13 Eylül 2013 Cuma

ARİSTO'YA HAYRANIM ve DÜŞMANIM

GİRİŞ

Benim klasik Yunan felsefesine özel bir ilgim yok. Benim ilgimi daha çok “Avrupa’nın Şafağı” olarak adlandırdığım XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllar çekiyor. Çünkü bu dönem
       Kültür açısından “Batı Uygarlığının”
       Tarih açısından “Yeni Çağın”
       Sosyoloji Açısından “Modernitenin”
       Ekonomi Açısından “Kapitalizmin, Merkantilizmin”
       Bilim Açısından “Bilimsel Devrimin”
       Teknoloji açısından “Sanayi Devriminin”
       Politik açıdan “Kentsoylu Devrimlerinin” çağı.
Kısacası bu dönem günümüzde yaşadığımız dünyanın oluşum dönemi. Tabii bu durum bir dizi ek soruyu da gündeme getiriyor. “Neden bu gelişmeler Batı Avrupa’da oldu?”  veya her Türk aydınının kendine sorduğu gibi “Neden Osmanlı bu gelişimin dışında kaldı?” Bu sorular çok ilginç; ama bugünkü konumuzun dışında kalıyor.

Avrupa’nın şafağını incelerken bu dönemde tüm bilim dünyasının “Aristoculuğa” karşı savaştığını biliyoruz. İşte benim Aristo’yu okuma ve anlama çabam da bu anlamda “düşmanca” bir bakış açısıyla başladı.   Oysa Aristo hakkında okurken içimde bir hayranlık da gelişti. Birdenbire kendimi birçok aşk romanında ve filminde görüldüğü gibi bir nefret – sevgi sarmalı içinde buldum. İşte bu nedenle “Aristo’ya Hayranım - Aristo’ya Düşmanım” diyorum.

BİR FRESK

Sanırım Avrupa'nın şafağında Kilisenin Antik Yunan felsefesine bakışını en iyi, Rafael’in “Atina Okulu” freskinde buluyoruz.


 1509-1511 döneminde Papa II Julius tarafından Vatikan’da kütüphane duvarına yaptırılan bu büyük boyutlu freskte bir dizi karakter yer alıyor. Resmin odağında Platon ve Aristo var. Platon parmağıyla gökyüzünü işaret ediyor, gözleri de belirsiz bir noktaya bakıyor. Sanki “idea”larına dalmış gibi. Yanında ise Aristo var. Eliyle yeryüzünü gösteriyor ve hocasının yüzüne bakarak sanki “içinde yaşadığımız doğaya, yeryüzüne bakalım” diyerek onu ikna etmeye çalışıyor. Sokrates. Zeno, Epicurus, İbni Rüşt, Parmenides, Heraklitus, Pythagoras, Dioogenes, Ptolemaeus, Euclid… hepsi bu freskte yerlerini almışlar. Düşünürler, kişiliklerini yansıtan bir Rönesans üslubu ile çizilşmiş üç boyutlu figürler. Bir yandan birçok Rönesans resminde gördüğümüz gibi bir doğa ve gökyüzü var. Diğer yandan bir kiliseyi çağrıştıran bir yapı var. Duvarlardaki nişler içinde Artemis ve Apollon heykelleri var. Böylece Artemis’in bakire olması nedeniyle Hz. Meryem’e; Apollon’un Zeus’un –yani Tanrının  oğlu olması nedeniyle Hz. İsa’ya göndermeler yapılıyor. Kısacası bu fresk üzerinde bir saat konuşulabilir. Ama benim vurgulamak istediğim kilisenin antik Yunan felsefesine bakış açısı. Resmin gerçek odağında Platon var. Giysisinin çarpıcı rengi ile de dikkati üzerinde topluyor. Ama ikincil figür de Aristo. Bence Kilisenin idealist Platonu tercih ettiği belirgin. Ama ikincil de olsa Aristo’nun da yeri çok önemli. Pekiyi ama neden? İşte bunu yanıtlamaya çalışalım.

BİR YAŞAM

Önce Aristo’nun yaşam öyküsüne kısaca bakalım. Aristo bugünkü Selanik yakınlarında M.Ö. 384’de doğmuş. Babası Makedonya Sarayında doktor. Çok iyi bir eğitim alıyor. 18 yaşında Atina’ya gidip 20 yıl kalacağı Platon’un Akademi’sine (academia) giriyor. Bu döneme ilişkin bir dizi söylenti var. “Acaba Platon ile Aristo iyi anlaşıyor muydu?” “Aristo Akademi’den Platon’un ölümünden önce mi, sonra mı ayrıldı?”. Çelişik fikirler var. Atina döneminden sonra Aristo’yu Midilli ve Asos’da özellikle doğayı incelerken buluyoruz. Zooloji ve botanik alanındaki araştırmaları öncelikle bu dönemde yoğunlaşıyor.
Ardından Makedonya başkentinde Pella’da genç veliahd İskender’in öğretmenliğini yapıyor. Bu döneme ilişkin de çeşitli söylenceler var. İskender’in iyi bir öğrenci olup olmadığına ilişkin farklı görüşler var [RUSSEL]
Ardından ikinci Atina dönemi geliyor. Kendi okulunu, Liseyi (Lyceum) kuruyor ve kitaplarını yazıyor. Atina’da Makedon karşıtı siyasal görüşlerin artması üzerine Eğriboz adasına geçiyor ve birkaç yıl sonra M.Ö. 322’de 62 yaşında ölüyor.

ARİSTO ve BİLİM

Antik Yunan’da felsefe - din – bilim üçlüsünün bir arada olduğunu biliriz. İşte bu üçlü içinde Bilim deyince Aristo öne çıkıyor. Şimdi de yeryüzü – evren anlayışından başlayarak yaşam gözlemlerine uzanan bir yelpazede Aristo’nun bu yönüne göz atalım.

Yeryüzünün küresel yapısı antik Yunan’da iyi bilinen bir konuydu. Aristo da kendinden önceki çalışmalara ve kendi gözlemlerine dayanarak bunu vurguladı. Ufuktan gelen geminin önce direğinin, sonra gövdesinin görünmesi; farklı enlemlerde gözlem yapıldığında sabit gök cisimlerinin farklı açılardan görülmesi gibi deneyler bu küreselliğin işaretiydi. Dünyanın küreselliği konusunda kuşku yoktu. Zaten sonraki yüzyılda çevresi de ölçülecekti. (Erastotenes M.Ö. 240’da 40 000 km gibi oldukça doğru bir ölçüm yaptı [OSSERMAN s.9-21].


Diğer yandan Aristo’ya göre sürekli bir rüzgâr hissetmediğimize göre yeryüzü hareket etmiyordu. Dönmesi veya ilerlemesi söz konusu değildi.

Yeryüzünün hangi kök elemanlardan oluştuğu sorunu antik felsefenin Thales’ten beri tartışılan temel soruşlarından biriydi. Aristo öncesinde toprak – su – hava –ateş dörtlüsünde anlaşılmıştı. Aristo buna katlı olarak her bir kök-elemanın “doğal bir yeri” olduğunu ve o “doğal yere” gitmek istediğini belirtti. Toprağın doğal yeri yerkürenin merkeziydi. Bu nedenle havaya bıraktığımız cisim yere düşüyordu. Suyun doğal yeri yeryüzünün yüzeyiydi. Bu nedenle su derinlerden yeryüzüne çıkıyor ve akarsuları oluşturuyordu. Ateşin doğal yeri gökyüzüydü. Bu nedenle ateş ve duman gökyüzüne doğru uzanıyordu. Katı cisimlerin doğal yerinin yerkürenin merkezi olması önemli bir sorununu da çözüyordu: Yeryüzünün “altındaki” cisimler boşluğa düşmüyor. Çünkü doğal yeri olan “kürenin merkezine” yöneliyor.

Ayrıca bir cisim içinde ne kadar toprak kök-eleman elemanı varsa bu çekim o kadar güçlü olacaktır. Bunun bir sonucu olarak Aristo ağır bir cismin hafif bir cisimden daha hızlı düşeceği sonucuna vardı.
Yeryüzü durduğuna göre bütün gök cisimlerinin dünyanın çevresinde dönmesi gerekiyor. Yeryüzünde çeşitli düzensizlikler, çürüme, bozulma gözleniyor. Oysa özellikle yıldızlar çok düzenli hareket ediyor. 

Ay, gezegenler ve kuyruklu yıldızlar ise daha düzensiz hareketler yapıyor. Demek ki gök cisimlerinde yukarıda andığımız dört kök-elemana ek olarak bir de “kusursuzluk” kök-elemanı olmalı. Evreni yeryüzünü çevreleyen kristal küreler biçiminde düşünmeliyiz. Bu “kusursuzluk” kök-elemanı en dış kürede yer alan yıldızlarda en fazla miktarda olmalı. Kuyruklu yıldızlar, ay ve gezegenler daha az “kusursuzluk” kök elemanı ile daha alt kürelerde hareket etmeli. Örneğin kuyruklu yıldızların hareketi ayın hareketlerine göre daha “düzensiz” olduğu için kuyruklu yıldızlar yeryüzüne daha yakın olmalı.

Aristo’nun dinamik konusunda da gözlemleri ve geliştirdiği bir kuram var. Bu kapsamda bir cismin hareket etmesi için “hareket etmeyen hareket ettiricinin” gerekli olduğunu vurguluyor [RONAN s.109].

Yukarıda Aristo’nun doğa gözlemleri yaptığını belirtmiştik.
       Kabuklu deniz hayvanları, ahtapot, denizanası gibi canlılar özellikle ilgilendiği bir alandı. Örneğin denizkestanesinin ağzındaki bölgeyi ayrıntıları ile betimlediği için bu bölge günümüzde de “Aristo Feneri – Aristotle Lantern” adıyla biliniyor.
       Yunusların “balık” olmadığını ve köpek balıklarının “doğurduğunu” gözledi.
       Geviş getiren hayvanlarının çoklu mide yapıları olduğunu belirtti.
       Civcivin embriyolojik büyümesini inceledi. Bu konuda yaptığı gözlem günümüzde dünyanın en önemli 20 deneyinden biri olarak niteleniyor [HARRE, s. 27].
       Arıların topluluk yaşantısını gözlemledi ve kovandaki ilginç iş bölümünü anlattı
Bu doğa incelemeleri sonucunda Aristo yaklaşık 500 hayvanı sınıfladı [RONAN s. 110]. O “kanlı – kansız” diye başladı sınıflamasına. Bugün biz “omurgalı – omurgasız” diye sınıflıyoruz. Ama yine de birçok yakınlık ve ilginç yönler var. Örneğin balinaların yumurtlamadıklarını ve “balık” olmadığını anlamış. Ama emzirildiklerini gözleyememiş ve “memeli” olarak niteleyememiş.



Ayrıca Aristo’nun bu bilimsel çalışmalarını, gözlemlerini, kuramlarını çok akıcı bir dille kaleme aldığını belirtmeliyiz. Örneğin yağmurun oluşumunu şu biçimde anlatıyor: “… güneş, bilinen biçimde hareket ederken, değişim, oluşum ve zayıflama süreçlerini oluşturur. Böylece en iyi ve tatlı su her gün yükselir, buhar içinde erir, üst katmanlara çıkar, oradaki soğuk nedeniyle tekrar yoğunlaşır ve yeryüzüne döner.” Yer yer adeta şiirsel bir anlatıma ulaşan bu dili Çicero “altın bir nehrin akışına” benzetir.

 

ARİSTO MANTIĞI

Aristo deyince hemen aklımıza Aristo Mantığı geliyor. Aristo’nun kurucusu olduğu “klasik mantık-biçimsel mantık” (formal logic) kuşkusuz çok geniş bir konu. Burada yalnızca Aristo’nun amacını: salt düşünce yolu ile “doğru” ya ulaşmak amacını vurgulamak istiyorum.
Öznel bilgiye salt düşünce yolu ile ulaşmak için Aristo’nun öncülük ettiği çıkarım (syllogism – istidlal) konusunu incelemek için önce terimterm’lerle başlayalım. Terimler olumlu veya olumsuz bir niteleme veya eylem içermeyen sözcük veya sözcük gruplarıdır: “insan” veya “ölümlü” gibi. Bunlardan ikisini, birini özne (subject) diğerini yüklem (predicate) olarak kullanarak bir önerme (preposition) geliştirebiliriz:
1)      İnsanlar ölümlüdür.
Şimdi birinci önermede özne olan terimi (insan) yüklem olarak kullanan ikinci önermeyi yazabiliriz:
2)      Sokrates insandır.  
Bu iki önermeyi kullanarak sonuca ulaşabiliriz:
3)      Sokrates ölümlüdür.
Kuşkusuz buradaki çıkarım aşırı basitleştirilmiş bir örnektir. Öznelerin tekil - çoğul veya yüklemlerin olumlu – olumsuz olduğu durumlar, daha karmaşık yapılar geliştirilebilir. Ama ben çıkarımın veya daha genel bir yöntemle tümdengelim yaklaşımının temel amacını vurgulamak istiyorum: eğer “tüm”ü bilirsek –örneğin gözlemler yaparak tümevarım ile “tümü” öğrenirsek ve çıkarım gibi bir yöntemle düşünce ile “doğruya”, öznel hakkındaki bilgiye ulaşabiliriz. Artık öznel hakkında deney yapmamıza gerek yok! Yukarıdaki örneğimize dönersek “gerçekten ölümlü mü?” diye Sokrates’i öldürmeye çalışmak veya ölünceye kadar beklemek zorunda değiliz!

PAPALIĞIN YAKLAŞIMI

Aristo’nun bazı fikirleri kilisenin çok hoşuna gitti. Bu fikirlerin değiştirilmesi ve geliştirilmesi yasaklandı. Aristo donduruldu. “Skolastik” olarak nitelediğimiz eğitimde Aristo incelendi, okundu, her kelimesi anlaşılmaya çalışıldı. Özellikle doğa ile ilgili konuların yorumlanması gerektiğinde binlerce yıl temel başvuru kaynağı bu fikirler oldu.

a)      “Hareket Etmeyen Hareket Ettirici” fikri çok iyiydi. Yıldızları, güneşi, gezegenleri dünyanın çevresinde sürekli çevirmekten başlayarak dünyadaki her şeyi “işleten” bir Tanrı kavramı kiliseye çok uygundu.

b)      Gökyüzündeki kristal küreler ve özellikle gökyüzünün üst katlarında “kusursuzluğun” artması da uygun bir kavramdı. Tanrının ve Cennetin bu üst katlara yerleştirilmesi Gök - Tanrı inancından beri yerleşmiş bir inanç biçimiydi.

c)       Belki de hepsinden önemlisi tümevarımın kilise için çok yararlı bir uygulama olmasıydı. “Tüm” kuşkusuz Tanrı, Tanrı sözü, Tanrı eylemiydi. Tümü en iyi bilen kilise tümdengelim ile her öznel olay hakkında hüküm verebilirdi.

Bu konuda birçok örnek verilebilir. Bir örnek vermek gerekirse evrenin yeryüzünün ne zaman yaratıldığını öğrenmek için jeolojik zamanları incelemek gerekmez. Cambridge öğretim üyelerinden John Ligtfoot 1644’de kutsal kitaplarda adı geçen bütün peygamberlerin yaşam öykülerini, onlardan sonra gelen sapkınlık dönemlerinin sürelerini ardı ardına ekleyince evrenin M.Ö. 3929 yılında yaratıldığı sonucuna vardı [“The Harmony of the Four Evangelists among themselves, and with the Old Testament, with an explanation of the chiefest difficulties both in Language and Sense (1644)]. 10 yıl sonra, 1654’de bu kez gerçek bir din adamı İrlanda’da James Ussher daha hassas bir hesap yaptı ve evrenin M.Ö. 4004 yılında 26 Ekimi 27 Ekime bağlayan gece yaratıldığını belirledi! [Annales vetiris testamenti, a prima mundi origine deducti; Annalium pars posterior” (1654)]. Bu çalışmaların 17. Yüzyılın ortalarında Galilei ve Newton çağında, Batı Avrupa’da yürütüldüğüne özellikle dikkatinizi çekmek isterim.

Aristo’nun kilise tarafından “dondurulmasının” üzerinden yüzyıllar geçti. Avrupa kültürünü derinden etkileyen olaylar gelişti. Rönesans, Reform ve Keşiflerin etkileri çok derin oldu. Kurulu düzen de çeşitli tepkiler verdi. Örneğin her şeyin kaynağı olan Kutsal Kitapta yenidünyalardan da söz edilmiyordu.

Katolik Kilisesi önce her türlü inançsızlığın yasaklaması yolunu seçti. İspanyol, Portekiz ve Roma engizisyon düzenlerinin kuruluş tarihlerinin sırasıyla 1478, 1536 ve 1542 olduğunu göz önüne aldığımızda ilk tepkinin yasaklama olduğunu görüyoruz. Ayrıca gelişmeleri tevil etmeye çalışanlar oldu örneğin İncil tarihçisi Benito Arias Montano “İncil’e göre Hazreti Süleyman’ın gemileri servetlerini Peruaim’den taşımıştı. Belli ki Peru isimli altın zengini ülkeye uğramıştı” (1572). Yada gelişmelerin sansasyon yaratacak ve kamuoyunu oyalayacak yönleri yaratılıp vurgulanmaya çalışıldı. Örneğin Amerika hakkında yazılar yazan gezginler Hans Staden, Jean de Léry ve André Thévet Amerika kıt'asındaki –tümüyle uydurma- yamyamlık olaylarını anlattılar. Ama sonunda acı gerçeğin itiraf edilmesi kaçınılmaz hale geldi: Cizvit gezgin José de Acosta: “Batı Hint adalarına vardığımda başıma gelenleri anlatacağım. Şair ve Filozofların “Sıcak Kuşak” ile ilgili yazılarını okumuş biri olarak Ekvator’a ulaştığımızda kavurucu sıcağa dayanamayacağıma kendimi inandırmıştım. … Aristo’nun Meteorologika’sına ve felsefesine gülmekten başka çarem yoktu; zira onun kurallarına göre bu yerde ve bu mevsimde her şeyin sıcaktan kavrulması gerekirken, ben ve arkadaşlarım üşüyorduk.” [GRAFTON].

BİLİMSEL DEVRİM

Bilimin tanımı, bilimsel yöntemin ne olduğu çok geniş boyutlu bir konudur ve günümüzde bile Bilim Felsefesi kapsamında tartışılmaktadır [YILDIRIM, 2008]. Diğer yandan Bilimsel Devrim olarak nitelenen büyük aşamanın kuramsal boyutunu özellikle Francis Bacon, “Novum Organum” (1620) ve Réne Descartes’a “Discours de la méthode pour bien conduire sa raison, et chercher la verité dans les sciences” (1637) borçlu olduğumuzu biliyoruz.

Devrimin uygulamasına gelince XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllarda yaşayan birkaç ismi anarsak sanıyorum devrimin büyüklüğü için başka bir açıklama gerekmeyecektir:

  • ·         Nicolaus Copernikus’un - Mikołaj Kopernik (1473-1543)
  • ·         Galileo Galilei’nin (1564 – 1642)
  • ·         Tycho Brahe (1546 – 1601)
  • ·         Johannes Kepler (1571 – 1630)
  • ·         Isaac Newton (1643 – 1727)
XVIII. yüzyıl ortalarına geldiğimizde Galileo’nun deyimiyle bilim buyruk tanımaz hale gelmiş [BOLLES] ve Aristo’nun dokunulmaz kuramlarından pek bir şey kalmamıştı.

Şimdi dikkatimizi bilime, bilimsel yönteme ve Aristo’da neyin eksik olduğuna yöneltebiliriz. Bilimin kapsamının ne olduğu konusunda çeşitli tanımlar yapıldığı gibi bilimsel yöntemin hangi adımları izlediği konusunda da çeşitli farklı görüşler vardır [YILDIRIM 2001]. Örneğin Einstein: “Bilim her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile mantıksal olarak düzenli düşünme arasında uyumluluk sağlama düşüncesidir” [EINSTEIN, s. 91] derken gözlemlerin sonuçlarının “düzensiz” gördüğünü belirtir. Oysa Russell “Bilim, gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır” RUSSELL, s. 8] diyerek bu olguları düzenli bulduğunu ve bu düzeni ortaya çıkartmak istediğini vurgular.

Konumuz açısından bilim felsefesinin derinliklerine girmeden bilimsel yöntemin ne olduğuna bakabiliriz. Ne de olsa “Bilim dediğimiz etkinliğin asıl özelliğini ürettiği bilgiden çok bilgi üretme yönteminde aramalıyız” [YILDIRIM, 1995 s.3]. Bilimsel yöntemin çok basit olarak aşağıdaki adımlardan veya onların çeşitli türevlerinden oluştuğunu söyleyebiliriz:

       Gözlem yapılacak – Sorun dikkat çekecek
       Hipotez geliştirilecek
       Hipotezi doğrulayan deney yapılacak
       Sonuç matematiksel biçimde ifade edilecek
       Yayınlanacak
       İnceleme, eleştiri ve geliştirme yapılacak

Aristo’nun çok fazla gözlem yaptığına değinmiştik. Özellikle gözlem için teknolojik araçların çok yetersiz olduğu bir çağda bu konuda bir çığır açtığından kuşku duyamayız. Bu gözlemlere dayanarak çeşitli hipotezler de geliştirdi.

İşte bilimsel yöntemden sapma burada belirgin. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi Aristo geliştirdiği hipotezleri “tüm” olarak kabul ediyor ve “doğru düşünme” yöntemini kullanarak öznel olaylar hakkında karar verebiliyordu! Deney yapmaya gerek yoktu! Hepimizin bildiği gibi Galileo farklı ağırlıkta iki cismi yüksek bir yerden aşağı bırakarak düşme zamanlarını gözledi. Deney bu kadar basitti. Oysa Aristo ağır cisimlerin (daha fazla toprak kök elemanına sahip olduklarına göre) hafif cisimlerden daha hızlı yere düşeceklerini öngörmüştü. Bu konuda çok basit bir deney yapmayı bile gerekli görmemişti. Belki de daha çarpıcı olarak erkek-kadın dişleri belirtilebilir. Aristo’ya göre: Erkekler daha güçlü kuvvetli. Daha çok yemek yiyorlar. Demek ki erkeklerin daha fazla dişleri var! Aristo, çevresindeki erkek ve kadınların dişlerini saymak gibi çok kolay bir deneye bile başvurmadan sonuca varabiliyordu.

Yine Bilimsel Yöntemimizin adımlarına dönersek Aristo’nun gözlemlerini ve tezlerini geniş bir biçimde ama matematik kullanmadan edebi bir dille yazdığını biliyoruz. Günümüzde ise bilimin vardığı sonuçlar elden geldiğince basit formüllerle, eğer bu olanaksızsa temel ilkeler ve modeller biçiminde sunulur. Çünkü “matematik dilinde denklemler şiire benzer. Eşsiz bir doğrulukla gerçekleri dile getirir ve oldukça kısa ifadelerle ciltler dolusu bilgiyi aktarırlar” [GUILLEN s. 3].

Son olarak -ama bence Aristo konusunda en önemli sorun olarak- onun fikirlerinin dondurulduğunu, 2000 yıl boyunca tartışılıp geliştirilmediğini görüyoruz.

Yine hareket fiziğinden bir örnek alırsak Newton hareket yasalarını kütlenin değişmezliği üzerine kurmuş ve

diyerek büyük bir kuvvetle büyük bir ivmeye ulaşılacağını kanıtlamıştı. Yaklaşık 200 yıl sonra Einstein ise ışık hızının sabit olduğunu, kütlenin değişebileceğini öne sürdü:


Einstein, Newton’u yalanlamadı. Newton devrinde düşünülemeyecek hızlara ulaşılması durumunda gözlenebilecek bir eksiğini düzeltip geliştirdi.

Kuşkusuz bilgi birikimi, bilimsel gelişme ve buluşlar çok eski çağlara ve çok farklı coğrafyalara uzanır. Çin uygarlığında kağıt, basım, pusula, barut, ipek…gibi çok önemli buluşların yapıldığını biliyoruz. İslam uygarlığında ise balistik silahlar, petrol - kerosen lamba,  renkli cam, dışbükey / içbükey ayna, su arıtma – alkol damıtma, çeşitli kimyasallar bulundu.

Diğer yandan Batı ve Orta Avrupa’da XVI. yüzyılda başlayıp XVIII. yüzyılın sonlarına dek süren Bilimsel Devrim ile bilgi üretmenin yöntemi bulundu. Ardından gelen dönemde bilim ve teknolojideki büyük atılımları bu yönteme borçluyuz.

SONUÇ ve DEĞERLENDİRME

Aristo’nun çok kötüye kullanıldığını ve bu anlamda bir “kötü örnek” oluştuğunu düşünüyorum. Öncelikle Aristo –Rafael’in freskinde görüldüğü gibi- dikkatimizi bir parçası olduğumuz doğaya yöneltti. Belki birçok yanlış yaptı. Ama ardından gelenler onu 2000 yıl dondurarak çok daha büyük bir yanlış yaptılar. Bir anlamda hiçbir dogmanın sonsuza kadar yaşayamayacağını kanıtlanmış oldu.

 

KAYNAKÇA

BOLLES, Edmund Blair, TÜBİTAK Yayınları, 2000.
EINSTEIN, Albert; “The Fundemantals of Teoretical Physics”, Science, 1940.
GRAFTON, Anthony; “Yeni Dünyalar – Eski Metinler”, Kitap Yayınevi, 2004.
GUILLEN, Michael; “Dünyayı Değiştiren Beş Denklem”, TÜBİTAK Yayınları, 2001.
HARRE, Rom; “Büyük Bilimsel Deneyler”, TÜBİTAK Yayınları, 1994.
OSSERMAN, Robert, “Evrenin Şiiri”, TÜBİTAK Yayınları, 2000.
RONAN, Colin, A.; “Bilim Tarihi”, TÜBİTAK Yayınları, 2003.
RUSSEL, Bertrand; “History of Western Philosophy”, Unvin Universal Books, 1967.
RUSSEL, Bertrand, “Religion and Science
YILDIRIM, Cemal, “Bilimin Öncüleri”, TÜBİTAK Yayınları, 1995.

YILDIRIM, Cemal, “Bilim Felsefesi”, Remzi Kitabevi, 2008.

3 Haziran 2013 Pazartesi

TOPLUMSAL GENETİK II



Genlerden, kalıtımdan ve doğal seçimden yola çıkarak biyolojik yaşamdaki gelişim o kadar güzel açıklanıyor ki, insan ister istemez “acaba toplumların gelişiminde de benzer bir yaklaşım düşünülebilir mi?” diye soruyor kendine. Birinci bölümün başında da yazdığım gibi bence yaşamsal bir soru “biyoloji alanında bilimsel açıdan oldukça iyi aydınlatılmış biyolojik genetik konusu acaba toplumların –ve toplum içinde insanın biyolojik olmayan boyutlarının- gelişimi konusunda de açıklamalar sağlayabilir mi?”

Toplumların da değişmesi – gelişmesi de birçok düşünür tarafından ele alınmış bir konu. İbni Haldun’dan (1332-1406) başlayarak Karl Marx (1818-1883), Herbert Spencer (1820-1903), Arnold Toynbee (1889-1975) gibi bir dizi düşünür toplumların niçin ve nasıl değiştiğini açıklayan öneriler ortaya attılar.

Biyolojik ve kültürel gelişim arasında analoji kurma fikri 20. Yüzyıl boyunca Sir Karl Popper, genetikçi L. L. Cavalli-Sforza, antropolog F. T. Cloak veya etnolojist (budunbilimci) J. M. Cullen gibi uzmanlar tarafından işlendi ama konuyu çok daha geniş kitlelerin dikkatine getiren ve ona bir isim veren Dawkins oldu.  Richard Dawkins 1976’da The Selfish Gene – Bencil Gen kitabında “meme-mem” terimini önerdi [1]. *Sözcüğün kaynağı olarak antik Yunancadaki Mimetismos, taklit edilen şey sözcüğü belirtiliyor. Bu sözcük İngilizce bellek – memory sözcüğünün veya bilgisayar dillerindeki anımsatıcı - mneumonic gibi sözcüklerin de kaynağı. Oxford’un ünlü yazarı Dawkins ülkemizde özellikle Tanrı Yanılgısı kitabıyla çok tanındı [2]. Bu kitabında Dawkins Tanrı – din konusunda yürüttüğü sistematik tartışmalarda örneklere dayalı bir anlatım izliyor. Diğer yandan bu düşüncelerin kuramsal altyapısının daha önce geliştirdiği mem kavramına dayandığı söylenebilir (s.182-191).

Memin iki temel özelliği
  • ·         “Beyinden beyine” aktarılması ve
  • ·         Bu aktarımın “taklit” yöntemi ile olması.


Tipik memler olarak Sözcükler – Dil, Melodi – Şiir, Bilimsel Bilgi – Buluş, Fikir – Efsane- Dedikodu – Boş İnançlar, İnanç – Din, Moda – Giyim - Sanat akımları, Beslenme Gelenekleri - Yemek Tarifleri sıralanabilir. Diğer yandan kişisel izlenimler, paylaş(a)madığımız düşünceler, kişisel anılar, fanteziler mem değil.
Kuşkusuz beyinden beyine aktarımda kitap, sinema, radyo, TV, internet gibi birçok ara-ortam kullanılıyor. Hatta bu ara ortamların gelişmesi ve yaygınlaşması ile giderek büyük bir hızla artan mem saldırısından söz edebiliriz.

Memlerin temel özelliklerinden birinin “taklit” ile yayılması olduğunu belirtmiştim. Taklit hemen hemen insana özgü bir öğrenme biçimidir. Hayvan eğitiminde en bilinen yöntem, ceza – ödül karşıtlığına dayanan yöntemdir. Ev hayvanlarının eğitiminden sirk gösterilerine kadar bu yöntemin çeşitli uygulamalarını biliyoruz. Taklit hemen – hemen insana özgü diyorum çünkü primatlarda ve yunus balıklarında bazı taklit özellikleri gözleniyor. Örneğin bir yunus balığı eğitmeninin çok ilginç bir anısı var. Eğitilen yunus istenen hareketi yapınca ayıklanmış bir balıkla ödüllendiriliyor ve yapmayınca da ceza olarak eğitmen havuzdan uzaklaşıp arkasını dönüp birkaç dakika bekliyormuş. Yani tipik bir ceza-ödül sistemi. Eğitmen bir keresinde yanlışlıkla ödül olarak ayıklanmamış bir balık vermiş. Yunus, havuzun öbür ucuna gitmiş, arkasını dönmüş ve birkaç dakika orada durmuş!

İnsanda ise taklit temel öğrenme yöntemi. Birkaç aylıkken bebekler taklit etmeğe başlıyor. Bütün çocukluk anne – babayı taklit eden oyunlarla geçiyor. Daha sonra da taklit usta – çırak ilişkisinden modaya kadar yaşamımızda etkin bir yer tutuyor.

İnsanı hayvandan ayıran özellikler de çok fazla. Her şey bir yana insanın “toplumsal” niteliği çok karmaşık bir biçimde gelişmesine yol açmış. Ama konuyu basitleştirip biyolojik dış görünüşte en belirgin üç özelliği
  • ·         İki ayak üzerine kalkması,
  • ·         Çok az tüylü – kıllı olması
  • ·         Gövde ağırlığına göre beyninin çok ağır olması

olarak karşımıza çıkıyor. Antropologlar ve biyologlar bu özelliklerin her biri için çok ilginç açıklamalar yapıyorsa da konumuz açısından yalnızca beyin büyüklüğüne değinmek bizim için yeterli olacaktır.
Beyin büyüklüğü konusunda çeşitli ölçümler yapılıyor. İnsan beyninin işlevini böcek, kuş veya dinozor gibi biyolojik olarak insandan çok farklı olan hayvanların beyinleriyle karşılaştırmak çok uygun değil. Ayrıca beyinde nefes alma gibi aynı işlevleri yöneten veya hareketleri denetleyen - canlının boyutunun çok farklı olması nedeniyle farklı boyuttaki -  bölümlerin göz önüne alınması gerekli.  İşte Ensafalizasyon Oranı (Encephalization Quotient –EQ) bu tür düzeltmeleri içeren bir oran. Memeli hayvanların ensafalizasyon oranı ortalaması 1. Fare için bu oran 0,5; at için 0,8; kedi için 1; köpek için 1,2; balina için 1,8; şempanze için 2,2. İnsanın ensafalizasyon oranı ise 6, bazı hesaplara göre 7,5! Bu oranın olağanüstü yüksek olması kuşkusuz dikkat çekici. Bu konuda çok dikkat çekici bir başka yön de ensafalizasyon oranının tarihsel gelişimidir. 60 Milyon yıl önce ilkel primatlarda oran 1 dolayındayken, Australopithecus Africanus, Australopithecus Robustus, Homo Habilis ve Homo Saphiens çizgisinde oranın logaritmik olarak arttığını ve günümüzde 6’ya ulaştığını görüyoruz.

Antropologların çok tartıştığı ve nedeni üzerine çeşitli kuramlar geliştirdiği bu olgu konusunda da mem temelli yaklaşımın bir önerisi var. Önce yine bir analoji düşünelim. Sanırım çoğumuz bilgisayarlarımızla ilgili olarak bir yazılım – donanım tuzağı içinde yaşıyoruz. Yeni çıkan bir yazılımın işimize yarayacağını düşünüp bilgisayarımıza yüklüyoruz. Ardından donanımın yetersiz kaldığını görüyoruz. Bilgisayarımızı büyütüyor veya daha üst bir model satın alıyoruz. Yeni aldığımız yazılım bu genişleme ile çok iyi çalışıyor. Ama bir süre sonra yüklendiğimiz yazılımlar ve verilerle bu da yetersiz kalıyor. Geriye dönüp baktığımızda birkaç yılda bir yeni donanım ve yazılım satın aldığımızı görüyoruz. Artık bir bilgisayar sistemi alıp onu yıllarca kullanmak bir hayal oldu.

İşte eğer beynimizi bilgisayar donanımı ve yüklediğimiz yazılım ve verileri ise mem olarak düşünürsek, insanlığın gelişiminde bir çığ gibi artan memlerin beynimizin sürekli büyümesini gerektirdiğini düşünebilir ve yukarıdaki EQ tartışmasında insanın ayrıcalıklı konumunu açıklayabiliriz.

KOPYALAYICI OLARAK MEM

Birinci bölümün sonunda biyolojik bir kopyalayıcının (replicator) temel niteliklerine değinmiştik. Memlerin de oldukça iyi bir kopyalayıcı olduğunu söyleyebiliriz:

İyi bir kopyalayıcının kendini genel olarak iyi kopyalaması, biraz da hata yapması gerekiyordu. Beyinden beyine aktarılan memler dikkatimiz oranında iyi kopyalanıyor. Zaman zaman da isteyerek veya istemeyerek hata yapıyoruz.

Kopyalayıcının çok kopya çıkartması –üremesi- bekleniyor. Özellikle insanların büyük topluluklar ve yoğun iletişim içinde yaşamaları ile memlerin yayılmasının çok kolaylaştığı söylenebilir.

Uzun yaşam da önemli bir özellik. Çok ayrıcalıklı birkaç memin özellikle efsanelerin toplum belleğinde birkaç bin yıl, birçok memin ise birkaç yüzyıl yaşadığını söyleyebiliriz. Örneğin Gılgamış destanının M.Ö. 2500 dolaylarına inen kayıtları var. “Tufan” efsanesinin kökenleri için de birkaç bin yıllık doğa olayları üzerinde geliştirilen kuramlar var. Örneğin M.Ö. 5600 dolaylarında Karadeniz'in oluşumu (Ryan-Pitman kuramı); Hint Okyanusuna M.Ö. 3000'de düşen meteor veya Akdeniz'de Thira yanardağının M.Ö. 1600'de patlamasının bu denli yaygın bir "Tufan" söylencesinin kaynağı olduğu öne sürülüyor. 

Kutsal kitaplar da birkaç bin yıllık bir geçmişe sahip. Müzik alanından birkaç memi düşünürsek, günümüzde Barok öncesi dönemin örneğin Rönesans müziğinin pek yaygın dinlemediğini; ama Barok – Klasik – Romantik gibi dönemlerin birçok melodisinin oldukça yaygın olarak bilindiğini söyleyebiliriz. Demek ki bu müzik memleri yaklaşık 300 yıl yaşamış. Benzer biçimde edebiyat alanından örnek verirsek Dante’nin (1265-1321) veya Shakespeare’in (1564-1616) yapıtları gibi birkaç yüzyıl önce yazılmış birkaç kitap günümüzde yaşamını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

Mem kavramı gen ile bir analojiye dayanıyor ama çok önemli farklılıkları da var:
İlk olarak memlerin tanımlanması ve sınırlaması çok zor. Beethoven’in Beşinci senfonisinde o vurucu başlangıcını hepimiz biliriz. Pekiyi sadece bu birkaç ölçü mü mem? Yoksa bütün senfoni mi? Suç ve Ceza romanının bütünü mü, yoksa Raskolnikof’un balta ile cinayet işlemesi mi mem?

Ayrıca memlerin kopyalama yöntemini de pek bilmiyoruz. Birinci bölümde genlerin nasıl kopyalandığına kısaca değindim. Bu konuda çok ayrıntılı bilimsel bilgi var ve mekanizmayı oldukça iyi biliyoruz. Oysa beynin algılama, beğenme ve saklaması konusunda çok az şey biliyoruz. Ayrıca yazı – telefon - radyo – TV - CD – internet… gibi gelişimini sürdüren ortamlar mem kopyalama araçları mı?

Genler gelecek kuşaklara doğru yayılıyor oysa memler büyük hızla ve giderek genişleyen bir alanda “şimdiki zamanda” yayılıyor. Özellikle küresel iletişimdeki gelişmelerle örneğin ABD’den kaynaklanan bir melodi, birkaç gün içinde Avrupa’dan Japonya uzanan bir bölgede popüler olabiliyor.

Organizmalar kendi genlerini değiştiremiyor. Ancak kopyalama hataları veya mor ötesi ışınların bozucu etkileri gibi nedenlerle genetik kodlar değişiyor ve gelecek kuşaklar etkileniyor. Oysa memler gelecek kuşakları beklemeden beyinlerinde yaşadıkları bireyleri etkiliyor ve bu bireyler tarafından değiştiriliyor, süzgeçten geçiriliyor.

Memlerin sayısal sınır belirsiz – farklılık / çeşitlilik / türeme çok. Genlerin DNA molekülleri, kromozomlar gibi saklandıkları yeri biliyoruz. Oysa memler beyinde ve yazı, nota, CD, gibi birçok ortamda saklanıyor.
Memin niteliği konusunda da belirsizlik var.  Zaman zaman memin bir ürün mü,  yoksa yöntem mi? olduğu tartışmalı hale geliyor. Örneğin bir çorba mı, yoksa çorbanın nasıl yapılacağı, tarifinin yazılı olduğu kağıt mı mem?

Hatta belirli durumlarda genetik gelişme ile memlerin etkileri arasında çelişki gözlenebiliyor. Genel olarak düşey geçen (ana-babadan aktarılan) memler genetikle uyumlu. Yatay geçen memlerin ise bazı durumlarda genetik ilkelere zıt olması gözlenebiliyor. Örneğin ana-babanın aktardığı memler genellikle yavrularının “iyi” eşler bulması, düzenli yuva kurması ve sorumlu bir yaşam sürmesi kısacası toplumsal – kültürel kurallar doğrultusunda. Oysa çok güçlü olduğunu gözlediğimiz yatay aktarımda, genç kuşakların birbirine aktardığı moda, giyim, müzik gibi memler zaman zaman bu geleneksel çizginin çok dışında olabiliyor.

MEM DÜNYASINDA YARIŞMA

İnsanın temel gereksinimlerini düşünürsek, seks, beslenme, güç kazanmaya ilişkin memlerin ilk aşamada dikkat çekeceğini düşünebiliriz. Bunlara ek olarak bir üst katmandaki özelliklere bakarsak hem akılda kalma hem de yaygınlaşma anlamlarında başarılı memlerde aşağıdaki özelliklerin olduğunu gözlüyoruz:
Birçok başarılı memde duygusal bir boyut var. Korku, güldürü, sanatsal boyut kafiye önemli katkılar sağlıyor. Şiirin düz yazıya göre çok daha kolay ezberlendiğini biliriz.

Sürecin adımlara ayrılması hatırlama kolaylığı getiriyor. Bu konudaki klasik örnek kâğıt katlama sanatı origami. Sanırım çoğumuz kâğıttan kayık yapması biliriz. Kim öğretti, ne zaman öğretti hatırlamasak da kâğıdı adım adım katlayarak bir kayık yaparız. Oysa bu kayığın yapılışını görmemiş birine, kayığı yapılmış biçimde gösterip benzerini yapmasını istesek çok zorlanacaktır.

Hatırlanma ve yayılma açısından basit ile karmaşık arasında uygun bir denge kurulması gereklidir. Yine müzik örneğini ele alırsak çok basit bir melodi büyük bir ihtimalle ilgimizi çekmeyecektir. Diğer yandan ancak büyük bir orkestranın çalabileceği çok karmaşık bir yapıt belki uzmanlar tarafından beğenilecek; ama bir mem olarak yaygınlaşamayacaktır. Basit ile karmaşık arasında bir denge sağlanmalıdır.

Susan Blackmore, The Meme Machine adlı kitabında organizmaların biyolojik gelişimindeki doğal seçim ile memlerin ilişkisini ele alıyor. Çevremizin büyük bir yarışmayı kazanmış memlerle dolu olduğuna ve bedenimizin gen-mem gelişimi sonucunda oluşan bir makine olduğuna işaret ediyor [3]. Bu makinenin gelişiminde, organizmaların cinsel çekiciliğinin ve bununla ilgili olarak genlerin yanında memlerin önemini vurguluyor. Bilindiği gibi dişinin doğurganlığı kısıtlıdır. Dişinin yavrusunu aylarca karnında taşıdığına ve doğurgan olduğu yılların da kısıtlı olduğunu biliyoruz.  İnsan örneğini ele alırsak salt bu biyolojik kısıtlama nedeniyle bir kadının örneğin 15-20’nin üzerinde çocuk doğurması çok ayrıcalıklı bir durum oluşturacaktır. Buna karşılık erkeğin ise –yine biyolojik açıdan- yüzlerce çocuğunun olması pek ala mümkündür.Bu durumda kadının eşini seçme konusunda erkeğe göre çok daha fazla seçici olmasını açıklayabiliriz. Erkek, kadın ve çocuklarını beslemek konusunda güven ve ümit vermelidir. Bu nedenle Blackmore dişinin iyi mem kopyalayan, mem yaratan erkeği seçtiğini belirtiyor. Avcı-toplayıcı bir toplumda iyi mızrak yapan, iyi ok atan hatta gövdesini güzel boyayıp güzel dans eden erkek seçiliyor.

TOPLUMUN EVRİMİ

Genlerin canlıların biyolojik evriminde nasıl görev aldığına değindik ve toplum içindeki insanın karmaşık yapısının evrimi konusunda mem kavramının önerilmesini ele aldık. Toplumlar değişiyor, gelişiyor, onları oluşturan insanların da -biyolojik gelişim yanında- toplumsal, kültürel, ahlaki boyutları ile gelişmeleri gerekmez mi?
Bu konuda düşünmeye başladığımızda ilk olarak bazı kötümser gözlemler aklımıza geliyor. Örneğin antik Mısır’da günümüzden 2500 yıl önce yazılmış aşağıdaki satırlar bu gün de geçerli değil mi?

NE GÜNLERE KALDIK?
Eğri olan doğru kötü şeydir
Eğik tartı gibi, çarpık çekül gibi.
….
Haramiler hakem oldu:
Yoksulluğu ortadan kaldırması gereken,
yoksulluk yaratıyor.
Kenti sel bastı.
Kötülüğe ceza vermesi gerekenler,
Suç işliyor boyuna.
Gelecek kuşaklara ekonomi-bilgi-teknoloji gibi boyutlarda miras bırakabildiğimiz; oysa ahlak konusunda miras bırakamadığımız; her kuşağın bu anlamda yeniden başladığını söyleyebiliriz. Hatta bazı örneklerde “geriye dönüşler” bile gözleniyor. Örneğin Avrupa kültüründe din temelli savaşların yüzyıllarca geride kaldığını düşünebilirdik. Oysa 1990’larda Balkanlarda gözlenen çatışmalar bu konudaki ümitlerimizi yıktı.
İşte mem kavramının –itiraf etmemiz gerekir ki gerçeklik boyutu da olan- bu kötümser gözleme bir yanıt getirdiğini düşünüyorum.

Öncelikle gelişim sürecinin yavaş da olsa ilerlediğini gözlüyoruz. Biyolojik evrimin milyonlarca yıllık bir öykü olduğunu hatırlarsak birkaç yüz yıllık, bilemediniz birkaç bin yıllık memlerin sonuçlarının yaygın biçimde gözlenmesi beklenmemeli. Buna karşılık bazı işaretlerin olduğu söylenebilir. Örneğin yamyamlık, kölelik veya insanların aslanlara yedirilmesi gibi uygulamaları günümüzde en azından “mide bulandırıcı” bulduğumuz. İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği gibi konularda sağlanan gelişmeler de olumlu belirtiler olarak anılabilir.

Yüksek kültürel içerikli memlerin her zaman kısa dönemde çok başarılı biçimde ve hızla yayılamayacağını biliyoruz. Barbara Cartland romanı Camus romanından daha çok okunacaktır. Madonna, Beethoven’den daha çok dinlenecektir. Kahve falı bilimsel bir çalışmadan daha çok ilgi çekecektir. Ama uzun dönemdeki kalıcılık açısından değerlendirme bambaşka olacaktır.

Karanlık bir gecede gökyüzündeki yıldızlar uzay boyutunda ne denli küçük yaratıklar olduğumuzu hepimize hatırlatır. Milyonlarca yıl önce yaşamış bir canlının fosili de zaman boyutunda ne kadar küçük bir yerimiz olduğunu hatırlatıyor. Herhalde biz çok aceleciyiz. Yalnızca birkaç bin yıllık tarihsel deneylerimiz sonucunda insanın daha ahlaklı, erdemli, namuslu, adil… olmasını bekliyoruz.

Sanırım düşünen, toplumsal ve kültürel bireyler olarak görevimiz “iyi” memlerin geliştirilmesi, yayılması konusunda çaba göstermek. Toplumda “iyi” memler yaygınlaştıkça gelecek kuşakların bireyleri de “iyi” topluma uyum sağlamak için bunları “taklit” ederek “iyi” bireyler olarak şekillenecek. Gelecek kuşaklara iyi bir miras bırakmanın, toplumsal gelişime ve kalıtıma katkı sağlamanın yolu bu.
……………………………………..
[1] DAWKINS, Richard. The Selfish Gene, Oxford University Press, 1976 (s.190-201).
[2] DAWKINS, Richard. Tanrı Yanılgısı, Çev. Tunç Tuncay Bilgin, İstanbul: Kuzey Yayınları, 2007.
[3] BLACKMORE, Susan. The Meme Machine, Oxford University Press, 1999.

TOPLUMSAL GENETİK I


Biyolojide genetik biliminin gerçek bir çığır açtığını biliyoruz. Acaba toplumlar da yaşam bilimlerinde gözlediğimiz gibi gelişiyorlar mı? Bu bence çok yaşamsal bir soru. Çünkü eğer kazanımlarımızı gelecek kuşaklara aktaramıyorsak “insanlığın” gelişmesi için pek de iyimser olamayız. Kuşkusuz teknolojik olanaklarımız artar; doğaya karşı mücadelemizde ilerleme sağlarız; daha kolay ve rahat yaşayabiliriz. Ama zaman içinde daha erdemli, namuslu, adil, ahlaklı… bireyler olmamız beklenemez.

Bilim çevrelerinde bu yaşamsal konuda, toplumsal genetik konusunda çalışmalar yürütülüyor, hatta bu konuda biyolojik genetikteki “gen” teriminin benzeri olarak “mem” terimi geliştiriliyor. Bunlara yazımın ikinci bölümünde değiniyorum. Ama önce biyolojik genetik konusunda temel bazı bilgilerimizi tazelemek istiyorum. Çünkü biyolojik genetik bilimin çok daha iyi aydınlattığı bir konu.

DNA - GEN

Sanırım genler hakkında bazı temel bilgileri hatırlayarak başlamalıyız. DNA (Dioksiboro Nükleik Asit) moleküllerinin ikili sarmal halinde dizildiğini biliyoruz. Aslında bu çok da eski bir bilgi değil. 1950’lerde ABD ile İngiltere bilim çevreleri arasında çok ilginç bir yarışma sonucunda Cambridge laboratuarlarında James D. Watson (1928-) ve Francis Crick (1916-2004) tarafından DNA’nın yapısı ikili sarmal olarak belirleniyor. Atom mikroskoplarının henüz icat edilmediği bir ortamda yorumlanması oldukça güç olan X-ışını fotoğraflarına bakarak döner bir merdiven biçimindeki moleküler yapının modelinin geliştirilmesinin Watson,  Crick ve Wilkins’e 1962 Nobel ödülünü kazandıran çok ilginç bir öyküsü var[1].

Modele baktığımızda şeker ve fosfat moleküllerinin merdivenin düşey kenarlarını oluşturduklarını, yatay basamakların ise A, T, C ve G bazlarından oluştuğunu görüyoruz. Burada ilk dikkatimizi çeken şey yatay basamakları oluşturan baz çifti moleküllerinin A-T, T-A, C-G, T-A, G-C, A-T… gibi kendinin yinelemeyen, düzenlerini kolayca yorumlayamadığımız bir yapıda dizilmeleri, diğer bir anlatımla çözmek için uğraşmamız gereken bir kod (genetik kod) içerdikleri olacaktır.

İkinci ilginç nokta ise bu bazlar arasındaki hidrojen bağlarının 2’li veya 3’lü olması nedeniyle, her zaman A’nın karşısında T, C’nin karşısında ise G yer almasıdır.

Hücrenin çoğalması sırasında merdiven basamaklarının bir fermuar gibi ortadan ikiye ayrıldığını, solda kalan örneğin A, T, C, T, G, A dizisinin karşısına sırayla T, A, G, A, C, T moleküllerinin yerleştiğini görüyoruz. Böylece bölünme öncesindeki A-T, T-A, C-G, T-A, G-C, A-T …genetik kod yeniden oluşuyor. (Burada önemli bazı basitleştirmeler yaptım. Aslında hücre çoğalması transfer RNA -Ribo Nükleik Asitlerin- görev aldığı daha karmaşık bir yapı. Ama bizim amaçlarımız açısından yukarıdaki basitleştirilmiş anlatımın yeterli olacağını düşünüyorum).

Böylece ikili sarmal DNA modeli ile hem genetik kodu saklanması hem de yeni hücrelere iletilmesi açıklanabilmiş oluyor.

DNA’lar hücre çekirdeklerinde, kromozomların içinde yer alıyor, insan hücrelerinde 23 çift kromozom var ve cinsiyeti belirleyenlerin dışında her çiftten biri anneden diğeri de babadan geliyor.İnsanın 23 çift kromozomunda 3 Milyar dolayında baz çifti var. Bu baz çiftlerinin oluşturduğu uzun dizi incelenince belirli başlangıç ve bitiş kodları ile GEN adı verilen bölümlere ayrıldığını görüyoruz. Bu anlamda insanda 23 000 dolayında gen var. Her bir gen belirli bir özellik ve işlevi tanımlıyor veya katkıda bulunuyor. Bence asıl ilginç olan yön bu genlerin yalnızca % 2’sinin aktif olması  – veya günümüzdeki bilgilerle ne işe yaradığının anlaşılması. Bildiğiniz gibi Human Genome Project (1989-2003) adlı bir proje ile insan genlerinin dizileri elde edildi. Günümüzde dizide yer alan genlerin işlevlerinin ne olduğu konusunda yoğun bir çalışma var ve her gün yeni haberler duyuyoruz. Konu oldukça karışık. Bir işlev için bir tane değil çok sayıda gen var. Örneğin koku alma konusunda farklı kromozomlarda 856 gen olduğu belirtiliyor.

Yukarıda hep insana ilişkin sayılar verdim. Farklı organizmalarda farklı sayıda kromozom, gen ve baz çifti var. Örneğin Meyve Sineğinde (Drosophila Melenogaster) 5 Kromozom ve 250 Milyon baz çifti var. Bana yine de bu sayılar insana oranla çok büyük geliyor. Bizim kodumuzun bir sinekten yalnızca 12 kat daha karmaşık olmasını pek kabul etmek istemiyorum her halde!

DNA modelinin keşfedilmesinden yaklaşık 100 yıl önce doğa bilimlerinde iki önemli kuram önerilmişti: kalıtım ve evrim. Hepimiz birçok özelliğin büyüklerimizden kalıtım yoluyla aktarıldığını biliyoruz. Gregor Johann Mendel (1822-1884) kalıtım yasalarını tanımlayarak baskın (dominant) ve bastırılan (recessive) eğilimlerin sonraki nesillere ne biçimde aktarıldığını belirlemişti [2]. Alttaki şekilde kahverengi kutuların -örneğin kahverengi saç gibi- baskın bir eğilimi; kırmızı kutuların ise (örneğin kızıl saç gibi) bastırılan bir eğilimi gösterdiğini düşünelim. Farklı genetik eğilimlerdeki ana-babaların çiftleşmesi sonucunda bu baskın (B) ve bastırılan (b) eğilimler kuşaktan kuşağa aktarılacaktır.

Charles Robert Darwin (1809-1882) de doğal seçimle türlerin nasıl doğaya uyum sağladığını; kuşaktan kuşağa değişime uğrayarak ilk halinden nasıl farklı özellikler kazandığını gösterdi [3]. (Yazımın ikinci bölümünde anacağım Richard Dawkins’in The Blind Watchmaker-Kör Saatçi ve The Ancestor’s Tale - Atalarımızın Öyküsü kitaplarının evrim konusunda yazılmış çok güzel kitaplar olduğuna değinmeden geçemeyeceğim [4], [5].)

DNA modelinin geliştirilmesi ile bu her iki kuramda açıklanan süreçlerin nasıl çalıştığını açıklamış oldu. Genetik özellikleriniz bir kod biçiminde sperm ve yumurta hücreleri ile gelecek nesillere aktarılıyordu. Yukarıda özetlenen DNA kopyalaması sırasında oluşan hatalar veya kodu bozan mor ötesi ışınlar gibi dış etkenler sonucunda de türlerde çeşitlilik-farklılık oluşuyor. Doğal çevreye daha iyi uyum sağlayan organizmalardaki “başarılı” genler, kopyalanarak, çoğalarak daha sonraki kuşaklara aktarılıp “gelişim” sağlanıyor. (Buradaki “başarı” ve “gelişim” gibi terimler çevreye uyum açısından değerlendirilmelidir. Yoksa bir karıncanın mı yoksa insanın mı daha “gelişmiş” olduğu bilimsel açıdan tartışılabilir.)

Burada “farklılıkların oluşması-seçim-başarının kalıcı olması” olarak özetleyebileceğimiz sürecin biyoloji dışında da birçok süreçte karşımıza çıktığını belirtmeliyiz. Örneğin şirketlerimize beyin fırtınası toplantıları ile birçok aykırı fikrin su yüzüne çıkmasını isteriz. Ardından bir değerlendirme süreci ile seçim yaparız ve son olarak da verdiğimiz karara dayalı bir stratejiyi, ülküyü (vizyonu), görevi (misyonu)  –en azından belirli bir süre- uygularız. Toplumların siyasal yönetiminde de farklı örgütlerin, partilerin fikir özgürlüğü içinde farklı fikirler oluşturmasını, daha sonra uygun bir seçim düzeni ile “iktidarın” belirlenmesini ve yine –belirli bir süre- bu yönde uygulamalar yapılmasını bekleriz.

Burada genlerin yol açtığı iki çağrışıma değinmek istiyorum: ölümsüzlük ve iletişim hızı.

DNA ÖLÜMSÜZ MÜ?

DNA molekülleri kromozomlar onlar da hücrelerin çekirdekleri içinde olduğuna göre hücreler ölünce, dağılınca, hele başka organizmalar tarafından yenince kuşkusuz DNA da yok olacaktır. Bu anlamda bir “ölümsüzlük” söz konusu değildir. Oysa “DNA’nın içerdiği bilgi” söz konusu olunca sorun biraz daha karışık bir hal alıyor.

Birkaç yıl önce çok popüler olan “Jurassic Park” filmini anımsarsınız. Hani milyonlarca yıl önce bir sivrisinek bir dinozorun kanını emmiş, sivrisinek bir reçine içinde çağımıza kadar korunup bu kandaki dinozor DNA’sı kullanılarak yeni dinozorlar üretilmişti. Filmin popüler olduğu günlerde yapılan bilimsel yorumları hatırlıyorum. Bilim insanları “DNA çoktan bozulmuştur” diye eleştiriyorlardı. Ben de bu eleştirileri okumuş ve filmi gerçekçi bulmamıştım. Bu gün ise pek emin değilim. Çünkü Japon bilim insanlarının ciddi ciddi bir buzulda korunmuş bir mamutun DNA’sını kullanıp yeni mamutlar üretmeye çalıştıklarını okuyoruz. Kuşkusuz iyi korunmuş büyük bir organizmada birçok genin “kurtarılmasının”, birkaç damla kan örneğinden daha kolay olduğunu da göz önüne almalıyız.

Bu aykırı örnekler –veya hayaller- bir yana bırakılırsa günümüz pratiğinde DNA’nın kendisinin “ölümlü” olduğunu söyleyebiliriz. DNA ölümlü olmakla birlikte sakladığı genetik kodu kendinden sonraki kuşaklara nasıl geçirdiğini yukarıda gördük. Bu kodun yüz milyonlarca yıl kuşaktan kuşağa geçebildiğini, “hemen hemen ölümsüz olduğunu” söyleyebiliriz. İnsan embriyosunun ilk evrelerinde   ‑örneğin‑ yunus balığı embriyosuna nasıl benzediğini hayretle gözlüyoruz.

Eğer organizma çevreye iyi uyum sağlar ve bu yönde gelişirse genlerinde kodlanan bilgiyi geleceğe aktarabiliyor.

BEYİN – SİNİR SİSTEMİ - KAS GELİŞİMİ

Bilgi iletiminde en önemli konulardan biri bilginin “yeterince doğru” aktarılması ise diğeri de “uygun bir sürede” iletilmesidir. Beyin bir düşman geldiğini anlayıp kaçması gerektiğine karar verdiğinde organizma kısa bir sürede bu komutu kaslara iletebilmeli ve kaslar da gereğini yapmalıdır. Madem bilim kurgu çağrışımlarından söz etmeğe başladım biraz daha devam edeyim. Samanyolu’na en yakın galaksi olarak Andromeda’nın adı bilim kurgu filmlerinde sıkça geçer. Hep Andromeda’dan gelen uzaylılar söz konusudur. Andomeda yeryüzüne yaklaşık 2,5 Milyon ışık yılı uzakta olduğuna göre elektromanyetik dalgalarla mesajların iletilmesi 2,5 Milyon yıl alacaktır. Oradan gelecek komutlara uyan yeryüzündeki bir yaratığın dünyaya egemen olması bu iletişimdeki süreler nedeniyle hiç de pratik olmayacaktır. Karşılıklı olarak birkaç komutun gidip gelmesi bile on milyonlarca yıl alacak, Andromeda’yı bilmem ama yeryüzündeki organizmalar, iklim, hatta jeolojik yapı bile büyük değişiklik gösterecektir. Demek ki Andromeda’lılar yeryüzüne egemen olmak istiyorlarsa komut göndermekten vazgeçmeliler. Yeryüzüne egemen olacak bir bilgisayar göndermeli ve komutları burada üretmelidir.

Bilirsiniz bir uzay gemisinin, kentin veya dünyanın egemenliğin bir bilgisayara geçmesi de bilim kurgu filmlerinin en klasik konularındandır. Bence bu konudaki en güzel örnek, bir başka bilim-kurgu klasiği Kartal Göz – Eagle Eye filmidir. Bir süper-bilgisayar (Autonomous Reconnaissance Intelligence Integration Analyst -ARIIA) cep telefonlarının, trafik ışıklarının, TV yayınlarının denetimini ele geçirip izleyiciye kâbus dolu saatler yaşatıyordu.

Yine genler konusuna dönüp bir analoji yaparsak organizmalarda genlerin çevreye uyumlu organizmalarla yeni kuşaklara geçmesi için kasların veya beynin gelişiminin önemini vurgulayabiliriz. Tehlikeli hayvanlardan kaçmak için kaslar gelişmeli, soğuk havadan korunmak için barınaklar yapılmalıdır. Ancak bu biçimde organizma yaşayabilir,  üreyebilir ve genler kodlarını gelecek kuşaklara aktarabilir.

Demek ki biyolojik gen-kalıtım-evrim çalışmaları sonucunda iyi bir kopyalayıcının (replicator) özelliklerini sıralayabiliriz:
  • ·         Çok üremeli, yaygınlaşmalı,
  • ·         Kendini genel olarak iyi kopyalamalı, bu arada “biraz” hata yapıp çeşitlilik oluşturmalı ve
  • ·         Uzun yaşamalıdır.

Şimdi yazımızın ikinci bölümüne geçip “toplumsal gelişme ile biyoloji arasında benzerlikler var mı?” sorusu üzerinde düşünebiliriz.
………………………………………………
[1] WATSON, James. D. İkili Sarmal, Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 1993.
[2] MENDEL, Gregor. Experiments on Plant Hybridization, 1866.
[3] DARWIN, Charles. On the Origin of Species, Londra: John Murray Pub., 1859.
[4] DAWKINS, Richard. Kör Saatiçi, Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 2010.
[5] DAWKINS, Richard. The Ancestor’s Tale, Londra: Weidenfelt & Nicolson, 2004.