Aristocu Dünya Görüşünü ele alırken bu dünya görüşünün
odağında Aristoteles’in yazdıkları olduğunu, ama binerce yıl egemen olan
Aristocu Dünya Görüşüne birçok kişinin katkı yaptığını belirtmiştim. Benzer
durum Newtoncu Dünya Görüşü için de –hatta daha fazla- geçerlidir. Kuşkusuz
birçok bilim insanı Isaac Newton’dan önce ve sonra bu dünya görüşüne çok önemli
katkılar sağlamıştır.
Aristocu Dünya Görüşünün zayıf karnının gök bilim olduğunu,
özellikle gezegenlerin hareketinin açıklanamadığını belirtmiştim. Bir sonraki
dönemin de anahtarı gök bilim konusundaki çalışmalar oldu. Bu nedenle buradan
başlayalım.
Çok karmaşık bir yapı da olsa Ptolemaeus sabit dünyayı
merkeze alarak, diğer gezegenlerin iç ve dış çemberler (epicycle) üzerinde döndüğünü söyleyerek o günlerdeki gökyüzü
gözlemleriyle uyumlu bir sistem geliştirmişti. Hatta gezegenlerin Dünyadan değişken
olarak gözlenen hızlarının da tanımlı bir noktaya (equant) göre sabit olduğu öne sürülerek düzeltmeler yapılmıştı.
Nicolaus Copernicus (1473-1543) çok çekingen bir biçimde dünyanın
güneş çevresinde dönmesine dayanan bir seçeneği ölümünden hemen önce basıma
verdiği kitabında öne sürdü: “Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine - De revolutionibus orbium coelestium”,
1543). Yine çağın gökyüzü gözlemleriyle uyumlu olan bu sistemde Dünya, Güneşin
çevresinde dönüyordu. Önerilen seçenek gezegenlerin dairesel yörüngeleri
üzerindeki dış-iç çember uygulamaları ve dönüşün sabit hızlı görüldüğü noktalar
ile yalnızca Mars’ı ele alsak bile oldukça karmaşık bir yapıdaydı:
Hatta Güneşe Dünyadan daha yakın olan gezegenler (Merkür ve
Venüs) için durum Mars’tan daha da karmaşıktı. Ama Copernicus açısından bu karmaşık
yapı çok da önemli değildi. Onun için önemli olan sistemin güneş merkezli olması, yörüngelerin kusursuz şekil olan daire olması ve gezegenlerin sabit hızla
ilerlemeleri çok önemliydi. Dairesel yörünge binlerce yıldır çok önemliydi.
Çünkü Aristoteles “Başlangıcı ve sonu
olmayan her şey daireseldir” demişti. O yıllarda Antik Yunan filozofu
Platon’un M.Ö. 400’lerde savunduğu görüşlerin Hıristiyan türevi olarak
nitelenen Yeni Platonculuğun (Neoplatonizm)
gözde olduğu, Copernicus’un güneş merkezli sisteminin bundan kaynaklandığı da
söylenir. Platon fiziksel olmayan, ölümsüz birçok biçimin (form) varlığını
vurgular. Örneğin bir geometri teoremi somut fiziksel nesneler hakkında değil,
biçimler hakkında bilgi sağlar. Platona göre gerçek, iyilik ve güzellik gibi
bazı biçimler diğerlerinden daha yüksektir.
Platon güneşi hep iyilik
eğretilemesi (metaphor) ile anar.
Yeni Platoncular da en yüksek biçim olarak Tanrı’yı tanımlayarak bu metafizik
yaklaşımı benimsediler. Copernicus’un Güneş merkezli sistemini bu Güneş
eğretilemesine bir gönderme olarak yorumlayanlar vardır.
Tycho Brahe (1546 – 1601) teleskopun icadından önce çıplak
gözle yapılabilecek en hassas gökyüzü gözlemlerini yaptı. Aslında
Aristoteles’in doğruluğuna inanıyordu. Ama 1577’de gözlediği bir kuyruklu
yıldız bu inancına biraz kuşku düşürdü. Aristoteles’in dediği gibi yıldızlar
bir kristal küre üzerindeyseler, bu kuyruklu yıldızın küreyi kırması
gerekiyordu. Sonunda bir ara yol geliştirdi: Güneş dünyanın çevresinde dönerken
diğer gezegenler de Güneş çevresinde dönüyorlardı.
Brache’nin öğrencisi Johannes Kepler (1571 – 1630) ölümünden
sonra Brache’nin 20 yıllık titiz çalışmayla elde ettiği verileri kullanarak Kepler
Yasaları olarak bilinen yasaları belirledi. Gezegenler Güneş çevresinde daire
değil odaklarından birinde Güneş olan bir elips çiziyor ve bu elipsi çizerken
eşit zamanda eşit alan tarıyorlar. Bu nedenle Güneşe yakın olduklarında daha
hızlı yol alıyorlar:
Görüldüğü gibi 16. Yüzyıl sonlarında Aristo Dünya Görüşü çok
büyük yaralar almaya başlamış, dünya merkezli evren modelinden sonra kusursuz
şekil daire ve düzenli dönüş, değişmez hız gibi ilkeler de sarsılmaya
başlamıştı. Ama Kepler bunları pek
vurgulamadı. O daha çok “Tanrı neden 6 gezegen
yarattı?” ve “Tanrı neden
gezegenlerin Güneşten uzaklıklarının gözlendiği gibi yarattı?” sorularıyla
ilgiliydi. (O dönemde 6 gezegen olarak Merkür,
Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn biliniyordu). Kepler, Brache’nin
verileriyle bu sorulara mistik yanıtlar arıyordu. Örneğin Antik Yunandan beri 5
kusursuz çokyüzlü biliniyordu (6 yüzü
kare olan küp, 4 yüzü eşkenar üçgen olan tetrahedron, 8 yüzü eşkenar üçgen olan
oktahedron, 12 yüzü eşkenar beşgen olan dodekahedron, 20 yüzü eşkenar üçgen
olan ikosahedron). Tanrı’nın gezegenleri yerleştirirken bir mesaj vermesi
gerektiğini düşünen Kepler de gezegenlerin iç içe geçmiş bu kusursuz şekillerin
çevrelerindeki kürelerde döndüğünü göstermeğe çalışıyordu. Bu düşüncesini gösteren
katı modeli ve basitleştirip iki boyuta indirgenen şekli aşağıdaki gibi
çizebiliriz:
Kepler Mars’ın hareketini ele alan “Yeni Astronomi – Astronomia Nova” adlı kitabını 1609’da yayınladı.
Ertesi yıl da Galileo’nun teleskopla yaptığı gözlemleri “Yıldız Mesajları - Sidereus Nuncius” yayınlandı ve Aristoteles’in
gök cisimleri konusundaki görüşlerine öldürücü darbe geldi.
Galileo Galilei (1564 – 1642) her şeyden önce büyük bir gözlemci ve deneyciydi. Bu iki terimi vurgulayarak kullanıyorum. Çünkü
Aristoteles de doğayı yakından ve dikkatle gözlemlemişti. Ama deneyler yaparak
doğanın yasalarını bulmaya çalışmak bilim tarihinde önemli ve yeni bir aşama. Daha
çok genç bir öğrenciyken Galileo katedralin avizesinde sarkaç hareketini
gözlemiş, birçok deney yaparak bu konudaki yasayı bulmuş ve üniversitedeki
doktorların nabız ölçmeleri için iplerinin uzunluğu değişken sarkaçlar
yapmıştı. Pisa kulesinden ağırlıklar atması belki de bir söylence. Ama
eylemsizlik ve eğik düzlemlerden küreler yuvarlayıp hareket yasaları üzerinde
çalışmalar yaptığı tarihsel gerçekler.
Derken teleskop bulundu ve Galileo yaptığı teleskobunu büyük
bir merakla gök cisimlerine yönelten ilk bilim insanı oldu. Çıplak gözle görünenlerden
çok daha fazla yıldız gördü. Evren o güne dek hayal edilenden çok daha büyüktü.
Aristoteles evren modelinin yanlışlığını gösteren gözlemlerini 3 noktada toplayabiliriz:
·
Tıpkı dünyanın uydusu Ay gibi Venüs’ün de evrelerinin
olduğu teleskopla gözleniyordu. Hatta farklı evrelerde Venüs farklı
büyüklüklerdeydi. Venüs gezegeninin Güneşten hiçbir zaman uzakta gözlenmediği,
yılın bazı dönemlerinde Güneş doğarken; yılın bazı dönemlerinde Güneş batarken
görülebildiği çok uzun zamandır biliniyordu. Bu durumda Ptolemaeus sistemine
göre Venüs’ü hep hilal biçiminde görmemiz gerekirdi. Farklı evreler gördüğümüze
göre Dünya ve Venüs, Güneş çevresinde dönüyordu:
·
Teleskopla Jüpiter’in çevresinde dönen 4 uydu gözledi.
Demek ki Dünya bütün dönüşlerin tek merkezi değildi.
·
Teleskopla Ayın yüzünde dağlar, ovalar, vadiler
vb. yeryüzüne benzer şekiller gözleniyordu. (Galileo yanlış olarak denizler ve
okyanuslar da gördüğünü sanmıştı). Güneşin yüzeyinde de lekeler vardı. Hatta
bunlar yer değiştiriyor ve büyüyüp küçülüyordu. O günkü teleskopların
çözünürlüğü ile Satürn çevresindeki halkalar görülemezse de Satürn çevresinde
kulak biçimli şekiller gözleniyordu. Bütün bu gözlemler göksel cisimlerin
kusursuz ve değişmez olmadığını gösteriyordu.
Galileo’nun, Dünya merkezli kusursuz göksel sistemin yanlışlığını
bu biçimde kanıtlanması engizisyonu çıldırttı ve 70 yaşındaki bilim insanı ev
hapsine mahkûm edildi.
Burada akla bir soru geliyor: “Eğer Güneş merkezli sistem konusunda 1543’de Copernicus’un ilk
önerisini göz önüne alırsak Galileo’nun mahkûm olduğu 1633 yılına kadar Kilise 90
yıl neden sustu?” Bu soruya verilen birkaç cevap olduğunu söyleyelim.
Öncelikle Copernicus ve Kepler’in çalışmalarında yukarıda değindiğim gibi
mistik öğeler vardı. Yazdıkları yerleşik bir görüşe karşı öne sürülen birer
düşünce egzersizi, tehlikesiz birer seçenek olarak değerlendirildi. Binlerce
sayı içeren ve yalnızca astronomlarca kullanılan gezegen konum çizelgelerinin herhangi
bir seçeneğe göre hazırlanması çok zarar verici değildi. Galileo ise güçlü
kanıtlarla bir model oluşturmuş ve büyük ilgi görmüştü. Kilise dogmalarına
karşı adeta alaycı bir tavır takınmıştı. Örneğin “Madem Kilise seçeneklerin tartışılmasına karşı değil o hale ben de bir
tartışma yazarım” diyerek 1632’de “İki Temel Dünya Sistemi Üzerine Diyalog
- Dialogo sopra i due massimi sistemi del
mondo” adlı eserini yazmıştı. Görünüşte bir diyaloğu içeren bu kitapta Güneş
merkezli sistemi o denli güzel savunmuştu ki, okuyucu Dünya merkezli sistemin
“saçmalığını” açıkça görebiliyordu. (Bu kitap 1825’e dek engizisyonun
yasakladığı kitaplar listesinde kaldı). Ayrıca bu günlerde Katolik Kilisesinin
zor bir dönem içinde olduğunu göz önüne almalıyız. 1517’de Luther’in reform kıvılcımı yangını
başlatmış, 17. Yüzyılın başından beri köylü isyanları ve mezhep savaşları
Avrupa’yı kaplamış, Katolik Kilisesi durumunu korumaya çalışmak için tutumunu
sertleştirmek zorunda kalmıştı.
Olayın düşünsel boyutuna baktığımızda bilim konusuna yaklaşımda
önemli bir fark görüyoruz. Aristoteles “Belirli
bir ağırlık belirli bir yükseklikten belirli bir sürede düşer. Daha büyük bir
ağırlık aynı yükseklikten daha kısa bir sürede düşer. Süreler ağırlıklarla ters
orantılıdır” demişti. Her halde binlerce yıl boyunca birileri bunun tümüyle
yanlış olduğunu gözlemişti. Ama Aristoteles’e karşı çıkmak o kadar zordu ki,
Galileo bunu yüksek sesle söyleyinceye dek herkes sessiz kaldı. Galileo Jüpiter’in
uydularını gözlediğinde Floransalı Francesco Sizi şöyle yazıyordu: “Jüpiter’in bu uyduları gözle görülemezler.
Dünya üzerinde herhangi bir etkide bulunamazlar. Bu nedenle yararsızdırlar. Bu
nedenle var olamazlar. Ayrıca modern Avrupalılardan başka, Yahudiler ve başka
eski milletler de haftanın 7 güne bölünmesini kabul ettiler ve onlara gezegenlerin
adını verdiler. Şimdi biz gezegen sayısını arttırırsak bu güzel sistem
bütünüyle yerle bir olur”. (Bu alıntıdaki birçok yanlışa değinmeyeceğim.
Ama olan bir şeyin “var olmaması” ve “düzenin bozulmaması” kavramları
tartışmamız açısından not edilmeli).
Aristoteles’ten beri inanılan göksel varlıklar dünyasının
çökmesi yeni somut sorunları gündeme getirdi. Bunların çoğu hareket ve
kütleçekim konuları ile ilgiliydi. Örneğin gezegenler neden sürekli dönüyor?
Havaya atılan taş neden yere düşüyor? Hatta -daha önce “Aristocu Dünya Görüşü
Bölümünde” değindiğim gibi- neden taş dünyanın hareket yönüne göre geriye
düşmüyor?
Galileo’nun öldüğü yıl büyük fizikçi, astronom, matematikçi
Isaac Newton (1642 – 1726) doğdu ve bu soruları cevapladı.
Newton’un en ünlü eseri hiç kuşkusuz 1687’de basılan 600
sayfalık “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri - Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica”dir. Günümüzde bu kitap
daha çok kısaca Principia olarak
anılıyor.
Newton kuramını oluştururken çağının matematiğini de geliştirmiş,
hatta geliştirmek zorunda kalmıştı. Günümüzde kalkülüs dediğimiz matematik
dalını Newton’a ve aynı dönemde ondan tümüyle bağımsız biçimde geliştirmiş olan
Gottfried Wilhelm (von) Leibnitz’e (1646 – 1716) borçluyuz. Fizik alanına
dönersek Newton Principia’da önce
hareket yasalarını sıralar. Ardından oldukça uzun ve ayrıntılı biçimde
kütleçekim konusunu ele alır.
Newton’un üç basit hareket yasası vardır:
1 ) Eylemsizlik (inertia)
bir cisim üzerine bir kuvvet uygulanmadıkça hareket ediyorsa hareket etmeğe, duruyorsa
durmaya devam eder. (Bu yasa aslında daha önce Galileo tarafından dolaylı bir
biçimde ifade edilmiş, Descartes tarafından da açıkça tanımlanmıştı).
2) Hareket etmeyen bir cismi hareket ettirmek için cismin
kütlesi ve hareketin ivmesinin çarpımı kadar kuvvet uygulanır (F=m*a).
3) Etki kuvveti tepkiye eşittir.
Hepimizin okul sıralarında öğrenip benimsediğimiz bu yasalar
bize çok olağan geliyor. Ama 1600’ler için yeni kavramlardı. Bu zorluğu görmek
için örneğin kendimize soralım: “Günlük
yaşamımızda hangi hareketin sonsuza dek devam ettiğini görürüz?”. Kuşkusuz
sürtünme kuvvetlerini, havanın bile harekete bir direnç oluşturduğunu biliyoruz. Diğer yandan hassas deneyler yapmadıkça bunları
günlük yaşamımızda görmediğimizi de
itiraf etmeliyiz.
Newton, Principia’da
hareket yasalarını çok kısaca tanımladıktan sonra yüzlerce sayfa kütleçekimi
tartışıyor. Çünkü temel sorun gezegenlerin güneşten uzaklaşmalarına engel olan
kuvvet ne? Eğer gök cisimleri de yeryüzündeki yasalara göre davranıyorsa
Eylemsizlik yasası ile gezegenlerin hareketinin sürekli olması açıklanabilir.
Ama merkezkaç kuvvetini dengeleyen ve gezegeni Güneşe doğru çeken kuvvet
tanımlanmalı. İşte burada Newton’un
kalkülüsü geliştirip kullandığını görüyoruz. Bu konu bu blog çerçevesinde ele
alınamayacak boyutta. Zaten yine eğitimimiz sırasında cisimlerin birbirini kütleçekim
kuvvetiyle çektiklerini, gezegenlerin bu çekimle çok büyük kütlesi olan güneşin
çevresinde döndüğünü, Ayın Dünya çevresinde döndüğünü öğrendik. Oysa uzaktan etkileme kavramı da biraz
ilginç. Masamızın üzerindeki bir cismi düşünce gücümüz veya isteğimizle
kıpırdatamayız. Cismi hareket ettirmek istiyorsak elimizle iteriz. Uzaktan
etkileme konusu o denli yeni bir kavramdı ki bazı çağdaşları Newton’u esrarlı (occult) kuvvetlerin varlığını savunmakla
bile suçladılar! Fizikte bu tür uzaktan etkileme için “alan” kavramının
geliştirildiğini ve kütleçekim alanı, elektromanyetik alan gibi terimlerin
kullanıldığını biliyoruz. Ama yine de –özellikle ileriki bölümlerde ele
alacağım Einstein’ın Genel Görecelik Kuramından önce- bu yeni tanımlamaların neden değil nasıla cevap verdiğini vurgulayayım.
YENİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ
Aristocu Dünya Görüşüne ilişkin kuşkular ve karşı seçenekler
üstü kapalı bir biçimde 16. Yüzyılda ifade edilmeye başladıysa da 17. Yüzyılda
Galileo tarafından açıkça söylendi ve Newton tarafından yeni yasalar oluşturuldu.
Günümüzde bunların önemini anlamakta zorlanıyoruz. Ama bunların insanın tüm
düşünce ve inanışlarında nasıl bir etkisi olduğunu birkaç noktaya bakarak
görebiliriz.
Soru Farklı
Öncelikle Aristoteles varlıkların davranışlarının bir nedeni
olduğunu öne sürüp, gözlemlediğimiz davranışlarındaki nasılı bu nedene
bağlıyordu. “Bir cismin doğal konumunun …
olması nedeniyle … davranışını gözlüyoruz” yapısında düşünüyordu.
Galileo’nun gözlemleri ve Newton’un yasaları ise neden konusuna hiç değinmeden yalnıza nasıl sorusuna cevap veriyordu.
Varlıkların Nitelikleri
Aristoteles’in dünyasında varlıkların doğal konumları, bu
doğal konuma ulaşmak “istekleri” adeta “görevleri” var. Newton’un hareket
yasaları ise, varlıkların davranışların dışarıdan uygulanan kuvvetlere
bağlıyor. Bu nedenle mekanik bir
dünya çiziyor.
Yeryüzü ile Göksel Ayrımı
Aristoteles’in dünyasında yeryüzündeki varlıklar ile göksel
varlıklar farklı elemanlardan oluşuyor, farklı “istekleri – görevleri” var. Bu
nedenle yeryüzündeki yasalar ile gökyüzündeki yasalar birbirinden farklı.
Galileo – Newton çizgisinde ise bu ayrım yok.
Tanrı Kavramı Üzerinde Farklılık
Aristocu Dünya Görüşünde Tanrılar –veya Tanrı- benzeri bir
kavram, yeryüzündeki elemanlara doğal konumlarını belirlemek ve bu doğal
konumlara gitmeleri için bir cins istek vermenin yanında gök cisimlerini
evrenin merkezi çevresinde sürekli döndürüyor. Yani Tanrıların –veya Tanrı’nın-
evrenin gündelik çalışmasında işlevi var (Deist
görüş). Newtoncu Dünya Görüşünde ise evrenin gündelik çalışması kapsamında bir
Tanrı kavramına gerek yok! Varlıklar makine gibi olduklarından Tanrı’nın bir
kez düzeni kurup, varlıkları ve yasaları oluşturması yeterli (Teist görüş).
Bireyin Konumu Üzerinde Farklılık
Aristocu Dünya Görüşünde varlıkların “doğal konumları” ve bu
nedenle “görevleri” olduğunu biliyoruz. Bireylerin de bunlara benzer olarak
–Kralların, rahiplerin, askerlerin, kölelerin, köylülerin, kentlilerin-
konumlarının ve görevlerinin olması doğaldı. Ortaçağda Kralların kutsal hakları
(divine rights) olduğu savunulurdu. Örneğin
İngiltere, İskoçya ve İrlanda Kralı I. Charles kendinin kutsal bir hakkı
olduğunu savunan son Kraldı. Oysa Newtoncu görüşte nasıl varlıkların değişmez
doğal konumları ve bundan doğan görevleri yoksa, bireylerin de toplum içindeki
doğal konumları ve görevleri ortadan kalkabilir. 1600’lerin ikinci yarısında
Avrupa’da tüm toplum düzenini alt-üst eden ayaklanmalar olduğunu biliyoruz. İç
savaş sonunda yukarıda anılan I. Charles idam edildi (1649). Avrupa’da
ayaklanmalar dönemini ABD’nin bağımsızlığı (1766) ve Büyük Fransız Devrimi
(1789) izledi. Değişen toplum anlayışında buraya kadar ele aldığım bilim
alanındaki gelişmelerin ne kadar rolü olduğunu bilmiyorum. Ama –en azından- bu
gelişmelerin aynı doğrultuda olduğunu ve birbirlerini desteklediğini
söyleyebilirim.
Galileo - Newton çizgisinin fizik ve gök bilim konusu ile
sınırlı kalmadığını, 20. Yüzyıl başına kadar bilim tarihinin Newtoncu bir
şemsiye altında geliştiğini görüyoruz. Örneğin Kimya önceleri Newton’un
niceliksel yaklaşımından uzak niteliksel bir bilim konusuydu. Simyacıların
çeşitli elemanlar karıştırarak ve “kimyasal süreçler” uygulayarak altın yapma
çabaları binlerce yıllık bir gelenekti. Antoine Lavosier (1743 - 1794) ile terazi
kimya laboratuvarlarının temel ölçü aleti oldu. John Dalton (1766 – 1844)
gazların davranışını parçacık hareketleriyle açıkladı.
Biyoloji alanında vitalistler
yaşayan organizmaların cansız varlıklardan tümüyle farklı olduklarını, bu
nedenle de farklı yasalara tabi olduklarını öne sürüyorlardı. Ama Luigi Galvani
(1737 – 1798) ve Alessandro Volta (1745 – 1827) kurbağa bacaklarıyla yaptıkları
deneylerle sinir iletiminin elektriksel bir olay olduğunu gösterdiler. Hatta
Friedrich Wohler (1800 – 1882) organik olmayan bileşiklerden üre yaptı. (Kuşkusuz
bu konuda son nokta, çok daha sonraları DNA sarmalı, amino asitler, genler
üzerindeki çalışmalarla kondu. Ama bu gelişme bu bölümün konusunun dışında
kalıyor).
Kısacası 17. Yüzyıldan başlayarak, 19. Yüzyıl sonuna - 20.
Yüzyılın ilk yıllarına kadar insanoğlu Newtoncu Dünya Görüşü içinde, bilim
konusunda çok olumlu ve ümitli bir hava içindeydi. Doğanın bütün sırlarını birer
birer çözüyorduk. 19. Yüzyıl sonunda - 20. Yüzyılın ilk yıllarında ise bazı
anlaşılamayan şeyler gözlenmeye başlandı. Bu bilmeceler de bundan sonraki
yazımın konusu olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder