Galileo - Newton çizgisi
ile başlayan dönemde bilim, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde egemenliğini
oluşturdu. 1800’lerin sonuna dek bütün gelişmeler Newton’un öncülük ettiği
fizik kavramlarıyla açıklanabiliyordu. Birçok bilim insanı oldukça iyimserdi.
Örneğin Lord Kelvin 1900'de verdiği bir konferansta "Fizik alanında bundan sonra bulunacak yeni bir şey yok. Kalan daha
hassas ölçümler… Bilimin parlak gökyüzünde yalnızca birkaç küçük bulut var"
diyordu. Yüzyılın sonuna doğru bazı deneylerin sonuçlarını değerlendirmekte
zorluklar görüldü. Lord Kelvin'in belirttiği bulutların tam olarak ne olduğunu
bilmiyorum. Ama en azından Michelson - Morley deneyinin ilginç sonuçları ve
kara kutu ısıl ışınım deneylerinin 20. Yüzyıl başında açıklanamadığını
biliyoruz. Şimdi bu iki konuya kısaca bakalım.
MICHELSON - MORLEY DENEYİ
19. Yüzyıl sonlarında her
türlü dalganın yayılması için bir ortam gerektiği düşünülüyordu. Ses dalgaları
nasıl bir hava içinde; deniz dalgaları nasıl su içinde yayılıyorsa
elektromanyetik dalgaların -ve bir elektromanyetik dalga olan ışığın- yayıldığı
ortama da "eter" adı veriliyordu ("aether", Deschanel, 1885). Bu eterin Aristoteles dünyasındaki
"eter" arasında bir benzerlik yok. Aristoteles'de eter, gökyüzü
dünyasını yeryüzünden farklılaştıran gizemli bir "eleman". 19. Yüzyıl
sonundaki eter ise elektromanyetik dalganın yayıldığı bir ortam.
Eter içindeki ışık hızı “c”
olarak tanımlanıyordu. Işığın eter içindeki davranışını incelemek, dünyanın
dönüş hızından nasıl etkilendiğini görmek için Albert A. Michelson ve Edward W.
Morley 1887’de Cleveland, Ohio’da bir deney tasarladı ve hiç beklenmedik bir
sonuç gözlendi.
Bu deneyi tartışmadan
önce basit bir örneği ele alıp kavramı açıklamaya çalışalım. (Örneği Richard
DeWitt, “Worldviews” Wiley-Blackwell
Publishing Ltd., 2010'den biraz değiştirerek alıyorum). Denizdeki K0, K1 ve K2
kayıklarının aynı yönde ve aynı hızda (V1) ilerlediğini varsayalım.
K0-K1 arasındaki uzaklık K0-K2 arasındaki uzaklığa eşit (L) olsun. K0
kayığından çıkan Y1 yüzücüsünün K1 kayığına ulaşıp K0 kayığına geri
döndüğünü, Y2 yüzücüsünün ise K2 kayığına ulaşıp K0 kayığına geri
döndüğünü düşünelim. Ayrıca Y1 ve Y2 yüzücülerinin denize
göre hızlarının da aynı olduğunu (V2) varsayalım.
Denizde yüzen Y1
ve Y2’nin yüzdükleri toplam uzaklıklar farklıdır. Y2'nin
yüzdüğü toplam uzaklık 2L’dir. Y1, ise (dik
üçgendeki hipotenüs dik kenardan uzun olduğuna göre) toplam olarak 2L’den daha
uzun bir yol kat edecektir. Bu farklılığı göz önüne alırsak Y1'in K0
kayığına Y2'den daha geç gelmesi beklenecektir:
Yüzücülerin aynı anda
dönmediklerini gözleyen K0 kayığındaki gözlemci, yüzdükleri mesafelerin aynı
olduğunu (L) gözleyeceği için -gerçekte yüzücülerin denize göre hızları aynı (V2)
olsa da- Y1’in daha yavaş, Y2’nin daha hızlı yüzdüğünü
düşünecektir.
Şimdi bu örneğe çok
benzer biçimde kurgulanan Michelson - Morley deneyine bakalım:
KARA KUTU IŞINIMI (Black Body Radiation)
Önce “ısıl ışınımı” kavramını
ele alalım. Odamızda masamızın üzerine demir bir çubuk koyalım ve ısı aktarımı
açısından çevresi ile bir denge oluşturup kararlı bir duruma gelinceye kadar
bekleyelim. Görünür ışık bandında olmasa da bu çubuğun bir ısıl ışınımı (thermal
radiation) vardır. (Gözümüzle değil ama ısıl kamera ile bakınca görebiliriz).
Şimdi demir çubuğu ısıtmaya başlayalım. Önce kırmızı, sonra sarı, sonra beyaz
ve daha sonra mavi olacaktır. Aşağıda 2000 K, 3000 K, 3000 K ve 4000 K
sıcaklıklar için deneysel sonuçlar görülüyor. Burada çubuğun sıcaklığı arttıkça
ışıyan enerjinin arttığını ve ışımanın dalga boyunun azaldığını (yukarıda
değindiğim gibi ısıl ışınımın görünmez – kırmızı – sarı - mavi… olduğunu)
görüyoruz:
Bu deneylerde kullanılan
cisimlerin farklı özelliklerinin etkisini ortadan kaldırmak amacıyla siyah kutu
(black body) kavramı geliştirildi. Bu
kavramı basitçe tanımlamak için bütün renkleri kapsayan beyaz ışıkla bir cismi
aydınlattığımızı ve örneği cismin yeşil olarak göründüğünü düşünelim. Bunun
anlamı cismin diğer bütün renkleri soğurduğu (absorption) ve yalnızca yeşil rengi yansıttığıdır (yansıtma-reflexion). Demek bir cisim bütün
renkleri soğurursa, başka bir anlatımla hiçbir rengi yansıtmazsa, tümüyle siyah
görünecektir. Bütün renkleri soğuran bir kara kutuya enerji verildiğinde (örneğin
ısıtıldığında) herhangi bir dalgaboyunda ışıma yapmayı “tercih” etmeyecektir. Bu nedenle ısıl ölçmeler konusunda yürütülen
kuramsal ve deneysel çalışmalar kara kutular üzerine yoğunlaştı. (Yukarıda bir
demir çubuğu ısıttık. Bir kara kutuyu ısıttığımızı düşünsek deneyimizin sonucu
ısıttığımız cismin demir olmasından, biçiminin çubuk olmasından bağımsız
olacaktı).
19. Yüzyıl sonlarında
birçok fizikçi ısıl ışınım konusunda çalışıyordu. Özellikle Lord Raleigh’nin
çalışmaları sonucunda 1900’de günümüzde Rayleigh–Jeans yasası olarak bilinen
yasayı tanımlandı. Bu kuramsal yasa kara kutudan ışınan enerjinin sıcaklıkla
doğru orantılı ve dalga boyunun dördüncü kuvvetiyle ters orantılı olması
gerektiğini söylüyordu. Bu durumda belirli
bir sıcaklıkta dalga boyu azaldıkça (morötesine doğru gittikçe) ışıma artacaktı.
Oysa deneyler dalga boyu
azaldıkça artan ışımanın, morötesinde yeniden azaldığını gösteriyordu. Mor
ötesi felaketi (ultraviolet catastrophe)
adı verilen bu olay fizikçilerin açıklayamadıkları bir olay olarak kaldı:
1900’de Max Planck yaptığı
deneylerde enerjinin belirli basamaklar halinde değiştiğini (nicelendiği – quantize) gözledi ve bu temele dayanan
deneye dayalı (empiric) bir denklem
önerdi. Ama bu gözlem kuramsal olarak açıklanamayan bir nokta olarak kaldı.
19. Yüzyıla kadar
yürütülen kuramsal çalışmaların ve fizik konusundaki bilgimizin açıklayamadığı
birkaç gözlem daha vardı. 1801’de güneş ışığı incelenmiş ve güneşten gelen
beyaz ışıkta bazı frekanslarda karanlık bölgeler olduğu gözlenmişti. 1820’lerde
elementlerin ısıtılınca kendilerine özgü renklerde bir tayf ürettikleri gözlenmişti.
Örneğin sodyum parlak bir sarı ışık veriyordu. Hatta yaydıkları ışık tayfında
belirli frekanslarda karanlık bölgeler vardı. Derken ilginç gözlemler ve
deneyler arttı. Radyoaktif ışıma, katot ışınları, X ışınları gözlendi…
Astronomi gibi klasik
bilgilerin oldukça güçlü olduğu bir alanda bile açıklanamayan bir gözlem vardı.
Merkür’ün yörüngesinde Güneşe en yakın noktanın (perihelion) -çok yavaş da olsa- Güneş çevresindeki yörünge üzerinde
hareket ettiği gözlendi.
Bu gözlemlerin hepsinin
Newton fiziğine aykırı olduğunu
söyleyemeyiz. Ama Galileo – Newton çizgisinde o güne dek edinilen bilimsel
bilgiler ile açıklayamadığımızı söyleyebiliriz. Yukarıda Lord Kelvin örneği ile
değindiğimi gibi “hemen hemen her şeyi
öğrendik” diyen iyimserler yanında; “evrenin
daha önce bütün sırlarını (henüz ?) çözemedik” diyen bilim insanları da
vardı.
Yukarıda değindiğim bilmecelere
20. Yüzyıl başlarında Görecelik ve Kuantum Kuramlarıyla getirilen yanıtları
bundan sonraki iki bölümde ele almaya çalışacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder