Emperyalizmin
genel boyutlarına değindiğim bir önceki yazımda Avrupa güçlerinin Afrika
ülkelerini yağmalamalarının bazı örneklerini vermiştim. Afrika ülkeleri
yönetim, bilim-teknoloji ve özellikle askeri yetenekler gibi konularda
Avrupalılardan çok “geriydi”. Bu nedenle Avrupalılar hemen-hemen hiçbir
direnişle karşılaşmadan kıtanın içlerine ilerleyebildiler. Buna karşılık
Asya’da durum oldukça farklı gelişti. Öncelikle hiç de “modern” olmasa da
Hindistan, Çin ve Japonya’da güçlü yönetim sitemleri ve önemli ve köklü
uygarlıklar vardı. Hem Avrupalıların yöntemleri hem de bu ülkelerin tepkileri Afrika’da
görülenlerden çok farklı oldu.
Genel olarak
Batılılar Güney ve Doğu Asya’ya denizlerden gelerek özellikle kıyı bölgelerinde
ticaret üsleri kurmak istediler, - en azından başlangıçta - ülkelerin içlerine
doğru ilerlemekten çekindiler. Kara gücü ile kapsamlı bir “işgal” yerine “savaş
gemisi diplomasisi - gunboat diplomacy”
diye tanımladıkları yaklaşımla savaş gemileri ile kıyı kentlerini korkutarak,
gerekirse topa tutarak ve limanları ablukaya alarak, karaya çıkarttıkları küçük
keşif ve çıkartma birlikleri ile egemenlik sağladıklarını görüyoruz.
Avrupalılar
zamansal öncelik olarak Atlantik’in Batı yakasına, ardından Afrika’ya, Hint
Okyanusuna, ardından Güney-doğu Asya’nın zenginliklerine yöneldiler. Batılı
güçlerin bu yaklaşımlarına Hindistan, Çin ve Japonya’nın tepkileri ise çok
farklı oldu.
Hint Yarımadasında
Emperyalizm
1400’lerin
sonundan başlayarak Portekiz ve Hollandalıların Goa, Diu, Daman ve Bombay gibi
kıyı kentlerinde koloniler kurmasının ardından 1600’lerde İngilizler ve
özellikle Britanya Doğu Hindistan Şirketi (British
East India Company) tüm boyutlarıyla emperyalist sömürüyü başlattı. Hindistan’da
egemenlik konusunda Avrupalı güçler açısından Britanya yalnızca Fransa ile
çatıştı. Bu çatışma da Britanya’nın zaferi ile sona erdi (1763).
Bu büyük
yarımadada Babür İmparatorluğu (Mughul –
Gurkani) güçlü bir merkezi otorite oluşturamamıştı. Yerel güçler küçük
Hindu ve Müslüman prenslikler biçiminde örgütlenmiş ve toplum geleneksel kast
sistemi yanında Hindularla Müslümanlar arasındaki dinsel çatışmalarla
bölünmüştü. 17. Yüzyıl sonlarında Hindu
Maratha Konfederasyonu, Babür İmparatorluğu ile çatışmış ve Hint yarımadasının
kuzeyinde fiili bir egemenlik sağlamıştı. Yarımadanın güneyinde ise Müslüman
Maisur Sultanlığı en büyük güçtü. İngilizlerin etki alanı Bengal bölgesinde Ganj
vadisi boyunca yarımadanın içlerine doğru ilerlese de yarımadanın diğer
yerlerinde Bombay, Madras, gibi kıyı kolonileriyle sınırlıydı. Böylece Babür
İmparatorluğunun egemenliği hemen – hemen kâğıt üzerinde kalıyordu. Eski Delhi
– Shahjahanabad’da oturan imparatora küçük bir vergi veren birçok yerel yönetim
oluşmuştu.
18. Yüzyılın
son yılları, 19. Yüzyılın ilk yılları Hindistan için çok önemli yıllar oldu. Yarımadanın
yerlilerinin bu parçalanmış yapısına karşılık Büyük Britanya’nın arkasında Londra
hükümeti, büyük bir ticaret ve finans gücü vardı. Bu yapı İngilizlerin tam bir
“böl ve yönet” politikası uygulaması için ortam sağladı. Birçok prens
İngilizlerle uzlaştı. Uzlaşmayan yerel yönetimlerde ayaklanmalar örgütlendi. Örneğin
Mir Jafar, Britanya Doğu Hindistan Şirketinin desteği ile bağımsız Bengal
yönetimine karşı ayaklanmayı örgütledi ve Siraj ud-Daulah’ı yenerek Bengal ve
ardından yarımadanın tüm güneyinin İngiliz egemenliğine geçmesini sağladı
(1757). Aşağıdaki resim Şirketin Bengal’de askeri ve politik egemenliğini kuran
General Robert Clive’ın Mir Jafar’ı Bengal Nevvabı (Nawab) olarak atamasını gösteriyor.
Bu dönemde
Britanya’nın yaptığı tam bir yağmacılıktı. 1770’de Bengal’de yaşanan büyük
kıtlık felaketinin de gösterdiği gibi bölge hiç de iyi yönetilmiyor, sefalet
içindeki yerli halk İngilizlerden tam anlamıyla nefret ediyordu. 1770-1790
döneminde Britanya’da önemli bir strateji değişikliği görüyoruz. Atlantik’teki
emperyalist çabaları pek de iyi gitmiyordu. ABD’de kolonilerin bağımsızlık
istekleri, Batı Hint adalarında San Domingo’da (Saint-Domingue) yerli halkın sömürgecilere başkaldırması Batı
yarımkürede koloni – sömürge yapısı kurmanın kolay olmayacağını gösteriyordu. 1797’de
Hindistan’daki Britanya İmparatorluğu topraklarını daha iyi yönetecek bazı reformlar
yapacak bir Genel Vali (Richard Wellesley) atadılar. Hukuk ve vergi sistemini
yenilediler. Büyük çoğunluğu yerli halklardan oluşan silahlı kuvvetlerini
genişlettiler. Güvenilir gelir ve kararlı ve ekonomi ile kredi alabildiler.
Bununla ordularını büyütmenin yanında bazı rakiplerini satın aldılar.
1799’da
Britanya öteden beri – özellikle Madras için - mücadele ettikleri Maisur
Sultanlığını, 1802 – 1803’de de Maratha Konfederasyonunu yendiler. Artık
Britanya bütün Hint yarımadasına egemendi. Hintlilerin bazıları Britanya’nın
egemenliğine karşı çıksa da birçokları Britanya egemenliğinin sağladığı bilgi,
kültür, düzen, refah ve ticaret olanaklarının farkına vardı. Hatta zaman-zaman
bu iki duygu bir aradaydı. Örneğin üstün
yetenekli bir Hindu olan ve Bengal’de reformcu bir toplumsal-dini yeniden doğuş
hareketinin önderi Ram Mohan Roy 1809’da bir yandan “Britanya hükümeti Moğollardan daha yumuşak, aydınlanmış ve liberal”
diyor; diğer yandan “Hindular hiçbir
zaman bu kadar aşağılanmamış, yönetimden bu denli uzaklaştırılmamıştı”
diyordu.
1857’ye
kadar Hindistan’da, özünde tüccar ve aristokratların hisselerine sahip olduğu, hükümetin
belirlenen bölgede tekel yetkisi verip dolaylı biçimde etkili olduğu ve
kesinlikle Britanya’nın çıkarları doğrultusunda çalışan Britanya Doğu Hindistan
Şirketinin egemenliğini görüyoruz. Şirket, pamuk, ipek, esrar, tuz, çay, kına,
çivit ticaretinin yanında İngiltere’nin top mühimmatında kullandığı amonyum
nitrat satışında Kralla pazarlık eden bir konuma gelmişti. 300 000 kişiye yakın
askeri gücü vardı, Hindistan’ı fiilen yönetiyor, hatta Hindistan dışında
-aşağıda değineceğim gibi- esrar ticaretini sürdürmek için Çin’de savaş çıkartabiliyordu.
