16 Eylül 2023 Cumartesi

AHLAK YASASI - 2

 

Bir önceki yazıda ilkesel ahlak konusunda değinmiş, “içimizde bir ahlak yasası var mı” sorusunun yanıtını 17-18. Yüzyıl felsefesi - özellikle Immanuel Kant düşüncesinde arayıp, aynı soruya bilim, evrimsel biyoloji, özellikle primatlarda adalet (justice) ve haklılık (fairness - éqiuté) kavramı açısından bakmaya söz vermiştim. Şimdi bunu yapmaya çalışacağım.

Öncelikle bilim dünyasında başka bir dil görüyoruz. “içimizdeki” kavramı, “milyonlarca yılın süzgecinden geçip evrimleşen, GEN ve MEM’lerimize yereşen” kavramına dönüşüyor. İnsan ve yakın akrabaları, gruplar halinde yaşayan sosyal canlılar olduğuna göre, “dayanışma”, “yardım”, “sevgi”... gibi duyguların bunlarda gözlenmesi çok doğal. Ama “haklılık” ve “adalet” gibi kavramlar “kendine ait bir şeylerden vazgeçmeyi”, “fedakarlık yapmayı” gerektiriyor. Pekiyi bu özellikler nasıl gelişiyor?

İnsan beyninde milyonlarca yıl içinde neocortex bölgesinin önemli ölçüde büyüdüğünü, beynimizin yaşayan en yakın akrabalarımızdan şempanze beyninden yaklaşık üç kat büyük olduğunu ve bilişsel (cognitive) yeteneklerimizin çok geliştiğini biliyoruz. Böylece oldukça yakın akrabalarımız olan çeşitli primatları inceleyerek, onlarla oyunlar oynayarak, davranış ve tepkilerini gözleyerek sorumuzun yanıtını arayabiliriz.

Bilim insanları uzun yıllardır maymunları inceliyor. Örneğin Frans de Waal, bu çalışmaları yürüten, önde gelen isimler arasında. Günümüzde de YouTube’da “Frans de Waal: Moral behavior in animals” olarak ararsanız, ilginç videolarını bulabilirsiniz. Verilen aynı görevi başaran iki capuchin maymunundan birine üzüm, diğerine salatalık verilince, “hakkı yenen” maymunun isyan ettiği görülüyor.


Daha kapsamlı çalışmalar Oyun Kuramından (Game Theory) ilham alan deneyler olarak beliriyor.  Oyun kuramı, basit haliyle, en az iki bireyin kararlarının birbirini etkilediği ve bir dizi olasılığın söz konusu olduğu durumlarda ulaşılacak akılcı (rasyonel) kararları inceliyor. Temel olarak matematik alanından kaynaklanan çalışmalar, ekonomi,  yönetim ve müzakere gibi alanlarda geniş uygulama alanı buluyor. Ama burada bizi ilgilendiren, oyun kuramında geliştirilen bazı oyunların primatlarla oynanması.

Adalet ve haklılık konusunda tasarımlanan en basit  oyun, Ültimatom Oyununu  (Ultimatum Game) ele alalım. Bu oyunda birbirini görebilen bir “Öneren” ile bir  “Yanıtlayan” kişi var. Önerene bir miktar para gibi bir armağan verildiğini, bunu kendisi ile Yanıtlayan arasında bölüştürmesini, ama Yanıtlayan bu bölüşümü kabul etmezse ikisinin de hiç bir şey alamayacağının belirtildiğini düşünelim. Acaba bu durumda Öneren armağanı nasıl bölüştürür? Yapılan birçok deney sonucu olarak, Batı toplumlarında yetişkin bir Öneren, çoğunlukla kendine verilenin %40’ını Yanıtlayana iletiyor. Bu oran %20’nin altına düştüğünde Yanıtlayan, kendine verileni reddedip iki oyuncunun da hiçbir şey almamasını tercih ediyor. (C. Camerer, “Behavioral Game Theory: Experiments in Strategic Interaction”, Russell Sage Foundation; Princeton Univ Press, 2003)

Adalet duygusunun evrimsel gelişimi konusunu incelemek için benzer deneylerin (kuşkusuz meyve gibi ödüller verilerek) çeşitli maymun türleri ile yapılması çok yaygın.

Yıllar boyunca homo sapiens ve çeşitli primatlarla yapılmış birçok deneyi değerlendiren S. Bosnan’ın vardığı sonuç şöyle: “İnsanlar, benzerleriyle farklı muameleye uğradıklarında olumsuz tepki vermede yalnız değiller. Bu tepki, diğer türlerde de görülüyor ve başarılı bir işbirliğinde etkili oluyor. Bu davranış, evrimi anlamamızı ve kendi davranışlarımıza ilişkin içgörü geliştirmemizi sağlıyor. İnsan olmayan primatlar, insanlarla tam olarak aynı şekilde bir adalet duygusu göstermeseler de, karşılaştırmalı çalışmalar, adalet ve adaletin evrimi hakkında bilgi edinmemizi, insanlarda da bu yargılara ilişkin anlayışımızı geliştirecektir.” (S. Brosnan, “Justice and Fairness Related Behaviours in Nonhuman Primates”, PNAS, 2013). Bence burada “başarılı bir işbirliği” ifadesi çok önemli. Birlikte yaşam sürdüren bireyler için, “dayanışma”, “yardım”, “sevgi”... gibi kavramların yanında “adalet” de evrim konusu. Burada küçük bir not ekleyeyim: “Evrim” konusunu çoğu zaman bireylerin fiziksel özellikleri kapsamında düşünüyoruz. Oysa Richard Dawkins veya Susan Blackmore gibi yazarların davranışların GEN değilse de MEMler aracılığı ile kuşaktan kuşağa aktarıldığını belirtiyor (Dawkins, “Selfish GENE”; Blackmore, “The MEM Machine”).


Birinci bölümde, deneyci (empirist) J. Lock’u anıp, “insan düşüncesinin kaynağı algılardır” dediğini yazmıştım. (“Human Understanding”,Tabula Rasa tartışması, 1689). Akılcı (rasyonel) I. Kant ise “içimizdeki” ahlak yasasından söz etmişti. İkinci bölümde konuya bilim yönünden değindikten sonra, kendi fikrimi belirteyim: Kant veya benzer düşünürlerin yaşadığı çağda biyoloji, antropoloji, evrim, DNA, GEN, MEM... gibi konular henüz gündeme gelmediği için onların “insanın içinde” dediği birçok şeyin, çeşitli primatlarda milyonlarca yıllık evrim ile homo sapiense aktarıldığını düşünüyorum.  Yani bence Locke haklı, “deneyimlerimiz kaynak”, ama milyonlarca yıl süren bir deney birikimi söz konusu! Kant da haklı, çünkü gerçekten birikim “içimizde”!

 

1 Eylül 2023 Cuma

AHLAK YASASI -1


Bu kez beni çok düşündüren bir konuya değinmek istiyorum: “ilkesel ahlak açısından ‘doğru’ adil ve hakça olanı bilme konusunda “içsel” bir özelliğimiz var mı? Yoksa doğruyu / yanlışı yaşadığımız çevrede, aldığımız eğitimle mi öğreniriz?” İlkesel  ahlak diye vurguluyorum. Çünkü bir toplumda geçerli olan ahlak kurallarının (normative ahlak) eğitimle öğrenildiğini biliyoruz. Doğru bir iş yaptığımızda içimizi bir mutluluk kaplar. Yanlış yaptığımızda ise belki bir mazeret bulmaya, yanlışımızı unutmaya çalışırız, ama bir yandan da pişmanlık duyarız. İşte içimizden gelen bu ses ne kadar “içimizde”?

Konu çok boyutlu bir nitelik taşıdığına göre en azından felsefe ve bilim açılarından yaklaşabiliriz. Uzun metinlerle sizleri sıkmak istemediğim için, bu yazıda konuyu felsefe –daha doğrusu yalnızca Kant felsefesi- açısından ele  almaya çalışacağım. Bir sonraki yazıda da bu konuya bilimsel bir açıdan bakacağım.

Kuşkusuz bir felsefeci değilim. Felsefeyi yalnızca uzmanların anlayabileceği bir akademik dile sıkıştırıp “felsefe yapmaya” çalışmayacağım, zaten istesem de bunu yapamam. Gündelik yaşam içinde “içimde bir ahlak yasası var mı” diye merak ediyorum.

Ortaçağı geride bırakan Batı Avrupa, düşünsel ve toplumsal yaşamında çok ilginç bir dönüm noktası oluşturuyor. O döneme kadar arka planda bırakılmış insan ön plana çıkmış, okyanuslar aşılmış, bilinmeyen kıtalar keşfedilmiş, bilimsel buluşlar dünya görüşümüzü kökten değiştirmiş, dini dogmalardan bağımsız bir düşünce sistemi kurulmaya başlamış.

Kendimizi felsefe alanıyla sınırlarsak R. Descartes nesneyi deği özneyi merkeze alıp kendi aklından yola çıkarak Tanrıya ulaşmıştı (“Meditations”, 1641.); B. Spinoza ise panteizm kapsamında ters yönde hareket ederek, ben olmayandan başlayarak “Tanrı, evrenin – doğanın kendisi olabilir mi” diye sorgulamıştı (“Ethica”, 1677). T. Hobbes, toplum yönetimini gündeme getirmişti (“Leviathan”, 1651). J. Locke, deneyciliği (emprisizim) geliştirip, insan düşüncesinin kaynağını algılar olarak tanımlamıştı (“Human Understanding”,Tabula Rasa tartışması, 1689);


Başlangıçtaki soruya dönersek, 1600’lerin düşünsel alt yapısından ve oluşturduğu sorunlardan yola çıkan Immanuel Kant’ın ele aldığı temel sorunun “doğa yasalarının yanında evrensel bir ahlak yasası da var mı? Kutsaldan arındırılmış düşünce sisteminde Tanrı’nın yerini akıl alabilir mi?” sorusu olduğu söylenebilir. Zaten yazdığı 10’dan fazla büyük eserin kronolojisine bakıldığında Ahlak Felsefesi ile zirveye ulaştığını görüyoruz: Saf Aklın Eleştirisi (1781), Aydınlanma Nedir (1784), Pratik Aklın Eleştirisi (1788), Yargı Yetisini Eleştirisi (1790), ... ve Ahlak Felsefesi (1797).

Kant, “Salt Aklın Eleştirisinde” somut konuları, doğa yasalarını ele alır. Öncelikle “özgürlük-freedom” ve “nedensellik-causality” konularına değinelim.. Ahlak Yasası, bu tür yasalardan farklı olmalıdır. Eğer ahlak yasası, cisimlerin kütle çekim yasasına tabi olması gibi doğa yasalarında gördüğümüz katılıkta bir zorunluluk ve nedensellik içerseydi özgürce seçim yapıp aklımızı kullanmamız gerekmezdi. Kimseye boyun eğmeden insan, kendi Ahlak Yasasını koyabilir (aklını kullanmaya cesaret et - sapere aude kavramı).

“Pratik Aklın Eleştirisi”nde ise davranış ve kararlarımızı ele alır. Bu alan daha özgürdür, deterministik değildir . Ahlak Yasası kuşkusuz bu kapsamdadır. Kant’ın –bu nota kaynaklık eden ünlü anlatımı da burada ye alır:  “İki  şey üzerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç bir saygıyla dolduruyor. Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki Ahlak Yasası”. İnsan, özgürdür, ama bu özgürlük keyfilik değildir. Özgürlüğünü aklını kullanarak kazanır ve aynı akıl Ahlak Yasasına uygun davranmasına da yol açar.

Kant’ın Ahlak Yasası bize doğrudan ne yapmamız veya ne yapmamamız gerektiğini söylemiyor, ama bu konudaki ilkeleri vurguluyor:

·         Ahlaklı eylem bütün insanlar için geçerli evrensel ilke ve yasaya uygun olmalıdır. Her zaman, her toplumda, her kültürde, bütün insanlar için önek olmalı ve herkes böyle davrandığında sorun olmamalı.

·         Kişi, ahlaklı eylemi sadece kendisi için yapmalı. Uzun / kısa vadeli bir kazanım peşinde veya bir cezadan kaçmak için yapmamalı.

Kant, ilk bakışta aralarında hiçbir ilişki göremediğimiz “estetik”  ve “geometri” ile “Ahlak Yasası”arasındaki ilişkiye dikkat çeker.

Güzel bir manzarayı veya güzel bir sanat eserini beğenmek konusunda geniş ölçüde birleşiyoruz. Bir nesneyi “güzel” bulduğumuzu düşünelim. Bu özellik nesnede değil, bizde uyandırdığı etkidedir. Bu duygu da aşkın, dünyanın sınırlarını aşan (transandantal) bir niteliktedir. İzlediğimiz nesne hakkında estetik bir yargı olarak “güzel” yargısına ulaşmamız, ortak duyumuz (sensus communis) olduğunu gösteriyor. Güzellik ile yücelik bize hakiki bir ahlak duygusu ve bir özgürlük tecrübesi verir. Hatta bu “ortak görüş”, insan olarak sosyalliğimizin bir kanıtı olarak düşünülebilir (Luc Ferry’nin homo esteticus kavramı). Burada “güzellik, bize insanlığın olup olmadığını öğretir” diyen, Kant’ın 150 km ötesinde yaşayan çağdaşı F. Shiller’i hatırlayabiliriz.

Benzer biçimde Kant’a göre evrensel Ahlak Yasası ile geometri teoremlerinin doğruluğunu herkesin akıl yoluyla kabul etmesi arasında bir ilişki vardır. Antik çağlardan beri “herşeyin bir kuralı olduğunu” bize gösteren geometridir. Birçok felsefe / mantık metninde argümanların sonunda “kesinlikle kanıtlanmıştır” (QED - quod erat demonstrandum) ifadesini görülür. Geometrinin, birçok felsefeciyi büyülediğini, örneğin yukarıda adını andığımız B. Spinoza’nın ölümünden sonra yayınlanmış (1677) kısaca “Ahlak - Ethica” olarak  bilinen ünlü eserinin tam isminin “Geometrik Düzene Göre Kanıtlanmış ve Beş Kısma Ayrılmış Ahlak” olduğunu belirtmeliyiz. Sanırım geometrinin, ayrı yazı konusu olması gerekiyor.

Batı felsefesinde çok büyük bir ağırlığı olan, adeta düşünce tarihini Kant’tan önce ve Kant’dan sonra diye ikiye ayırmış olan bu felsefeci ve Ahlak Yasası konusu bitmez. İyisi mi mezar taşında yazan şu satırlarla -bir de bilim açısından bakmak üzere- konuyu şimdilik sonlandıralım:


IMMANUEL KANT (1724-1804) Königsberg,

İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor:

Üstümdeki yıldızlı gök ve içimdeki Ahlak Yasası...

 

 

YENİDEN BAŞLARKEN

 

Bu blogun ilk yazıları bundan 10 yıl önce yazıldı. Yani oldukça eski! Bu yıllardan sonra Twitter, Facebooki, Instagram, WhatsApp, Telegram gibi “sosyal medya” platformları ve bunlardaki kısa mesajlar çok yaygınlaştı. Ben ise blogum için yazmayı çok ihmal ettim. Bunun kişisel ve genel nedenleri var. Ama bunlara değinmek pek  de gerekli değil. 2023’ün ikinci yarısında yeniden başlamak istiyorum.

Bu arada blog yazılarımda bazı değişiklikler yapmak da istiyorum. Temel olarak daha kısa, sade, sık ve düzenli yazmaya çalışacağım.  Yazıların kısa olması için bazen bir konuyu bölmem gerekecek. Bu durumu 1,2, diye açıkça göstereceğim. Bölme, yazının kısalığı yanında okuyucuya bir düşünme fırsatı da sağlayacak. Tabii düşünmek isteyenler için.  

“Şu nedenle yazamadım”, “böyle yazacağım” demektense başlayayım daha iyi. Tekrar günaydın.

Kaya