmesinden,
bu amaçla dinin denetlenmesinden, modern ordudan, güç ve kârın korunması için
imparatorluktan, korumacılıktan, gümrük vergilerinden, büyük şirketlerden,
profesyonellerden, modern iş adamlarından, kapitalist seçkinlerden yana. Alman
Şansölyesi Otto von Bismarck bu çizginin örneği olabilir. Görüldüğü gibi bu tür
“muhafazakârlık” eski geleneksel düzenin korunmasından yana olmak değil, yukarıdan
aşağı doğru örgütlenen toplumsal reformlarla modernleşmeden yanadır.
Liberalizm – 19. Yüzyıl ortalarında
tanımlandığı biçimde liberaller, merkezi hükümetin gücünün sınırlanmasından, serbest
ticaretten, serbest pazardan, bireysel özgürlüklerden laiklikten veya (İngiltere’de
William Gladstone’da gördüğümüz gibi) Hristiyanlıktan ilham alan reformlardan
yana tutum alılar. Büyük ordulara, güçlü devlet yanında büyük işletmelere,
tekellere, büyük işçi sendikalarına, imparatorluk gücünün kullanılmasına karşıdırlar.
Eğer imparatorluğu destekliyorlarsa yayılmacı ve sömürücü özelliklerinin değil
“uygarlaştırmacı” özelliklerinin ön plana çıkartılmasından yana bir tutum
içindedirler. Bu arada yukarıda değinildiği gibi oy verme hakkının geniş bir
tabana yayılmasından, kadın haklarından yanadırlar.
Demokratik Sosyalizm- Nispeten yeni
olan bu çizginin savunucuları güçlü iş çevrelerine karşı ağırlığı olacak güçlü
bir devletten yanadır. Bu güçlü devletin ileride özel mülkiyeti
devralabileceğini, böylece kamusal mülkiyete ve kamusal kullanıma
ulaşılabileceğini savunurlar. Laiklikten yana, dinsel otoritenin etkisine karşıdırlar.
Fransa ve İspanya gibi ülkelerde yerleşik Katolik Kiliseye karşı olmak liberal,
radikal veya sosyalist partiler için en tanımlayıcı özelliklerden biridir.
Doğal olarak işçilerin başta sendikalar olmak üzere örgütlenmesini savunurlar.
Örgütlenme yalnızca meslek olarak değil aynı zamanda –grevlerin
örgütlenebilmesi için- işyeri temelinde olmalıdır. Ulusalcı değil çalışan
sınıfların ülke sınırlarını aşarak uluslararası dayanışmasını savunurlar. Bu
açıdan enternasyonalist, orduya karşı, emperyal isteklere karşıdırlar.
Devrimci Sosyalizm- Bilindiği gibi 19.
Yüzyıl ortalarında Marx-Engels tarafından temel kuramı oluşturulmuş, 20. Yüzyıl
başında Lenin tarafından geliştirilip uygulamaya başlanmış bu çizgide toplumsal
koşulların tahammül edilemez olduğu, kurulu düzenle veya kurulu düzen içinde
çalışılamayacağı savunulur. Kuşkusuz Laiktirler, dinsel otoriteye, orduya,
polise karşıdırlar. Devletin de kendilerine karşı olduğunu bilirler ve yeraltı
örgütleri, disiplinli hücreler oluştururlar. Koşullar olgunlaştığında genel
grevler örgütler ve gerekirse şiddet kullanırlar. Bu çizgi de
enternasyonalisttir, uluslararası işçi dayanışması ile ayaklanmanın –en
azından- sanayi açısından gelişmiş bir dizi ülkeye yayılmasını öngörürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder