Dünya
görüşümüz bir yap-boz bilmece gibi farklı, ama birbirine geçen fikirlerden
oluşuyor [Richard DeWitt, “Worldviews”, Wiley-Blackwell Publishing Ltd., 2010].
Yap-boz bilmecedeki gibi fikirler birbiri ile ilişkili ve ancak birbirine uyan
parçalar yerleştirilince bir resim oluşuyor. Fikirlerin birbirinin içine
geçmesi bilmecenin yalnızca bir veya birkaç parçasını değiştirmemizi zorlaştırıyor.
Ayrıca farkında olalım veya olmayalım bilim konusundaki yaklaşımımız dünya
görüşü yap-boz bilmecemizin en merkezi parçalarını oluşturuyor.
Bilim
insanı değilsek, bilimsel konular özel ilgi alanımız değilse gözlemleri,
deneyleri de kendimiz yapmayız veya yapamayız. Bilimsel konulardaki
görüşlerimizi eğitim yıllarımızda ediniriz ve birçoklarını sorgulamayız.
Sağduyumuz, yetkin kaynaklardan edindiğimiz bilgiler bize yol gösterir. Bu da
dünya görüşümüzün kolayca ve kısa sürede değişememesinin önemli bir nedenini
oluşturur.
Madem
farkında olmasak bile bilim konusuna yaklaşımımız dünya görüşümüzün oluşmasında
önemlidir, bilim anlayışındaki temel dönemeçler incelenmeğe değer. Fizik-gökbilim
tarihinin ana dönemeçlerini gözlemek için en azından “Aristocu Dönem”, “Newtoncu
Dönem” ve “Görecelik/Kuantum Dönemi” olarak üç dönem tanımlayabiliriz.
Görecelik/Kuantum Dönemine ilişkin konuların daha güncel tartışmalar içermesi
nedeniyle Newton fiziği ile açıklanamayan bilmeceleri, bu bilmecelerin çözümüne
ilişkin görecelik ve kuantum kuramlarını ayrı bölümler halinde ele almak
istiyorum. Yaşambilimlerinde de Evrim Kuramı dünya görüşümüzü etkileyen çok
önemli bir köşe taşı. Ona da değinmeliyim.
O zaman bu konuyu 6 bölümde ele alabilirim:
- · Aristocu Dünya Görüşü (M.Ö. 300 – 1600)
- · Newtoncu Dünya Görüşü (17, 18 ve 19. Yüzyıl)
- · Yeni Bilmeceler (19. Yüzyıl sonu - 20. Yüzyıl başı)
- · Bilmecelerin Çözümüne Doğru: Görecelik
- · Bilmecelerin Çözümüne Doğru: Kuantum
- · Evrim Kuramı
ARİSTOCU DÜNYA GÖRÜŞÜ (M.Ö. 300 – M.S. 1600)
1300
yıllık bir zaman dilimini kapsayan bu dönemde egemen olan dünya görüşünün tek
kaynağının Antik Yunan'ın büyük düşünürü Aristoteles’in (MÖ. 384-372)
yazdıkları olduğu söylenemez. Diğer yandan binlerce yıl egemenliğini sürdüren
bu çizginin Aristoteles tarafından şekillendirildiği de kuşkusuzdur. (Bu bloğun
2013 Eylül ayındaki “Aristo’ya Hayranım, Aristo’ya Düşmanım” başlıklı yazıya
bakılabilir).
Kendi
içinde çok tutarlı bir yapı oluşturan ve günlük yaşamımızdaki basit
gözlemlerimize dayanan temel fikirler aşağıdaki gibi özetlenebilir:
- Dünya evrenin merkezidir. Küreseldir, sabittir, kendi çevresinde veya herhangi bir gök cisminin çevresinde dönmez.
- Ay, güneş, gezegenler ve yıldızlar dünyanın çevresinde dönerler; dönüşlerini yaklaşık 24 saatte tamamlar.
- Yeryüzü dâhil, aya kadar olan (sublunar) bölgede dört temel element vardır: Toprak, su, hava ve ateş.
- Ay ve ötesindeki (superlunar) bölge beşinci elemandan, eterden oluşur.
- Her temel elemanın doğal bir eğilimi vardır ve bu amaç doğrultusunda davranırlar.
- Toprak elemanının doğal eğilimi evrenin merkezine doğru hareket etmektir; bu nedenle bırakılan taş yere düşer.
- Su elemanının da doğal eğilimi evrenin merkezine doğru hareket etmektir. Ama bu eğilim toprağınkinden daha zayıftır. Bu nedenle toprak ile su karıştırılıp bekletilirse, toprak dibe çöker, su üste çıkar.
- Hava elemanının doğal eğilimi toprak ve su elemanlarının üzerine çıkmak; ama ateş elemanının altında kalmaktır. Bu nedenle suyun içine hava üflediğimizde kabarcıklar halinde su üstüne çıkar.
- Ateş elemanının doğal eğilimi evrenin merkezinden uzaklaşmaktır. Bu nedenle alevler hava içinde yükselir.
- Gök cisimlerini oluşturan eterin doğal eğilimi evrenin merkezi çevresinde daireler çizmektir.
- Aya kadar olan bölgede hareket eden cisimler evrendeki doğal konumlarına ulaştıklarında veya çoğunlukla başka bir şey (örneğin toprak yüzeyi) onların doğal konumlarına gitmelerine engel olduğunda dururlar.
- Hareket etmeyen bir cisim, dışarıdan gelen bir kuvvet tarafından hareket ettirilmedikçe veya kendi doğal konumuna gitmesi için olan engel kalkmadıkça hareketsiz kalır.
Genel
ilkelerini yukarıda sıraladığım bu dünya görüşü Ortaçağ boyunca Hıristiyan ve
Müslüman düşünürlerce kolaylıkla benimsendi. İnsanı diğer bütün yaratıkların
üstünde bir üstün varlık (eşref-i mahlûkat) olarak yaratan Tanrının, dünyayı
evrenin merkezine sabit bir şekilde yerleştirmesi, onu ısıtan ve aydınlatan
güneşi ve gecelerimizi şenlendiren yıldızları dünya çevresinde döndürmesi son
derece akla yakındı. Örneğin İslam kaynaklarında Aristoteles Birinci Üstad (Hace-i Evvel Magister Primus); Farabi (872-950) ise İkinci Öğretmen (Muallim-i
Sânî) veya İkinci Üstad (Hace-i Sâni Magister Secundus)
olarak anıldı.
TÜMEVARIM-TÜMDENGELİM
Aristocu
görüşün temelini mantık (logic) sistemi
oluşturur ve yöntem olarak da tümevarım (induction)
ile tümdengelim (deduction) yöntemlerini
kullanan bir dizi usamlama (istidlâl, kıyâs,
reasoning, syllogism) kullanılır.
Yaptığımız gözlemler bizi “bütün hakkında doğruya” götürür (tümevarım); bütün hakkındaki
bu doğruyu da kullanarak gözlem yapmadığımız veya yapamadığımız konularda bile doğru
bilgiye ulaşabiliriz (tümdengelim).
Aristoteles
büyük bir gözlemciydi. Antik Yunan felsefesinde ana eğilim –her halde Platon’da
zirveye çıkan- düşünsel bir yaklaşım olmasına karşın Aristo, evrenin ve
yeryüzündeki yaşamın tüm boyutlarını, bitkileri hayvanları yakından
inceledi. Bugün bile kullandığımız bitki
ve hayvan sınıflamasının temel kavramlarını ona borçluyuz.
Tümevarım
tipi usamlamalar bu gözlem ve deneylere dayanıyor. Bu nedenle yaptığımız gözlem
ve deneylerin sınırları içinde sonuca “büyük bir olasılıkla” varabiliriz.
Yakınlarda Mars’ta su izlerine rastlamanın verdiği heyecan içinde tümevarım
tipi usamlama konusunda aşağıdaki örneği verebiliriz:
- Gözlediğimiz bütün biyolojik yaşam biçimlerinin var olmaları sıvı haldeki suya dayanır.
- Bütün biyolojik yaşamın varlığı büyük bir olasılıkla suya dayanır.
Tümevarım
tipi usamlamalarda her zaman bir yanılma olasılığının varlığını unutmamalıyız.
Öreğin o güne dek gördüğümüz kuğuların hepsi beyaz olabilir. Ama:
- Gözlediğimiz bütün kuğular beyazdır.
- Bu nedenle bütün kuğular beyazdır.
türü
bir usamlama yanlıştır. Çünkü biz görmemiş olabiliriz ama siyah kuğular da
vardır.
Aristoteles
ise kesin bilgiye ulaşmak istiyordu. Bilimden beklenen bilinenlerden yola
çıkılsa da bilinmeyenler hakkında doğru bilgi üretilmeliydi. Bilim olasılıksal
doğrular, “büyük bir olasılıkla doğru” olan sonuçlar değil kesin doğrular
üretmeliydi. Bu nedenle Aristoteles ve ardılları daha çok tümdengelim tipi
usamlamalar üzerinde yoğunlaştılar:
- Bütün insanlar ölümlüdür (bütüne ilişkin doğru).
- Sokrates insandır.
- O zaman Sokrates de ölümlüdür (tümdengelim ile ulaşılan doğru).
Bütün
hakkında “doğruya” sahip olduğumuzda tümdengelim tipi usamlama ile ulaştığımız
sonuç kesinlikle doğrudur.
Olaya
daha kuramsal açıdan bakarsak belirli temel ilkelere (axiom) dayanarak yeni teoremler oluşturmak -axiometic yaklaşım- Antik Yunan kültürünün önemli bir kavramıydı.
Örneğin Euclid'de bu yaklaşımın geometri alanına uygulamıştı (Bu konuda blogumun
2013 Nisan sayfalarında Geometri başlığına bakılabilir). Aristoteles’in doğada
yaptığı gözlemlerle axiometic
yaklaşıma yeni bir boyut getirdiğini söyleyebiliriz.
Yukarıda
Aristoteles tarafından geliştirilen dünya görüşünü özetlemiş ve gök bilime
ilişkin ilkelerin Ortaçağ boyunca gerek Hıristiyan gerek Müslüman dinsel
düşünce yapısında temel alındığını belirtmiştim. Aynı şeyi tümdengelim tipi usamlama
için de söyleyebiliriz. Çünkü Kutsal Kitaplar, dinsel uygulamalar bütün
hakkındaki bilgiyi “doğruluklarından” kuşkulanılamayacak (veya buna cesaret
edilemeyecek) biçimde sağlıyor, tümdengelim tipi usamlama da buna dayanarak
özel durumlar hakkında sonuçlar sağlıyordu.
TELEOLOJİK AÇIKLAMA
Aristocu
dünya görüşünün temel bir unsuru teleolojik (amaççı) açıklamalardır. Bu
yaklaşımda yapılan gözlem sonucunda elde edilen bilgide “nasıl” değil “neden” sorusu
üzerine yoğunlaşılır. Bu yaklaşımı açıklamak için elma ağacı-elma meyvesi-elma
çekirdeği örneğini ele alalım. Elma ağacının tohumlarını kendi dibine düşmesi
uygun değildir. Çünkü tohumlar ağacın dibine düşseydi ağacın gölgesinde kalıp
büyüyemeyecek, eğer yeşerip büyüyebilirse de ağacın kendisi ile yarışacaktı.
Elma ağacı da tohumlarını yuvarlak şekilli ve tatlı bir meyve içine gömer.
Meyveyi hayvanlar severek yer. Hayvanın dışkısıyla -gübre- ile birlikte ana
ağaçtan uzak bir yerde yeni bir elma ağacının büyümesi sağlanır. Bu olmasa bile
yuvarlak elma, yuvarlanarak ağaçtan uzaklaşır. Dikkat edilirse burada sürecin
nasıl geliştiğinden çok bir amaç vurgulanır.
Yukarıda
Aristocu dünya görüşünde temel elemanların “amaçlarını” sıralamıştım. Bu amaçlar yeryüzünde gözlemlediğimiz bir
dizi fiziksel olayı açıklıyordu. Havada bırakılan bir taşın “neden” yere
düştüğünü, akarsuların “neden” yeryüzünde denizlere doğru aktığını, alevin
“neden” gökyüzüne yükseldiğini… artık “biliyoruz”. Bu amaççı yaklaşımın yine Ortaçağda
egemen olan Tanrı kavramındaki “akıllı tasarım” ilkesine çok uygun bulunduğunu
ve Aristocu geleneğin yüzyıllarca egemen olmasının nedenlerinden birini
oluşturduğunu belirteyim.
ARİSTOCU GÖKBİLİM
Biraz
sonra değineceğim gibi Aristocu görüşe ilk darbe gökbilim alanında geldi. Teleskopların
biraz geliştiği 1700’lere kadar güneş sistemimizin çıplak gözle görülen
yalnızca 5 gezegeni biliniyordu (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn).
Aristoteles de bunları gözlemiş ve gökbilim ilkelerini buna dayandırarak
oluşturmuştu.
Çıplak
gözle gökyüzüne bakıldığında gezegenleri yıldızlardan ayıt etmek zordu. Sürekli
gözlem yapıldığında ise yıldızların konumlarının birbirlerine göre sabit
olduğu; gezegenlerin ise bu sabit arka planda yer değiştirdiği, zaman zaman
parlaklıklarının da değiştiği gözlenebiliyordu (Antik Yunanca Aster Planetes – gezgin yıldız).
Yukarıda
değinildiği gibi Aristoteles ay ötesi uzaydaki göksel cisimlerin eter
elemanından oluştuğunu ve “doğal eğilimlerinin” evrenin merkezi çevresinde
daireler çizmek olduğunu savunmuştu. İşte sorunun kaynağı da burada ortaya
çıkıyordu. Çünkü gezegenlerin zaman zaman sabit yıldızlara göre durduğu, hatta geri
gittiği gözleniyordu (astronomların retrograde
motion dediği hareket). Örneğin Jüpiter bir yıl boyunca sabit yıldızlara
göre Doğu yönünde ilerliyor; sonra birkaç gün duruyor; birkaç hafta Batı
yönünde ilerliyor; yine birkaç gün duruyor; ardından bir yıl kadar yine Doğu
yönünde ilerlemeğe başlıyordu. Üstelik her gezegen bu garip hareketi farklı dönemlerde
yapıyordu –örneğin Satürn yılda bir, Venüs on sekiz ayda bir, Merkür dört ayda
bir, Mars iki ayda bir.
Ptolemaeus
(Batlamyus) bunu gezegenlerin dünya çevresinde bir çember çizerken bir de dış
çember (epicycle) üzerinde hareket
ettiklerini varsayarak açıklamaya çalıştı.
Bu da yetersiz kalınca büyük dış
çembere ek olarak daha küçük bir dış çember eklendi. Gezegenlerin dünyaya göre sabit bir hızla
ilerlemedikleri gözlenince punctum
aequans-equant point adı verilen
başka bir noktaya göre sabit bir hızla ilerledikleri varsayıldı. Teleskop
öncesi dönemin en hassas gözlemlerini yapan Tycho Brahe (1546-1601) hiç olmazsa
birkaç gezegenin güneş çevresinde dönebilmesini önerdi.
Bütün
bu çabaların “sabit bir dünya” ilkesine uymak için yapılması bunu temel alan
Aristocu dünya görüşünün 2000 yıla yakın bir dönem korunmaya çalışılması
günümüzde bize garip gelebilir. Ama hep vurguladığımız gibi Aristocu dünya
görüşünün Ortaçağın egemen dinsel dogmalarına uygun olmasının yanında çağın
gözlem-bilgi düzeyi açısından da değerlendirilmelidir. Öncelikle en genel
biçimde Aristotales tarafından öne sürülen ve en bilimsel biçimde Ptolemaeus tarafından ayrıntılandırılan gök bilimin -günümüz
bilgisine göre yanlış olmakla birlikte- hiç de “ilkel ve çocukça” olmadığını
belirtmeliyim. (Yukarıda andığım bloğumun “Aristo’ya Hayranım, Aristo’ya
Düşmanım” başlıklı bölümünde temel yanlışın Aristotales’i izleyenlerin onu
dondurmaları olduğunu vurgulamıştım).
Ptolemaeus’un MS. 150
dolaylarında yazılan ünlü kitabı Almageist’in giriş bölümünde yeryüzünün sabit
olduğuna ilişkin sıralanan 3
argümanı özetlemek istiyorum:
1)
Yerküre değil de güneş sabit olsaydı gece-gündüzün oluşması için dünyanın kendi
çevresi etrafında dönmesi veya çok büyük bir hızla güneş çevresinde dönüyor olması
gerekirdi. Bu durumlarda da bu hareket sonunda oluşması gereken büyük rüzgârı
gözlemeliydik.
Örnek
olarak dünyanın kendi çevresi etrafında dönmesini ele alalım. Yeryüzünün küre
biçiminde olduğu Antik Yunan'da biliniyordu, hatta Eratosthenes (M.Ö. 276-194) yeryüzünün
çevresi oldukça gerçeğe yakın bir biçimde, yaklaşık 40 000 km olarak, hesaplamıştı.
24 saatte bir tur atması için saatte 1700 km'ye yakın (40 000 km / 24 saat ≈ 1 700) bir hız gözlenmesi gerekiyordu. Almageist'te
Yeryüzünün güneşten uzaklığı konusunda bir öngörü yoksa da bu uzaklığın çok
büyük olmasının beklendiği belirtiliyor. Yerkürenin kendi çevresindeki dönüşüne
ek olarak güneş çevresinde de döndüğü varsayılırsa bu hızın çok üzerinde bir
hız elde edilecek ve oluşacak rüzgâr dayanılmaz boyutlarda olacaktı. (O dönemde
bilinmeyen uzayın büyük bir boşluk olduğu ve yerkürenin çevresindeki atmosferin
yeryüzü ile birlikte döndüğü; dünyanın dönüşünün yalnızca meteorolojide “hâkim
rüzgârlar” olarak bilinen rüzgârları oluşturduğuydu).
2) Yeryüzünün
hareket ettiğini ve bir taşı elimizden bıraktığımızı veya yukarıya doğru
attığımızı düşünelim. “Sağduyu” taşın hareket yönümüze göre biraz geriye düşmesi
gerektiğini söyler. Oysa böyle bir hareket gözlemiyoruz.
(Buradaki
yanlış yüzyıllar sonra hareket denklemleri bulununca anlaşıldı. Bu örnekte taşı
bırakan kişi ve bıraktığı taş aynı eylemsiz referans çerçevesi -inertial reference frame- içinde olduğu
için taş düşey hareketinin yanında yatay bir ilk hızla yola çıkmaktadır).
3)
Yeryüzü hareket etseydi yılın farklı günlerinde iki yıldızın farklı açılarla
gözlenmesi (α ile β’nın faklı olması) beklenirdi. Böyle bir gözlem olmadığına göre yerküre
sabit, yıldızlar gök küre üzerinde dünya çevresinde dönüyor.
(Teknik olarak paralaks
dediğimiz olayın gözlenmesinin gerektiği konusunda Ptolemaeus haklı. Ama
yıldızlar çok uzakta ve yaşadığı çağın açı ölçüm aletleri gerektiği kadar
duyarlı değil. Yıldızların paralaksını ölçecek alet 1700 yıl sonra yapılacak
(Friedrich Bessel, 1838).
Görüldüğü
gibi Aristocu dünya görüşü hiç de ilkel ve çocuksu değil. Antik uygarlıkların
bilim-teknoloji-düşünce insanları ellerinden geleni yapmışlar. Ama ne yazık ki Ortaçağ
boyunca bu dünya görüşü bir dogmaya dönüştürülmüş.
Aristocu
dünya görüşünün zayıf noktası öncelikle gökbilim alanında belirdi ve
1600’lerden başlayarak “nedeni” değil “nasılı” araştıran bakış açısıyla bu
dünya görüşü tümüyle değişti.
Serüvenin
bundan sonrasını “Newtoncu Dünya Görüşü” başlığı altında bulacaksınız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder