Bu bloğun “Bilim” sayfalarında Charles Darwin başlığı altına
bir şeyler yazmış ve onu daha çok düşünsel yeri ile ele almaya çalışmıştım.
Burada ise kuşkusuz Darwin’den söz edecek, ama öncelikle evrim kuramını merkeze
almaya özen göstereceğim.
Önce Darwin’in aşağıda değineceğim ünlü yapıtında kullandığı
“evrim” (evolution) sözcüğünün
basitçe “değişim, tanımlamış hareketlerle değişim” olduğunu vurgulayarak
başlıyayım. Dolayısıyla bütün konu bu hareketlerin tanımlanmasına indirgeniyor,
evrim kuramı da aşağıdaki üç noktada yoğunlaşan gözlemlere ve bu konuya
odaklanıyor:
- Yeryüzündeki canlılar çok çeşitli
- Çeşitli bireylerdeki farklı nitelikler, özellikler kalıtımla sonraki kuşaklara geçiyor
- Canlılar yaşam için büyük bir rekabet içinde. Doğal seçim sonucunda çevreye uyum sağlayan yaşayıp üreyebiliyor.
Sanıyorum bu kısa girişin ardından bu kuram konusunda
(kasıtlı veya kasıtsız olarak) yapılan üç yanlış değerlendirmeyi
cevaplamalıyım. Birinci yanlış değerlendirme evrimin bir amaca yönelik bir
gelişme olduğu; ikincisi şans etkisinin abartılması; üçüncüsü ise evrimin
“sadece bir kuram” olduğunu vurgulayarak yapılan küçümsemeler. Aşağıdaki üç
paragrafta bu üç yanlış değerlendirmeye değinmek istiyorum.
Evrim (mistik ?) bir amaca, daha “karmaşık” biyolojik
canlılara yönelik bir “gelişme” değildir. Yalnızca çevreye daha çok uyum
sağlayan canlının yaşama ve üreme olanağı bulmasıdır. Bu konuda herhangi bir
özellik, nitelik (trait) diğerinden
daha gelişmiş veya üstün değildir. Şu anda yeryüzünde yaşayan farklı türler,
farklı nitelikler kazanarak -kimi hızlı koşarak, kimi yüksekten uçarak, kimi
koruyucu bir zırh geliştirerek- çevrelerine uyum sağlamış ve “başarılı”
olmuştur. Homo sapiens de alet kullanmak, konuşmak, düşünmek, yazmak … yolunu
izleyerek, -çita, kartal, kaplumbağa, karınca … gibi- “başarılı” olmuştur.
Kurama yöneltilen önemli bir eleştiri “Pekiyi,
evrim doğruysa neden diğer hayvanlar, özellikle de maymunlar dik yürümeye,
konuşmaya, alet kullanmaya başlamadılar?” Yanıt çok açık çünkü onlar başka
yöntemlerle çevreye uyum sağlayarak “başardılar”. Yeryüzünde bu kadar çok türün
olmasının nedeni de her bir türün farklı yollar izleyebilmesi. Eğer başarı için az sayıda yol olsaydı
türlerin azaldığını ve sonuç olarak tür sayısının bu küçük sayıya indirgendiğini
görürdük.
İkinci konu evrimde şansın rolünün abartılı olarak
sunulmasıdır. Evrim kuramını eleştirenler “Bir
saati oluşturan bütün parçaları bir kutuya koyup sallasak bir saat oluşur mu?”
sorusunu sorar ve bir “saatçiye” gereksinim olduğu, yaşamda gözlediğimiz
karmaşık organizmalar, “mucize” özellikler için akıllı, bilinçli tasarım
gerektiği sonucuna yönelirler. Oysa evrim kuramı hiçbir zaman karmaşık
organizmaların şans eseri bir araya gelen “parçalardan” bir anda oluştuğunu
söylemez. Söz konusu olan milyarlarca yıl boyunca küçük adımlarla süren ve
seçim (selection) içeren bir evrimdir.
(Güncel tahminlere göre yeryüzü 4,5 Milyar yaşında, yeryüzündeki ilk yaşam da 3,8
Milyar yıl önce başladı). Kalıtımda yumurtanın döllenip ana ve babadan gelen
genlerin yeni bir DNA oluşturmasında kuşkusuz “şansın” rolü var. Ayrıca
yeryüzünün bugünkü halini almasında rolü olan jeolojik veya meteorolojik olayların
bazılarında da şans etkin. Ama bu gibi şanslar basit birimlerin bir anda
karmaşık bir organizma oluşturması gibi değil
.
Yine çok rastladığımız bir tutum evrim kuramının (theory) “yalızca bir kuram” olduğu
görüşüdür. Bu görüşün arkasında kuşkusuz bulunabilecek bazı kanıtlarla bu
kuramın yanlışlığının gösterilebileceği umudu vardır. Oysa “bilimsel kuram”,
bilimsel yöntemlerle elde edilen ve gözlem ve deneylerle defalarca doğrulanan
açıklamalardır. Doğrulanacak “hipotez” değildir. Diğer bir anlatımla bilim
kuramlardan oluşur. Eğer “bilimsel yasaların” (scientific law) kesin olduğu, kuramların ise değişebileceği
söylenmek isteniyorsa bilimsel yasanın, gözlenen bilimsel gerçeklerin (scientific fact) genel ifadesi (statement) olduğu belirtilebilir. Kısacası
kuramın açıkladığını, yasanın -neden göstermeden- ifade ettiğini vurgulayayım.
(Einstein’in Özel Görecelik Kuramı / Newton’un hareket yasaları gibi). Kesinlik
açısından bunların arasında bir fark olmadığını, bilimsel kuşku ve gelişme
gereğince yeni gözlemler yapıldıkça her ikisinin de yenilenebileceğini
belirtmeliyim. Örneğin –ilgili bölümde ele aldığımız gibi, yüksek hızlarda yapılan
gözlemler ve deneyler sonucunda Newton Yasaları Einstein’in Özel
Görecelik Kuramı ile geliştirildi. Birkaç gün önce aramızdan ayrılan Tıp
ve Felsefe doktoru Prof. Dr. Yaman Örs’ün, “Evrim Kuramının Dayanılmaz
Bilimselliği” adlı kitabında evrim kuramı özelinde “kuramın” ne olduğu, ne
olmadığını ayrıntıları ile çok güzel anlattığını belirtmeliyim.
19. Yüzyılda jeoloji
ve fosil incelemeleri konusunda yapılan incelemeler yeryüzünde ve canlıların
yaşamında önemli bir değişim olduğu, eskiden yaşayan birçok canlı türünün artık
yaşamadığı, hatta bazı canlıların bir tür “evrim” geçirdiği gözlenmişti. O
günlerde kiliseden biraz da çekinerek kullanılan terim türlerin dönüşümüydü (transmutation of species). Ama
çözülemeyen bu değişimin nasılıydı.
Büyük doğa bilimci ve jeolog Charles Darwin’in (1809 – 1882)
yaşamı sanırım Beagle gemisiyle yaptığı 5 yıl (1831 – 1836) süren yolculuk
öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılabilir:
Varlıklı bir aileden gelen genç Charles Darwin bu gemiye
binmeden önce de büyük bir doğa tutkunuydu. Diğer yandan da bir rahip adayı ve
kendini Hristiyanlığa adamış bir genç adamdı. Hatta bu yolculuğu Kutsal
Kitabını kanıtlamak için bir fırsat olarak görüyordu.
Kutsal Kitapta Eski Antlaşmanın (Old Testament) Yaradılış (Genesis)
bölümünde yeryüzünün ve canlıların yaradılışı şöyle anlatılıyordu:
(1: 9) Tanrı,
"Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün"
diye buyurdu ve öyle oldu.
(1: 10) Kuru alana
"Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun
iyi olduğunu gördü.
(1: 21) Tanrı büyük
deniz canavarlarını, sularda kaynaşan bütün canlıları ve uçan varlıkları
türlerine göre yarattı.
(1: 25) Tanrı türlü türlü yabanıl hayvan, evcil
hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
(1: 26) Tanrı,
"İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi,
"Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere,
yeryüzünün tümüne egemen olsun."
(1: 27) Tanrı insanı
kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
(2: 2) Tanrı yapmakta
olduğu işi yedinci gün bitirdi. O gün işi bırakıp dinlendi.
Kuşkusuz Nuh Tufanı bölümü de konuyla ilgilidir:
(6: 12) Tanrı
yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan
çıkmıştı.
(6: 13) Tanrı Nuh'a,
"İnsanlığa son vereceğim" dedi. "Çünkü onların yüzünden yeryüzü
zorbalık doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim”.
(6: 18) Ama seninle
antlaşmamı sürdüreceğim. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin.
(6: 19) Sağ
kalabilmeleri için, her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer
çifti gemiye al.
Beagle, 2 direkli, 27 m boyunda, içine 74 kişinin sıkış
tepiş sığdığı bir gemiydi. İngiliz donanması bu gemiyi özellikle Güney Amerika
sahillerinde harita çalışmaları yapmak için görevlendirmiş, jeoloji ve doğa bilim
incelemeleri yapabilecek bir uzmanın –giderlerini kendi karşılaması koşuluyla-
gemiye alınmasına izin vermişti. İşte bu uzman olarak görev alan genç Darwin’in
kamarası o kadar küçüktü ki yattığında ayaklarını uzatabilmesi için ayakucundaki
dolaptan bir çekmece çıkartmak zorunda kaldı.
Yolculuk sırasında canlıların çeşitliği karşısında hayrete
düşmesi bu titiz bilim insanının kuramını oluşturması yönünde ilk adım oldu. Avrupalıların
bildiğinden çok farklı birçok canlı türü ve fosil vardı. Örneğin Patagonya’da
soyu tükenmiş büyük memelilerin fosilleşmiş kemikleri, volkanik kayalıklardan
oluşan Galapagos adalarında 90 cm boyunda dev deniz ve kara kertenkeleleri (iguana), 1,5 m boyunda dev
kaplumbağalar, tropik ormanlardaki kuşların çeşitliliği, yelkene benzeyen bir
ağ örerek onunla uçan bir örümcek Darwin’i çok etkiledi. (Galapagos
İspanyolca’da büyük kaplumbağa demektir.)
Brezilya Punta Alta bölgesinde kum ve çakıllardan oluşmuş
tabakaların arasındaki bir kil tabakasında fildişine benzeyen kocaman bir diş,
çok iri bir çift pençe, hipopotam kafasını andıran bir kafatası, çok büyük
pullu bir kaplumbağa kabuğu buldu. Bu kalıntılar yaşayan benzeri hayvanlara
göre çok, çok büyüktü. Daha önce de büyük canlılara ait birkaç fosil bulunmuş
(Arjantin’de iri bir tembel hayvan ve Ekvator’da mamut) fakat nedense doğa bilimcilerinin
pek dikkatini çekmemişti. Jeolojik dönemlerde milyonlarca yıl süren
hareketlilikler sırasında bazı türlerin soyunu tükenmesi anlaşılabilirdi. Oysa
bu memelilerin fosillerinin modern deniz kabuklularının yanında bulunması büyük
jeolojik hareketlerin veya iklim değişikliklerinin olmadığı çok daha yakın bir
dönemde yaşadıklarını gösteriyordu. Soylarının tükenmesi için başka nedenler
olmalıydı.
Bir başka bilmece de bulduğu bir tür ata ait kemiklerdi. 16.
Yüzyılda İspanyol ve Portekizli askerler gelmeden önce Güney Amerika’da at
yoktu. Acaba bu canlı türlerinin durmadan değiştiğini, çevreye uyamayanların
yok olduğunu mu gösteriyordu?
Güney Amerika’nın en Güney ucunda Tierra Del Fuego’da
yerlileri gördüğünde Darwin’in düşündüğü ilk şey onların uygar insanlardan çok
vahşi hayvanlara yakın olduklarıydı.
Darwin yolculuğunda canlıların vahşi ortamda amansız
rekabetini de izledi. Brezilya ormanlarında pepsis
cinsine ait bir eşekarısı ile lycosa’lardan
bir örümceğin birbirleriyle tutuştukları ölümüne bir savaşı seyretti. Bir karınca
sürüsünden telaş içinde kaçmaya çalışan küçük memelileri gözledi. Hatta
Patagonya’da yerlileri (Gaucho) çok
sevdi. Ama acımasız İspanyol General Rossas ile karşılaşınca yerlilerin yaşama
şansının olmadığını gördü.
Daha yolculuğunun ilk yılında “Gerçeğin bu dünyada yapılacak uygulamalı araştırmalar sonucunda ortaya
çıkacağı” düşüncesi Darwin’e egemen oluyordu. Gemi Buenos Aires’e
yanaştığında İngiltere’ye dönünce içinde biriken kuşkular nedeniyle rahip
olamayacağını anlamıştı. Ama bunu ailesine söylemekten çekindi.
Galapagos adaları Darwin’in kuramını geliştirmesine çok
önemli yer tutar. Bu adalar Ekvator açıklarında, deniz ulaşım yollarından
uzakta, birbirinden 70-80 km ile
ayrılmış çirkin volkanik kayalıklardan ibarettir. Ama iguanaların, dev
kaplumbağaların yanında Darwin ispinoz (finch)
kuşlarının gagalarının her adada farklı olduğunu gözledi: “Bir adadaki kuşlar tohum ve fıstık kabuklarını kırmak için güçlü ve
kalın gagalar geliştirmişler; başkasında da meyve ve çiçeklerden beslenmeyi
kolaylaştıran daha küçük gagalar. Hatta bir kaktüs dikeni kullanarak kurtları
yuvalarından çıkartan bir kuş türü bile vardı… Açıkça görülen şuydu: Kuşlar
farklı adalarda farklı yiyecekler bulmuş ve buna uyum sağlamıştı. Bu kuşlar Galapagos adalarında gelen ilk
kuşlardı ve rakipleri yoktu. Örneğin ana karadaki ağaçkakan Galapagos adalarına
gelebilseydi ağaçkakan ispinozu gelişmeyecekti”:
Sonuç olarak canlılar Kutsal Kitapta yazıldığı gibi bir anda
ve “türlerine göre” yaratılmamışlar, sürekli bir değişim içinde kendilerini
koşullara uydurmuşlardı.
Biyolojik olaylar ile canlıların yaşamı çok ilişkiliydi.
Eski Antlaşmanın Yaradılış Bölümü yeryüzünün bir anda yaratıldığını Nuh Tufanı
efsanesi ise denizin yükseldiğini ve karaları kapadığını söylüyordu.
Yükseklerde bulunan deniz kabukları konusunda yapılabilecek bir diğer açıklama
da karanın yükselmesi olabilirdi. Güney Amerika’nın Doğu Kıyısında yaptığı
yolculuk sonucunda Darwin, bu kıyının oldukça yakın sayılabilecek zamanlarda
denizden yükseldiğine inanmıştı. Batı kıyısına geçince ise bu konuda yeni
kanıtlar topladı. Ant dağlarında 2000 metrenin üzerindeki bir irtifada
taşlaşmış ağaç fosilleri gördü. Kara
yükselirken önce ormanlar yükselmiş, soğuğun etkisiyle bitki örtüsü ölmüş,
ağaçlar donmuştu. Galapagos adaları da karanın yükselmesi ve volkanların patlaması
ile nispeten “yakın” zamanlarda oluşmuştu.
18 Ocak 1835’de Beagle Chiloe Adasının San Carlos
limanındayken tayfalar gökyüzünde büyük bir ateş topu gördüler. Kıyıdan 15 km
içerideki Osorno yanardağı patlamıştı. Sonradan anlaşıldı ki 770 km Kuzeydeki
Aconagua ve 4350 km Kuzeydeki Coseguina yanardağı da aynı anda patlamıştı. Tam
4 hafta sonra Beagle Şili’nin Valdivya Limanına demirledi. 20 Şubat 1835’de
büyük bir deprem yaşadılar ve karanın birkaç metre yükseldiğini gördüler. Kara,
yalnızca bir depremde birkaç metre yükseliyorsa jeolojik çağlar boyu binlerce
metre yükselebilirdi. “Ne kadar korkutucu
olursa olsun burada (Şili’de) ince bir yer kabuğu tabakası altında erimiş
mineral gölü bulunuyor”.
Dönüş yolunda Yeni Zelanda ve Avustralya kıyılarında mercan
kolonilerinin atolleri oluşturmasını inceledi. Mecran 37 m’den daha fazla
derinde yaşayamıyor, deniz tabanı battıkça ölenlerin üzerinde yeni mercanlar
oluşuyordu. Kısacası Ant dağları yükselirken Pasifik okyanusunun öbür ucunda
okyanus tabanı alçalıyordu.
İngiltere’ye döndükten sonra da bu konudaki çalışmalarını büyük
bir yoğunlukta ve titizlikle sürdürdü. 1838’de –kendi ifadesiyle eğlenmek için-
okuduğu Thomas Malthus’un (1766 – 1834) “Nüfus İlkesi Hakkında bir Makale - An Essay
on the Principle of Population” adlı makalesi bilmecenin eksik parçasını
verdi. Aslında bu makale pek de yeni değildi, 1798’de yazılmıştı. Makalede
insan nüfusunun her 25 yılda iki katına çıktığı belirtiliyordu. Malthus bu
araştırmayı nüfus artışının toplumsal sonuçlarını değerlendirmek için yapmıştı.
Ama Darwin olayı başka bir açıdan değerlendirdi: Canlılar çevrenin kendilerine
sağladığı olanaktan daha fazla ürüyor, sürekli bir kıtlık tehlikesi altında
rekabet içinde yaşıyorlardı. İsveçli
botanikçi A. P. de Candolle (1778 – 1841) doğal yaşamda varlıklarını sürdüren
bitkilerin sayısının yaklaşık aynı kaldığını, uygun değişimlerin (variation) yaşayıp
değişimlerinin gelecek kuşaklara geçirdiğini, uygun olmayan değişimlerin
kaybolduğunu söylemişti. Böylece Darwin doğal seçim (natural selection) terimini geliştirdi. Bu terimi yapay seçim (artificial selection) terimine karşıt
olarak kullandı. Binlerce yıldır yararlı özellikleri olan bitki ve hayvanları
üreterek yapay seçim yapılıyordu. Sonuç
olarak Darwin 1840 dolayında değişimin doğal, kutsal olmayan bir mekanizma ile
gerçekleştiğini gözlediğini söyleyebiliriz.
Darwin’in ulaştığı sonuçları kabul etmesinin kendisi için de
hiç kolay olmadığını belirtmeliyiz. Kendi sözlerine dönersek: “İnançsızlık bana çok yavaş yaklaştı; ancak
sonunda kesinleşti. O kadar yavaş geldi ki hiç üzüntü hissetmedim. O günden bu
yana da sonuçlarımın doğru oluğu konusunda bir saniye bile kuşku duymadım.”
1844’de Darwin kendi ölçülerine göre kısa sayılabilecek 200
sayfalık makale yazdı. Ama basıma göndermedi. Kendisi beklenmedik bir biçimde
ölürse basılması için eşine verdi.
Burada küçük bir parantez açıp Alfred Russel Wallace’den (1823
– 1913) söz etmeliyim. Darwin’in gölgesinde kalmış olmakla birlikte evrim
kuramının çatısını -hemen hemen aynı dönemde- oluşturan bir doğa bilimcisi olan
Wallace’ın öncelikle Darwin gibi varlıklı olmadığını belirtmeliyiz. Wallace da
yaklaşık 4 yıl süren bir gemi yolculuğunda incelemeler yaptı. Darwin’in Beagle
gemisi ile yaptığı deniz yolculuğunda, gemi bir limana yanaştığında Darwin dağlarda-ormanlarda
incelemeler yapıyordu. Bu amaçla tuttuğu yardımcıların, yük hayvanlarının gideri
varlıklı Darwin ailesi tarafından karşılanıyordu. Wallace’ın ise böyle bir olanağı
yoktu. Yolculuğunun tüm giderlerini burslar ve yardımlarla karşılamak
zorundaydı. Ek bir zorluk da
İngiltere’ye döndüğünde gemide çıkan bir yangında topladığı örneklerin ve
tuttuğu notların yanması oldu. Yine de 1855 yılında kısa bir makale ile
gözlemlerini yazabildi.
1858 başında sıtma nöbetinin yüksek ateşi altında Wallace ölümün
eşiğinde çevreye uyum için rekabetin önemini adeta yaşadı ve o da “doğal seçim”
kavramını geliştirdi. Sıtma nöbetini atlattıktan hemen sonra 20 sayfa uzunluğunda
günümüzde bildiğimiz evrim ilkelerini özetleyen “Türlerin Özgün Biçimlerinden
Geri Dönülmez Biçimde Farklılaşması Üzerine - On the Tendencies of Varieties to Depart Indefinitely from the Original
Type” başlıklı bir makale yazdı ve yine şanssızlığının bir başka örneği
olarak görüşünü almak için Darwin’e gönderdi. Makalesini Lyell tarafından
basılması için göndermeden önce Darwin’in görüşünü almak istiyordu. Darwin
namuslu bir bilim insanından bekleneceği gibi makaleyi övgü dolu bir mektup
eşliğinde Lyell’e gönderdi. Diğer yandan Wallace’ın makalesi Darwin’e artık
çalışmalarının sonucunu yayınlaması, daha fazla bekletmemesi için son uyarı
oldu ve 1559 sonunda “Doğal Seçimle Türlerin Kökeni Üzerine - On the Origin of Species by Means of Natural
Selection” adlı 500 sayfalık ünlü kitabını bastı.
Darwin’in kuramını yazmak için neden 20 yıl beklediği hep
sorulur. Bazıları kiliseden çekindiğini söyler bazıları da çok titiz karakteri
nedeniyle bir türlü kapsamlı kitabını bitiremediğini öne sürer. Sanırım her
ikisi de geçerli. Ortaçağın engizisyonu olmasa da Kraliçe Victoria döneminde
Kilisenin toplum yaşamındaki yeri çok önemli. Üstelik 17.Yüzyılda İrlanda Başpiskoposu James
Ussher ve Cambridge Üniversitesinden Dr. John Lightfoot bir dizi çalışma
yapmış, Peygamberlerin yaşam sürelerini toplayıp dünyanın İ. Ö. 4004 yılının 23
Ekim Pazar günü sabah saat 9.00’da yaratıldığını hesaplamıştı. 19. Yüzyıl ortalarında bile bu konu bilim
çevrelerinde tartışılmakla birlikte İngiltere’de yaygın olan İncil’in King
James çevirisinde yer alıyordu.
“Türlerin Kökeni” basılıp bilim çevrelerinde kapışılarak
okunmasının hemen ardından, 1860 Haziran ayında Oxford Üniversitesinde yapılan
bir bilimsel toplantıyı Oxford Piskoposu resmi kıyafeti ve kendine eşik eden
din adamları ile adeta bastı. Toplantıda Darwin yoktu. Ama Darwin’in yakın
çevresinden evrim kuramını savunan T. H. Huxley’e katılımcılar arasındaydı.
Piskopos Huxley’e dönüp küstahça “siz
büyükanne tarafından mı, yoksa büyükbaba tarafından mı maymunlarla akrabasınız?”
diye sordu. Ne var ki Huxley de hiç kolay yenilir bir rakip değildi. O da “Tanrı onu bana havale etti” diye
söylenerek ayağa kalktı ve “maymun
soyundan gelmeyi, kültürünü ve belagatini önyargının ve yalanın hizmetine peşkeş
çeken bir insanın soyundan gelmeye tercih ederim” dedi. (Bereket engizisyon
günleri geride kalmış!). Darwin bu konuda tam bir bilim adamı sağduyusu ile
adeta bilim metodunu öğretir: “İnsanın
kökeninin asla bilinemeyeceğini sık sık, hiç duraksamadan ileri
sürülmüştür. Ama duraksamamak, bilgiden
çok bilgisizlikten doğar. Şu ya da bu problemi bilimin asla çözemeyeceğini
ileri sürenler çok bilenler değil, az bilenlerdir.”
Okyanusların, karaların hareket ettiği ve canlı türlerinin
değiştiği bilim çevrelerinde hiçbir kuşkuya yol açmadan kabul edildi. Ama Darwin/Wallace’ın
tanımladığı gibi doğal seçimin evrimin itici gücü olduğu bilim çevrelerinde 1920-30’lara
dek ancak kısmen kabul edildi. Doğal seçim mekanizması evrimin nedenlerinden
yalızca biri (hatta bazen pek de önemli olmayan bir etken) olarak
değerlendirildi Bu konuda 1871’de İnsanın Türeyişi – The Decent of Man kitabında Darwin’in şunları yazdığını görüyoruz:
“Kimileri doğal seçimin önemini büyük
ölçüde abarttığımı ileri sürmekte. Böyle olup olmadığı gereği gibi ileride
ortaya çıkacaktır.”
19. Yüzyıl ikinci yarısında büyük biyolog Jean Baptiste
Lamarc’ın (1744 – 1829) evrimin itici gücünün yaşam sırasında “kazanılan” (acquired) nitelikler olduğuna ilişkin
görüşleri egemendi. Örneğin Lamarc ağaçların yüksek dallarına uzanarak boynu
uzayan zürafanın bu niteliklerini gelecek kuşağa geçirdiğini ve bunun evrimi
sağladığını düşünüyordu.
Ayrıca kalıtım konusunda genellikle “Karışım” (blending) kavramı benimseniyordu. Örnek
olarak boy niteliğini ele alırsak. Uzun bir baba ve kısa bir annenin çocuğunun
orta boylu olması öngörülüyordu. Eğer bu doğru olsa niteliğin bir sonraki
kuşağa “seyreltilmiş” bir türevinin geçmesi gerekecek ve evrim süreci -en
azından- yavaşlayacaktı.
Aslında George Mendel (1822 – 1884) bezelye (pea) bitkileri üzerinde çalışarak kalıtım
kurallarını 1860’da yayınlamış, ama görüşleri pek de anlaşılmamıştı. Hatta
Mendel “kalıtım birimi” (unit of inheritance) terimini kullanmıştı.
(Günümüzde bu birime gen diyoruz!) Mendel kalıtımda bir “karışım” olmadığını,
bunun yerine en azından bazı niteliklerin bu kalıtım birimlerini değişmeden
ebeveynden sonraki kuşağa aktarıldığını göstermişti. İkinci olarak, en azından bazı
niteliklerde, ana ve babadan birer kalıtım birimi, bir sonraki kuşağa
aktarılıyordu. Üçüncü olarak da yine en azından bazı nitelikler için, bir
sonraki kuşakta görülmeyen nitelik daha sonraki kuşaklarda görülebiliyordu.
Kısacası bireyde görülmese de bir özelliği, birey kendinden sonraki kuşaklara
aktarabiliyordu. (Bu kavram sonradan genotip (genotype) ve fenotip (phenotype)
terimleriyle anlatılmaya başlandı. Organizmanın ebeveynlerinden aldığı tüm
kalıtım birimleri genotip; organizmanın kendisinin gösterdiği nitelikler fenotip
olarak tanımlandı.)
Darwin Evrim Kuramı ile insanlığın serüveninde büyük bir
dönüşüm sağlamış, dünya görüşümüzü değiştirmiş oldu. Bu nedenle seri yazıların
ana konusu açısından öykünün kalan kısmını hızlı geçebilirim. Mendel’in çalışmaları
1900’de adeta yeniden keşfedildi. 1930’larda
kromozomların DNA (DeoxyriboNucleic Acid)
içerdiği anlaşıldı, 1940’larda genlerin bir biçimde proteinleri kodladığı
gözlendi. Sonuç olarak 1950’lerde kalıtımın genel çerçevesi çizilmişti. Günümüzde
uzun bir baba ve kısa bir annenin çocuğunun kısa ya da uzun olabileceğini, ama
diğer özelliğin de kalıtımla onların çocuklarına ve torunlarına aktarılacağını;
kazanılmış yeteneklerin genlere ve dolayısıyla gelecek kuşaklara geçmediğini; kısacası
tıpkı Darwin’in öngördüğü gibi doğal seçimin, evrimin itici gücü olduğunu biliyoruz.