1857’de Britanya
Doğu Hindistan Şirketi çalışanları görünürde küçük bir nedenle isyan etti. Batı
Bengal’in Dum Dum kentinde Şirketin silah fabrikasında işçilerin yeni bir tüfek
için üretilen mühimmatın don yağı (tallow)
ile yağlanmış kâğıt kartuşlarını ısırarak içlerindeki barutu boşaltmaları istendi.
Isırdıkları yağın domuz yağı olduğu
dedikodusu Müslüman işçilerin; dana yağı olduğu dedikodusu Hindu işçilerin
tepkisine yol açtı. İsyan kısa sürede büyüdü ve yabancı sömürüsüne karşı büyük
bir ayaklanma halini aldı. Hindistan’ın yönetiminin yenilenmesi, şirketin
Hindistan’daki egemenliğine son vererek Britanya İmparatorluğunun doğrudan
yönetime el koyup (British Raj)
Kraliçe Victoria’nın Hindistan Kraliçesi unvanını alması ile sonuçlandı. 20.
Yüzyıl ortalarına kadar süren bu dönemde Hindistan Britanya’dan gelen çeşitli Genel
Valiler (Governor- General, Viceroy,
Commissioner) gözetiminde 600’e yakın yerel prenslikle yönetildi.
Birinci
Dünya Savaşından sonra Hindistan’da kendini yönetme, Gandi önderliğinde
barışçıl sivil itaatsizlik hareketlerinin başladığını görüyoruz. 1947’de
Hindistan-Pakistan ayrışımı yaşandı ve 1949-1950 döneminde anayasanın
tamamlanması ile günümüzde tanıdığımız Hindistan oluştu.
Doğu
Asya’da Emperyalizm
Avrupalılar 1840-1850
döneminde kıtanın doğusuna, Pasifik Dünyasına yöneldiklerinde ise Doğu’nun
köklü ve büyük iki uygarlığıyla, Çin ve Japonya ile karşılaştılar. Bu noktada
ABD de Kuzey Amerika’nın Batısına doğru ilerliyor, güçleniyor ve “biz de büyük
devletler arasına giriyoruz, Pasifik bölgesi ile biz de ilgilenmeliyiz” diye
düşünmeye başlıyordu. Kuzey Amerika’nın Pasifik kıyılarında Alaska üzerinden
gelebilecek Rus etkisi veya Kanada üzerinden gelebilecek Britanya etkisine
engel olmak istiyorlardı. 1840’ların başında Oregon, sonunda San Francisco’dan
San Diego’ya kadar uzanan bölgeye egemen oldular. Meksika ile savaşı
(1846-1847) kazanmaları ve 1848’de San Francisco’da altın bulunması da
egemenliklerini güçlendirdi. Yani Pasifik’in Doğu kıyısındaki oyuna klasik
oyuncular olan Avrupalıların yanında yeni bir oyuncu, ABD, katılmıştı.
Pasifik’in
diğer kıyısında, 1841-1842 Afyon savaşı Çin’deki çatışmanın ilk adımı oldu. Britanya
Çin’den çay almak ve karşılığında kendi sömürgeleri olan Hindistan’da
yetiştirdikleri afyonu satmak istiyorlar; Çin yönetimi ise kötü bir alışkanlık
olarak nitelediği afyon kullanımını engellemeye çalışıyordu. Savaş özellikle
İngilizlerin buharlı savaş gemilerinin Çin yelkenlilerine sağladığı üstünlükle
Çin limanlarında yoğunlaştı. Britanya’nın bir dizi savaş başarısını Fransızlar
izledi. İngilizler Hong-Kong’u elde ettiler. Bu savaşlarda büyük ordular görev
almıyor, Deniz Kuvvetleri ve küçük vurucu kara birlikleri kullanılıyordu. Bunun
sonucu olarak –örneğin Hindistan örneğinde gördüğümüz gibi tüm ülkeye egemen
olunması yerine Çin limanlarında ticaret üsleri açılmasını sağlandı.
Batılılara
tepki olarak başlayan 1851-1864 Taiping ayaklanması kısa sürede bir iç savaşa
dönüştü. 20 Milyon insan öldü ve sonunda Çin merkezi bir ordusu olmayan birçok
Savaş Lordunun yönettiği bölgeler haline geldi.
Bu buhranlı
dönemden çıkmak için 1860-1870 döneminde Çin İmparatorluğu, “Kendini
Güçlendirme” sloganı ile büyük bir yenilenme kampanyası yürüttü. Bu arada Fransızlar
Tayvan boğazının Güneyinde, İngilizler Kuzeyinde egemen oldular. 1860’a kadar
özellikle önemli kıyı limanları ve nehir boylarında, “serbest” ticaret
sağlanmıştı: Huangho (Sarı Irmak) vadisi ve Tientzin, Pekin; Chang Jiang
(Yangtse) vadisinde Şanghay, Nankin; Zhu Jiang (İnci Irmağı) ağzında o zamanlar
Kanton olarak anılan Guangzhou ve Hong-Kong. Bu kentlerdeki yabancılar artık
Çin yasalarına değil kendi ülkelerinin yasalarına bağlıydı (extraterritoriality). Bu kapsamda
Birleşik Krallık Şanghay’da kendi mahkemelerini kurdu ve kendi vatandaşlarını
yargılamaya başladı. Bu ayrıcalık zamanla o bölgelerde çalışan Çinlilere,
İngilizlerin dostlarına ve Hristiyan olanlara da uygulanmaya başladı.
Japonya’da
öykü Çin’den farklı gelişti. Japonlar 16. Yüzyılda Portekiz ve İspanyol
gemilerinin gelişinden beri Nagazaki limanını yabancı gemilerin ziyaretine ve çok
sınırlı da olsa ticarete ve kültürel değişime açmışlardı. 1853’de M. C. Perry
komutasında Amerikan donanması başkent Edo önüne geldi. Japonlar savaş yerine
sınırlı bir ticari ilişki yolunu seçtiler. Sürecin ve her iki tarafın da
(aşağıda özetleyeceğimiz gibi) Çin’e göre çok daha yumuşak olduğunu görüyoruz. Avrupalıların
teknolojik üstünlüklerini gören Japon İmparatoru Meiji (1852-1912) bir ulus
devlet kurmak için reformlar yaptı. Batıdan birçok fikir ve teknoloji aldı, ama
bir yandan da Japonya’nın özelliklerini korudu. Japonya’daki bu “yumuşak”
tepkinin nedeni bir yandan Afyon savaşında Çin’in başına geleleri Japonların
görmeleri, diğer yandan Japonya’nın, Çin gibi paylaşılacak büyük bir “pasta”
olmamasıydı.
1890’lar
öncesinde hem Çin’in hem de Japonya’nın kendi içlerinde gelişme yönünde önemli
çaba gösterdiklerini görüyoruz. Ne yazık ki bu iki güç 1890’larda birbirleri
ile çatışmaya başladılar. 1894-1895 yıllarında savaşa dönen çatışmayı Japonya
kazandı. Bu savaşta Japonların modern teknolojiyi kullanmakta daha etkin,
başarılı ve verimli olduğu görüldü. Japonya Tayvan adasını aldı ve Çin
toprakları üzerinde Tayvan’ın ötesinde talepler öne sürdü.
Önce Çin bu
yenilgiden ders almaya çalıştı ve imparator Guangxu yaygın bir reform programı
başlattı. Ne yazık ki bir saray darbesi ile etkisiz hale getirildi (1898) ve
reformlar yine durdu.
Çin’in bu
istikrarsızlık zincirinden kurtulamayacağının görülmesi üzerine 1890’ların
sonunda bütün küresel aktörlerin Sarı Deniz olarak tanımlanan Kore
Yarımadasının doğusundaki denizin kıyılarında egemenlik çabaları yoğunlaştı.
Çinin en önemli bölgelerinde İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da talepleri
vardı. Rusya Kuzeyden geliyor Mançurya’yı alıyor (Mançurya’da önemli kömür
yatakları olduğunu belirtelim) , trans Sibirya demir yolu Vladivostk Limanı ile
Pasifik okyanusuna ulaşıyordu. Buzlarla
tıkanmayan Port Arthur (günümüzde Lüta, Chin-Hsien) limanı Rusya için önemli
bir hedefti.
Bu durumu en
güzel özetleyen karikatürlerden birinde Çin’in haykırışları önünde soldan sağa
Britanya Kraliçesi, Alman Kayseri, Rus Çarı, Fransa ve Japonya’nın Çin
pastasını dilimlediklerini görüyoruz.
1890’ların
sonunda Güney Doğu Asya’ya baktığımızda görünümü şöyle özetleyebiliriz:
• Burma Malezya, Singapur, İngiliz
Egemenliğinde;
• Doğu Hint adaları Sumatra, Borneo,
Celebes, Yeni Gine’nin Batısı (Gününüzde Endonezya – Burunei) Hollanda egemenliğinde;
• Vietnam Kamboçya Tonkin Körfezi
Fransız egemenliğinde;
• Filipin’ler de egemenlik (aslında
çok uzaklardaki Küba üzerindeki egemenlik çatışması ile başlayan) İspanya ile
savaşı kazanan ABD’ye geçmiş;
• Almanların da Palau, Caroline gibi
küçük adaları var;
• Burma ile Fransız Hindiçini
arasında kalan Siyam bağımsız ama istikrarsız bir durumda.
Yüzyılın
sonunda Kuzey Çinin kırsal bölgelerinde özellikle yabancılara karşı Boxer
isyanı çıktı (Yihetuan ayaklanması) (1899-1901). Qing hanedanı bu olayı
kullanarak isyan eden köylülerle birlikte davranıp yabancılardan kurtulmaya
çalıştı. Yabancılara savaş ilan etti ve Pekin’de yabancıların yerleştiği
bölgeyi kuşattı. Bu gelişme Avrupalılara büyük bir fırsat verdi. 1900 yazında 2
ay boyunca temsilciliklerinden haber alamayan Avrupalılar, ABD, Japonya ortak
bir kuvvet oluşturdu. Tientzin’de karaya çıktılar, Pekin’e ilerlediler ve
kuşatılan temsilcilerini kurtardılar. Batılılar çeşitli pazarlıklarla Çin
sorununa çözüm bulmaya çalıştılarsa da kendi aralarında da anlaşamadılar. ABD
askerlerini çekti. Fransa ile Almanya anlaşmaya çalıştı ama başaramadı. Ruslar
kuzeyden baskılarını arttırmaya çalıştı. Ruslara karşı Japonlar İngilizlerle
anlaştı. Bu gelişmeler sonucunda 1904-1905 yıllarında Rusya ile Japonya
savaştı. Savaşı Japonya kazandı.
Bu karışık
ortamda Qing hanedanının reform yapacağından ümitlerini kesen subaylar ve
gençler Sun-Yat-Sen önderliğinde harekete geçip hanedanı yıkıp Çin Cumhuriyetini
ilan ettiler (1912). Ne yazık ki kararlı
bir düzen uzun süreli olamadı. 1916 sonrasında huzursuzluklar başladı. Milliyetçiler
ile komünistler arasındaki çatışmaya Çin-Japon savaşı (1937-1945) katıldı. Bu
da İkinci Dünya savaşının bir cephesine dönüştü. Sonuçta, bildiğimiz gibi, komünistler
zafere ulaştı 1949’da Mao’nun Çin Halk Cumhuriyetini ilan etmesi ile günümüze
kadar süren bir dönem izledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder