30 Aralık 2016 Cuma

MALCOLM LOWRY - YANARDAĞIN ALTINDA



ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübü, 20 Aralık 2016’da Yanardağın Altında romanını tartıştı. 20. Yüzyılın En İyi İngilizce Romanlarına ilişkin Time, Guardian, Modern Library tarafından düzenlenen bütün listelere giren önemli bir roman.


Benim okuyucu adayına ilk başta söyleyeceğim: Eğer okuduğunuz kitapta olaylar, heyecan, birçok ilginç karakterin sizi baş döndürücü bir hızla büyülemesini arıyorsanız, bu roman size göre değil. Yok, gerçek bir edebiyatseverseniz, uzun betimlemelerle küçük bir Meksika kasabasını yaşamak, çok katmanlı bir kitapta bir alkoliğin bilinç akışını izlemek, başka edebi metinlere yapılan birçok göndermenin izini sürmek, başarılı-başarısız olmak veya ölüm üzerinde düşünmek istiyorsanız bu romanı okuyun. Bir daha okuyun. Hatta üçüncü defa okuyun. Ben birçok bölümün altını çizdim. Defalarca okudum ve başucuma koydum.

MALCOLM LOWRY

Malcolm Lowry, varlıklı bir İngiliz tüccarının oğlu olarak 1909’da doğmuş. İyi bir eğitim almasına karşın sevgisiz bir ortamda yetiştiğinden dert yanıyor. On beş yaşında içkiye başlayıp yaşamı boyunca peşini bırakmayacak karabasan içine gömülüyor. Bir yandan da bir yazar olarak kendini yetiştirmek için yoğun bir çaba sürdürüyor. İyi bir yazarın yazacak bir şeyler biriktirmesi gerektiğini düşünerek on yedi yaşında bir kamarot olarak uzak doğu denizlerinde serüven arıyor. Ardından dönüp Cambridge’de eğitimini tamamlıyor. Çeşitli dergilerde şiirler ve öyküler yayınlıyor. Yirmi dört yaşında bir tür sürgün yaşamı başlıyor. İki düzensiz evliliği var. Çeşitli ülkelerdeki akıl-ruh sağlığı hastanelerinde alkolizm tedavisi görüyor.

Uzun çabalardan, birçok taslaktan sonra 1947’de günümüzde bir başyapıt olarak değerlendirin Yanardağın Altında (Under the Volcano) basılıyor ve çok beğeniliyor. Tek kitaplık bir yazar olmaktan korkuyor. Ama Yanardağın Altında romanı o kadar öne çıkıyor ve bu kitabın basımından yalnızca on yıl sonraki ölümü, ne yazık ki bu sonucu doğuruyor. Lowry’nin çok büyük bir çaba göstererek, ömrü boyunca yoğun biçimde yazdığını biliyoruz. Ama düzensiz yaşamı nedeniyle yazdığı birçok yapıtın kaybolduğu, yangında yitirildiği de bir gerçek. Hatta Yanardağın Altında’nın, Dante’nin İlahi Komedisi gibi bir üçlemenin birincisi (cehennem) olarak planlandığı belirtiliyor.

1957’deki ölüm nedenini resmi kayıtlar “kusma sonucunda boğulma” olarak belirtiyor ve “kaza” değil “aşırı risk alma sonunda oluşan kaza” (death by accident değil death by misadventure) diye belirtiyorsa da o gece yine çok sarhoş olduğu, eşine saldırdığı, eşinin evden kaçtığı ve çok miktarda uyku hapı aldığı biliniyor. Yani intihara çok yakın bir kaza!

YANARDAĞIN ALTINDA

Kitap (Malcolm Lowry, Yanardağın Altında, Çeviren Sinan Fişek, Can yayınları, 3. Basım Haziran 2010) 459 sayfa. Baştaki 56 sayfalık Birinci Bölüm dışında ana metin tek bir günü anlatıyor: 2 Kasım 1938.

Bu gün Meksika’da Ölüler Günü (El Dia de los Muertos) veya Ruhların Günü (El Día de los Difuntos) kutlanıyor. Hem de ne gün! Kökleri Aztek kültürüne uzanan bu ilginç “bayramda” ölülerin ruhları yaşayanlarla ilişki kurabiliyor. Bir yandan mezarlık ziyaretleri, mezar süslemeleri, kilise törenleri; diğer yandan kurukafalı-iskeletli-maskeli-tabutlu-bandolu-şarkılı-danslı yürüyüşler yapılıyor. Boğa güreşleri düzenleniyor, çocuklar atlıkarıncalara biniyor. Evet, Meksika yerlilerinin Aztek kültüründen kaynaklandığı belirgin, ama işgalci İspanyolların Katolik kültüründeki Bütün Ruhların Günü (All Souls Day) ile de uyum sağlamış. Bu özel gün roman için çok güzel bir arka plan oluşturmuş. Konsolos sevgili eşine sesleniyor: “Yvonne, geri dön bana… bir günlüğüne bile olsa” (s. 55).

Bence bu gelenek, birçok kültürde yer alan ve insan doğasının çok derinlerinde yatan ilginç bir çatışmayı yüzeye çıkartıyor. Biz de bayram arifesinde veya bayram sabahı kabristana gidip, kaybettiklerimizi anmaz mıyız? Adeta onları unuttuğumuz sanılmasın diye özür dileriz; bayramın ilerleyen saatlerinde eğlenmek, mutlu olmak izin isteriz.

Kitap, Malcolm Lowry’nin yaşamından güçlü alıntılar taşıyan, otobiyografik nitelikte bir roman.  Üç ana kişi var: Lowry’yi yansıtan Konsolos (Geoffrey Firmin), karısı Yvonne (Yvonne Constable) ve Konsolosun üvey kardeşi Hugh (Hugh Firmin).  Roman Lowry’nin yaşamında Meksika’daki günlerini kapsıyor, onun alkol bağımlılığının karabasanını, eşleri ile olan çatışmalarını yansıtıyor.  

Roman bir savaş romanı değil. Ama arka planda hep savaş var. Konsolosun geçmişindeki Samaritan gemisi, Alman diplomatla konuşması, Hugh’un İspanya iç savaşı anıları, İkinci Dünya Savaşına giden yolda sürüklenirken Nazilerin Meksika’da örgütlenmesi… Bu bence savaştan da öte bir şey. İnsanlık ölüyor. Konsolos alkol bunalımlarında çırpınırken insanlık da faşizm batağında ölüyor. Konsolosun Hindistan’da doğup Çin Denizinde Alman denizaltısı kovaladığını, Yvonne’un Hawaii’de doğup ABD üzerinden, Hugh’un İspanya’dan Meksika’ya gelip üçlünün Meksika’nın küçük bir kenti, Quauhnahuauc’da, buluştuğunu düşünürsek, konuştuğumuz bütün Dünyayı kapsayan bir bunalım. Zaten romanın daha ilk sayfasında Quauhnahuauc’ın 19. Enlem üzerinde bulunduğu söylenip bu enlemdeki bir dizi yer sayılarak konunun küreselliği vurgulanıyor.
Roman Cortez’den Maximilian’a uzanan birçok tarihsel çağrışımlara yer veriyor:

(Meksika’nın İspanyollar tarafından “fethedilmesine” gönderme yapılarak) “…önemli olan fethin, fatihlerinki kadar –belki daha da iyi- ve köklü bir topluma karşı gerçekleştirilmiş olması” (s. 336).
 
Hatta bu tarihsel çizgi günümüze kadar uzanıyor: “… önce İspanyol yerliyi sömürdü, çocukları olduktan sonra da melezi sömürdü, sonra tam kan Meksikalı İspanyol’u, criolloyu, sonra mestizo yerli yabancı herkesi sömürdü. Sonra Almanlarla Amerikalılar onu sömürdüler. Şimdi de geldik son bölüme: Herkes herkesi sömürüyor” (s. 335).

Tarihsel ve siyasal çağrışımlar romandaki kişiler ile iç içe:

Maximilian’ın harabeye dönmüş sarayında Maximillian’ın hayaleti karısı Carlotta ile konuşuyor: “…Buraya gelmek bizim alın yazımız Carlotta. Şu uzayıp giden nefis ülkeye bak: tepelerine, vadilerine, inanılmaz güzellikteki yanardağlarına. Bunlar bizim, bir düşün!”. Oysa “sarayda duyduğu ses Maximillian’ın değil Konsolosundu” (s. 25 – 26).

Özellikle Hugh için bir karabasan olan İspanyol iç savaşındaki Ebro Muharebesi romanda çokça anılıp adeta bir simge haline geliyor. Öyle ki rüzgâr bile buna tanık. “Ve Ebro Savaşını kaybediyorlar. Senin yüzünden, dedi rüzgâr” (s. 174). Ebro Muharebesi Cumhuriyetçilerin Faşistlere karşı kaybettiği savaşın dönüm noktası. Acaba bu küçük Meksika kasabasında Konsolosun alkolizmi yenmek ve karısının sevgisini kazanmak için giriştiği mücadele de bir yenilginin dönüm noktası mı?

Romanda, romanın adından başlayan birçok metafor var.  Quauhnahuac iki yanardağın (Popocatepeti ve Ixtaccihuati) eteklerinde kurulmuş. Aztek söylencelerine göre aileleri tarafından evlenmelerine izin verilmeyen iki sevgili. Burada hemen bir türlü tam anlamıyla birbirine kavuşamayan Konsolos ve Yvonne’u aklımıza geliyor.   Yanardağ külleri ile kaplı bu bölgede tarım ürünleri çeşitlenemiyor. Örneğin romanda “kaktüs çiftçileri” anılıyor. Sonuç olarak halk içiyor ve dua ediyor, Quauhnahuac’da on sekiz kilise ve elli yedi bar (cantina) var.
Konsolos ile Yvonne’un evleri Calle Tierra del Fuego (Ateş Ülkesi Sokağı) üzerinde. Tüten bir yanardağın eteğindeki kasaba için çok doğal bir seçim olan bu isim, bir yandan da Konsolosun içinde olduğu cehennemi düşündürüyor. Zaten yangın – ateş – ölüm – cehennem kitap boyunca bizi izleyen bir metafor. Öncelikle Konsolos cehennem içinde yaşayan bir karakter. “Ve bu ülkenin adı cehennem.  Meksika değil tabii, ama insan yüreğinin içinde bir yer” (s. 49). Deniz altıdaki Alman denizaltısındaki subayların kazanda yanması, Konsolosun Yvonne’a yazdığı; ama gönderemediği, mektubun yanması ne kadar güzel anlatılıyor: “… kıvrılmakta olan kâğıt kümesini kül tablasına bırakınca ilgisi dağıldı; güzel ve uyumlu bir biçimde, yanan bir saray gibi kendi üzerine kıvrıldı kâğıtlar, sonra saray çöktü, ince dumanların arasında birkaç kül uçuştu ve tıkırdayan, içinde küçük kırmızı solucanlar gibi kıvılcımların kıvrılıp uçuştukları bir kovana dönüştü, sonra da hafifçe çatırdayan ölü bir posa oldu” (s. 56).

Benzer biçimde atlar (özellikle beyaz atlar), sayılar (özellikle yedi sayısı) birkaç önemli yerde görülüyor. Acaba beyaz at ile ünlü viski markası White Horse’a gönderme mi yapılıyor? (Roman üzerine aynı adla 1984’de çekilen filimde de bu marka birkaç kez görülüyor.)

William Blackstone (bazı kaynaklarda Blaxton diye yazılıyor) da birkaç yerde anılan bir kişi. Avrupa’daki dini baskıdan kaçarak Amerika’ya gelip daha 17. Yüzyılda Boston dolaylarına yerleşen ilk İngiliz Puritan gruptan. Ne var ki Blacstone, Puritan’ların da kendi dinsel görüşlerinde hoşgörüsüz ve baskıcı olduğunu görerek Kızılderililer arasında yaşıyor. Konsolos da barmene “… ben şahsen William Blackstone’un yanına gömülmek isterdim…Kızılderililerin arasında yaşayan adam” (s. 66). Bu göndermede de Konsolosun ülkesini terk edip, emekli olduktan sonra bile, küçük bir Meksika kasabasında barlara sığınmasını (tabii Lowry’nin gezgin yaşamını) görüyoruz.

Lowry’nin çok iyi eğitim almış tam bir edebiyat tutkunu olduğunu biliyoruz. Romandaki karşılığı olan Konsolos da öyle. Romanda adı geçen kişiler, gönderme yapılan edebiyat yapıtları sonsuz bir liste oluşturuyor. Bunları aramak, bulmak da okuyucuya yeni ufuklar açıyor. Birkaç tane örnek vereyim:

Konu cehennem, bir ruhun çektiği azap olunca kuşkusuz akla ilk gelen yapıt Faust oluyor. Faust öyküsü romanın hep arka planında Konsolos ile kader birliği yapıyor (s. 40, 47, 48…). Hem de çok bilinen Goethe yapıtına değil çok daha öncesi Cristopher Marlowe’un (1564 – 1593) Faustus’una göndermelerle.

Konsolosu’u doğru yola yöneltmeye çalışan Dr. Arturo Díaz Vigil’in soyadı Cehenem’de (Inferno) Dante’nin rehberi Virgil’e gönderme.

Shakespeare’in Yeter ki Sonu İyi Bitsin (All’s Well Thats Ends Well) oyununda yitirdiği sevgilinin ardından Bertram “Aşk çok geç gelir” (But love that comes too late) diye ağlar. Konsolos da “geç gelen aşktan” yakınır (s. 50).

Konsolos’un Alman subaylara ilişkin durumu Josph Conrad’ın Lord Jim’inde anlatılan duygular ile paralel (s. 46).

Edebiyat, romanın karakterlerinin, hatta savaşın içindedir: Hugh İspanya anılarını anlatır: “İspanya’da dövüşen bir İngiliz arkadaşım vardı… İki kere ölüm haberi geldi, ama ikisinde de dipdiri çıktı ortaya. Otuz altıda oradaydı. Franco’nun saldırıya geçmesini beklerken üniversite kütüphanesinde tüfeği ile uzanıp daha önceden okumadığı De Quency’yi okuyordu” (s. 119).

Romanın çok güzel betimlemelerle dolu olduğunu belirtmiştim. Tadımlık iki örnek vereyim:

Barda tek başına –daha doğrusu tavuğuyla birlikte- oturup domino oynayan ihtiyar yerli kadın şöyle anlatılıyor: “çelikten yapılmış, sapı hayvan tırnağından bastonu canlı bir yaratık gibi duruyordu masanın kenarında. Giysisinin koynunda, yüreğinin üstünde, ipe bağlı küçük bir tavuk tutuyordu. Tavuk canlı, ani, yanlamasına bakışlarla kafasını kadının koynundan çıkarıp ortalığı süzüyordu. Kadın tavuğu yanı başına, masanın üstüne koydu, tavuk küçük çığlıklar atarak dominoları gagalamaya başladı. Sonra kadın tavuğu yerine koydu gene, giysisini şefkatle yerleştirdi üzerine…” (s. 65).

Hugh daha önce birkaç kez anılarak okuyucunun merakı uyarılmıştı. Hatta okurken “Konsolos – Yvonne – Hugh, işte klasik aşk üçgeni” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ardından Hugh da çok sinematografik bir anlatımla romana giriyor: “Beline kadar açık ve iki kemerin üstünde, güneşin yakmaktan çok kavurduğu göğsünü gösteren düğmelerini iliklemeğe başladı; kemerin altında, sağ kalça kemiğinin üzerine asılı ve sağ bacağına sırımla bağlı kılıfı taşıyan palaskayı okşadı, sırımı okşadı (gizli ama büyük bir kıvanç duyuyordu bu kılıktan), sonra gömleğinin göğüs cebini okşadı; orada bulduğu gevşek, elle sarılmış sigarayı yakarken Yvonne sordu…”  (s. 114).
Bu uzun cümlede Hugh’un ellerinin hareketlerini izlerken yanık tenini, hatta kılığından duyduğu memnuniyeti izliyoruz.

Kısacası çok katmanlı, gerçek bir edebiyat yapıtını yavaş – yavaş sindirerek okumak; başka kaynakları incelemek ve düşünmek istiyorsanız “Yanardağın Altında” tam okunacak roman.