26 Ocak 2014 Pazar

HADRIANUS'UN ANILARI

ODTÜ Mezunlar Deneği Edebiyat Kulübünün 22 Ekim 2013 tarihli toplantısında Marguerite Yourcenar’ın Hadriansus’un Anıları adlı yapıtı tartışıldı (Çeviri: Nili Bilkur, İstanbul: Helikopter Kitap Yayınları, 2008). 



İtiraf edeyim: Tanımadığım bir yazarın duymadığım bir kitabıydı. Kitabı elime aldığımda da ilk olarak biçimini anlamaya çalıştım. Yazar Hadrianus olsa bir anı kitabı diyeceğim; ama yazar Yourcenar, bir romancı. Roman diyeceğim; ama düşünsel veya sözel diyaloglar olur; bu ise uzun bir mektup biçiminde yazılmış monolog. Okumaya başladım. Beğendiğim fikirleri, aforizma diyebileceğimiz anlatımları işaretlemeye başladım. Kısa bir süre sonra gördüm ki bütün satırları işaretliyorum. Evet! Bir tarihsel bir kişiliğin, bir imparatorun yaşamından ve kişiliğinden yola çıkarak mektup biçiminde kurgulanmış bir roman. Aforizmaların yoğunluğu kitaba bir “deneme” tadı veriyor. Ama hayır! Anlatılan kişilik o denli güzel yansıtılmış ki bu bir roman. Hem de tipik bir tarihsel roman da değil. Birçok tarihsel romanda ister-istemez olaylar öne çıkar, karakterlerin kişiliklerini, psikolojilerini bastırır. Burada olaylar değil, Hadrianus önde.

MARGUERITE YOURCENAR

Yazar Marguerite Yourcenar (1903-1897) Belçika doğumlu çok ilginç bir Fransız yazarı. Üstün yetenekli bir çocuk olduğu oldukça erken yaşlarında anlaşılmış. 10 yaşında Latince, 11 yaşında İngilizce ve 12 yaşında Yunanca öğrenmiş. 

1921 ve 1922’de yayımlanan 2 şiir kitabının ardından ilk romanı Alexis 1929’da yayınlamış.  1939’da İkinci Dünya Savaşı başlayınca Amerika’ya yerleşmiş ve New York’ta İngiliz Edebiyatı öğretmeni Grace Frick ile yaşamaya başlamış. İki kadın 1950’de Maine’de Mount Desert adasına yerleşmişler ve 1979’da Frick’in ölümüne kadar orada yaşamışlar.

Yourcenar, çok sayıda şiir, roman antoloji, öykü, anı yazmış; Virginia Woolf, Henry James, James Baldwin ve K.Kavafis’ten çeviriler yapmış. En ünlü yapıtı hiç kuşkusuz 1951’de basılan Hadrianus’un Anıları adlı roman olmuş. 1980’de Fransız Akademisinin ilk kadın üyesi olmuş. Anekdotlara göre bu o denli değişik bir olaymış ki Akademide “Erkek” (Gents) tuvaletlerinin yanına “Yourcenar” tuvaletleri yapılmış.

Ölümünden sonra Mount Desert adasındaki “küçük eğlence” (petite plaisance) adlı evi müze haline getirilmiş. Karşı kıyıdaki mezar plakasında “insan yüreğini yaşamın tüm boyutlarına genişletebilen kutlansın”[1] yazıyor.

HADRIANUS

Romanın konusu olan İmparator Hadrianus, Roma İmparatorluğu tarihinde Nerva-Antonine hanedanında yer alıyor. Yandaki imparatorluk şemasında görülen imparatorlar “Beş İyi İmparator”  olarak anılıyor. Bence bu dönemde imparatorların çok başarılı olmasının nedenlerinden biri imparatorluğun babadan oğula değil, imparatorun seçkin bir çevreden en iyi yetişmiş adayı “evlat edinip” varis olarak belirlenmesi (Imperatori Adottivi). 

Bu imparatorlardan hiç biri arasında biyolojik baba-oğul ilişkisi yok. Örneğin Hadrianus’un babası Aelius Afer adlı bir asil, Trajan ise kuzeni. Bu iyi yetişme konusunu Hadrianus örneğinde ele alırsak on beş yaşından önce başlayan acemi askerlik ardından felsefe temelli matematik, hukuk ve tıp eğitimleri ile geçen öğrenim dönemi görüyoruz.  Gençlik döneminde miras davalarına bakan bir mahkemede yargıçlık (s. 40), Balkanlardan İran’a uzanan topraklarda bir dizi savaşta subaylık (s. 48, s. 53, s. 56), senatörlük, konsüllük, İmparator’un sözcülüğü (s. 59), Suriye’de Valilik ve Germanya bölgesinin yöneticiliği (s. 130) gibi görevler üstleniyor. Bu alanlardaki başarılarından sonra imparator tarafından evlat ediniliyor ve senato onayı ile imparator oluyor.

STOACI DÜŞÜNCE

Bu dönem imparatorlarının önemli bir özelliği de felsefe dünyasının içinde yer almaları. Bu dönemde Roma İmparatorluğu adeta Eflatun’ın Devlet’te önerdiği “filzof krallar”a sahip oldu. Kuşkusuz bu konudaki en bilinen örnek en önemli Stoacı düşünürlerden biri olan Marcus Aurelius. Özelikle 12 ciltlik Meditasyon -Kendime Düşünceler adlı kitabı Stoa felsefesinin önde gelen yapıtı. Bu kitabın Büyük Frederick, John Stuart Mill, Matthew Arnold, Goethe, Wen Jiabao ve Bill Clinton’un en sevdiği itaplar arasında olduğunu belirtelim. Tabii bizim açımızdan Hadrianus’un Anıları’nın Marcus Arelius’a yazılmış bir mektup olması da bu imparatoru ilginç kılıyor.
Antik Yunan felsefesinin Batı düşüncesinde ne kadar önemli bir yer kapladığını biliriz. Roma İmparatorluğu dönemi ise felsefe dünyasına o kadar büyük bir katkı sağlamamış. Yunanistan, özellikle Atina bir düşünce merkezi olarak önemini korumuş. Ama o parlak günleri artık geçmişte kalmış.

Antik Yunan felsefesinin altın çağından sonra Roma dönemine iki ana düşünce çizgisi kalmış:

  • ·       Sisam’lı Epikür’ün hazcı (hedonist) çizgisi. (Doğru ve yanlışın ne olduğunu bize zevk veren ve korkutan, acı veren şeylerin neler olduğunu değerlendirerek anlayabiliriz. Dostlarımız arasında mutlu ve sakin bir yaşam sürmeliyiz. İnsanoğlunun temel korkusu ölümdür. Oysa ölümden korkmamıza gerek yoktur. Çünkü ölünce fiziksel, duygusal veya ruhsal yaşam sona erer ve fiziksel, duygusal veya ruhsal bir acı çekmemize olanak kalmaz.)
  • ·       Tarsuslu Zenon’un Stoacı çizgisi. (Yıkıcı duygular yanlış kararlardan kaynaklanır. İnsan özgürlüğü ile evrensel kaçınılmazlık arasında büyük bir çekişme vardır. İnsan eğer doğa ile uyum içinde bir yaşam sürerse yanlış karar almaz, özgürlüğü bir çatışmaya girmez ve yıkıcı duygular oluşmaz)

Epikür’cü çizgi dinsizliğe-Tanrısızlığa yöneldiği ve Stoacı çizgi tanrısal gücü ve kaderi öne çıkardığı için Stoacılık Roma döneminde daha uygun bir ortam buldu. Genellikle “Beş İyi İmparator” dönemi, özellikle de burada ele aldığımız Hadrianus açısından Stoacı düşüncenin egemenliği belirgindir.
Bildiğimiz gibi Roma İmparatorluğunun sonuna doğru Yeni Platonculuk (Plotinius, 3. Yüzyıl) Hıristiyanlık (Hippo’lu St. Augustine, 4 Yüzyıl) gibi düşünce akımları öne çıktı. Günümüzde bir “ara dönem” olarak niteleyebileceğimiz Stoacı ve Epikürcü düşünce sistemlerinden çok az iz kaldı[2].

Hadrianus’a dönersek onun on altı yaşında Atina’da bir Stoacı düşünür olan Isaeus tarafından eğitildiğini ve bütün yaşamının alt yapısını Stoacı düşüncenin oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Bu alt yapıyı kitabımızda kolayca buluyoruz. Ordudaki sert acemi asker eğitiminden sonra Isaeus’un eğitimini şöyle anlatır: “Atina’yı görür görmez sevdim; bu beceriksiz öğrenci, bu arpacık kumrusu ama gayretli genç, o ince havanın, hızlı konuşmaların, yıldızlı gecelerde uzun yürüyüşlerin, tartışma ve zevklerin bir aradalığının eşsiz rahatlığını ilk kez orada tattı” (s. 39).
Nesnelere sözlerden çok değer vermeyi, formüllere güvenmemeyi,  karar vermektense gözlemi yeğlemeyi bana onun (Isaeus’un-KY) açık zekâsı öğretti. Bana yöntemi öğreten de bu acılı Yunanlı olmuştu” (s. 40).

O dönemde bir İmparatorun sahip olabilecekleri ile karşılaştırıldığında kişiliğinin sadeliği dikkat çekicidir: “İmparator olduktan sonra aşırılığa götürdüğüm yalın bir giyinme biçimini benimsemiştim; bilezik takma, koku sürme günlerim geride kalmıştı” (s. 58).

Kötü yanlarımızdan bir kısmının nedenini birçok insanın utanç verici düzeyde zengin olmalarında, birçoğunun da akıl almaz derecede yoksul olmalarında aramak gerek. … imparatorların ve derebeylerin büyük boyuttaki zenginlikleri artık tarihe karıştı. Trimalchion ve Neron öldüler…. İktidara geçince kentlerin imparatora gönüllü katkılarını reddettim…” (s.112-113).

Hadrianus’un Stoa dışında içrek (esoteric, batınî) konulara da meraklıydı. Örneğin Eloisis[3] düşünce akımı ile de ilgilendiğini biliyoruz. Ülkede barış ve refahın sağlanmasıyla halkın Hadrianus’u tanrılaştırılması karşısında kendi kişiliğini korumak ister: “… kibirli haddini bilmezlik tehlikesi ya da çılgınlığı yerine, kendimi, bir kısıtlama, yüce bilgeliğin bir kısmını kendi yeteneklerime ekleme uğraşı, bir sonsuzu örnek alma zorunluluğu içinde buldum. Her şeyi tartıp biçersek tanrı olmak imparator olmaktan daha çok erdem gerektirir. On sekiz ay sonra Eleusis’te giriş törenim gerçekleşti” (s.139).  

Ayrıca Doğu kültüründen de etkilenmiş. Burada oldukça genç yaşında katıldığı Part (Antik çağdaki İran-Afganistan bölgesi) seferinin büyük etkisi olmuş: “Asya’nın ta içlerindeki garnizonlardan garip tanrılarla geri dönen çevremdeki küçük teğmenler grubunun da etkisiyle, olağanüstü coşkulu bir devir yaşadım. Part seferimizden sonra yaygınlaşan ama o zamanlar pek bilinmeyen Mithra mezhebi, askeri hayatımızın tek düze sertliğini ölüm, kan, demir tutkusuyla evrensel bir savaşım düzeyine çıkararak,  katı sofuluğu, irademin yaylarını geren gücüyle geçici olarak kanıma girmişti” (s. 53).

Hadiranus’un temel özelliklerinden biri antik Yunan kültür ve uygarlığına olan hayranlığıdır. Çok genç yaşında başlayan bu hayranlık Senatoda eleştirilmesine de yol açmıştır: “Senatörler arkamdan ‘Yunancık’ diyorlardı”(s. 43). Antik Roma’nın en büyük tapınağı, Venüs ve Roma Tapınağı ve Pantheon (bütün Tanrılara) özellikle Hadrianus’un -Yunan eğilimli- mimari anlayışına örnek olarak verilebilir.

Hadrianus’un gençliği büyük savaşlarla geçmesine rağmen (belki de o nedenle) imparator olduktan sonra Romalıların komşularıyla barış içinde yaşadıklarını görüyoruz: “Tehlikeli olabilecek tüm fetihleri bir kalemde sildim… barışı zorladım …Hüsrev de (Part Kralı Hüsrev ile Fırat nehri sınır olmak üzere yapılan anlaşmadan söz ediyor-KY) en aşağı benim kadar barış taraftarıydı. Partlar Hindistan’la aramızdaki ticaret yolunu açmaktan başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı” (s. 93).

Oluşturduğu barış ve güvenlik ortamı kitapta uzun cümleler ve oldukça şiirsel bir dille anlatılır. “Büyük bunalımdan birkaç ay sonra, Asi Irmağı kıyılarında, kervanların yeniden kurulduğunu görmenin sevinci içindeydim; vahalar, yeniden akşam ateşinin pırıltısında tüccarların haberler üzerine yorum yaptıkları, her sabah bilinmeyen yerlere taşıdıkları mallarla birlikte, gerçekten bizim olan bir sürü düşünce, sözcük ve geleneği paketleyerek, fetih askerlerinden daha güvenli bir biçimde yavaş yavaş yeryüzünü ele geçirmeye başladıkları yerler haline gelmeğe başlamıştı” (s. 93).

Hadrianus dönemi Roma’nın uygarlık merkezi olduğu ve bu uygarlığı İngiltere’den Anadolu’ya uzanan topraklara yaydığı bir dönemdir. Hadrianus 21 yıllık İmparatorluğu süresince 12 yıl topraklarını gezmiş, çeşitli kentler kurmuş, yollar, köprüler, mabetler, limanlar… yaptırmış. Roma dönemi Britaya’sının kuzey sınırı Hadrianus’un yaptırdığı duvarla çizilmiştir. Edirne’nin (Hadrianopolis) kurucusu olmasının yanında “Roma’nın gezgin imparatoru” Anadolu’yu defalarca karış karış gezmiş ve günümüze dek uzanan izler bırakmıştır. Bunlar arasında

  • ·         Antalya Hadrian kapısı,
  • ·         Efes Hadrian mabedi,
  • ·         Kyzikos (Bandırma-Erdek) Hadrian mabedi,
  • ·         Hadrianeia atik kenti (Balıkesir-Dursunbey),
  • ·         Sagalasos (Burdur) Hadrian heykeli,
  • ·         Phaselis (Antalya-Kemer) Hadrian kapısı,
  • ·         Andriake (Antalya-Demre) Hadrian limanı,
  • ·         Patara (Antalya-Kaş) Hadrian deposu,
  • ·         Aphrodisias (Aydın-Geyve) Hadrian hamamı

sayılabilir.

HADRIANUS’UN ANILARI

Sanırım romanın en etkileyici özelliği çok büyük bir tutkuyla yazılması. Yourcenar gençlik yıllarında, 1924’de 21 yaşında bir genç kızken bu kitabı yazmaya başlamış. Sonradan bu dönemde yazdıklarını imha ettiyse de konudan hiç uzaklaşamamış. On yıl sonra kitabı yeniden ele almış. Bu dönemde yazdıklarından yalnızca bir cümleyi korumuş. 1940’larda kitap yeniden ele alınmış. Kitabın ilk baskısının 1951’de Édition Plon’dan “Mémoires d’Hadrien” adıyla yapıldığını düşünürsek yazarın bu kitap üzerindeki çabasının 30 yıla yaklaştığını söyleyebiliriz. Yukarıda değindiğim gibi bu kitap Yourcenar için bir tutku, yaşamının çok önemli bir parçası olmuş. 

Kitabın arkasında yer alan Not Defteri ve Kaynakçaya İlişkin Bilgiler bölümleri Yourcenar’ın bu inanılmaz çabasının boyutunu ve nedenlerini anlamamız yardımcı oluyor: “Bu kitap yalnız kendim için bir araya getirmiş olduğum geniş bir çalışmanın kısaltılmışıdır. Her akşam, otomatik bir biçimde, zaman içinde başka bir döneme kendimi yakınlaştırarak elde ettiğim sonuçları yazmak alışkanlığı edindim. … ancak her sabah bir gece öneki çalışmaları yakım” (s. 294).

Antik Yunan ve Latin kültürüne özel bir önem veren yazarın Roma İmparatorluğunun bu dönemine neden tutkuyla bağlandığını şurada görüyoruz: “II. Yüzyıl bana çok çekici geldi uzun bir süre; insanın tam bir özgürlük içerisinde düşünüp kendisini anlatabildiği son yüzyıldı. Bize gelince, belki de o zamanlardan çok uzağız şimdi” (s. 296). Gençlik yıllarında Gusave Flaubert’in bir cümlesinin altını birkaç kez çizdiğini belirtiyor: “Tarihte İsa’nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların ise artık olmadığı, Cicero ile Marcus Aurelius dönemleri arasında insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.”

Yourcenar bu döneme damgasını vuran Hadrianus’u bulmuştur: “hayatımın büyük bir bölümü, her şey ve herkesle sıkı bağları olan ama yine de tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık” (s. 279). 

Marcus  Aurelius’a hitaben yazılmaya başlanan mektubun (270 sayfalık bir kitaba dönüşmesine  kendi de şaşar: “Sana hastalığımın ilerleyişini anlatmak için yazmaya başladığım bu mektup, giderek … anılarıyla başbaşa kalmış hastanın yazılı düşüncelerine dönüştü” (s. 25).

Hadrianus’ın anıları hızlı okunacak bir kitap değil. Ben yaz tatili boyunca her gün kendime bir kahve koydum, bir saat kadar okuyup ardından denize bakıp düşündüm. Kitabın birçok cümlesi hem Hadrianus’un kişiliğini yansıtıyor, hem de okuyucunun üzerinde düşünmesini, derin bir tat almasını sağlayacak malzeme oluşturuyor. Birkaç örnek daha vereyim:

Benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur” (s. 36).

Biz İmparatorlar Ceaesar değiliz; biz devletin memurlarıyız. Bir gün, sonuna kadar dinlemeyi reddettiğim bir davacı kadın, onu dinlemeye zamanım yoksa, ülkeyi yönetecek zamanım da olmadığını söylediği zaman haklıydı. Ondan özür dilemem yalnızca biçimsel değildi” (s.116).

“Yavaş yavaş beni terk etmeye başlayan keyiflerim arasında en değerlisi, belki de en sıradanı uyku. Başının altına bir sürü yastık sıkıştırılmış, bölük pürçük uyuyabilen bir insanın bu keyif konusunda düşünecek çok zamanı oluyor” (s.21).

Suç ortaklığından daha kaba bir şey olamaz. Gençlik yıllarımda bile, en iyi şarabı başkalarından esirgeyip bana aklayan taverna sahibinin anlamlı bakışları Roma eğlencelerine karşı iştahımı kaçırmaya yetmiştir. Bir yaratığın arzularımı önceden kavrayıp yararlanması, benim istediğim şey sandığı duruma hemencecik ayak uydurmaya çalışması canımı sıkar” (s. 20).

Latin adak ya da mezar taşları kadar güzel hiçbir şey olamaz: Taş üstüne yazılmış o birkaç sözcük dünyaya dair bilinmesi gereken her şeyi görkemli bir tarafsızlıkla özetler” (s. 39).

Yedi yıllık sevgilisi genç oğlan Antinous’un Nil nehri sularında intihar etmesi üzerine şunları düşünür: “Aşk tanrıların en akıllısı…Ancak, bir akarsunun taşıdığı altının kumla karışık oluşu gibi aşk da tutkuya, umursamazlığa, sertliğe, duyarsızlığa ve kendi kendisini aldatan yaşlı adamın lafta kalan mutluluğuna karışır; bundan sorumlu tutulamaz aşk” (s. 188).

Bu olağanüstü yapıt hakkında düşüncelerimi sonlandıracak en güzel satırlar, sanırım mektubun son satırları olacak: “Cancağazım, şaşkınım, biriciğim: gövdemin yoldaşı, misafirim. O çorak, soluk, donuk topraklara gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara bir daha bakalım. Ölüme gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim” (s. 274).



[1]Plaise à Celui qui Est peut-être de dilater le coeur de l'homme à la mesure de toute la vie
[2] Çok az iz kaldı derken, hiç kalmadı demek istemiyorum. 18-19. Yüzyıllarda yeniden gündeme geldi. Örneğin Amerikan Bağımsızlık bildirgesindeki “pursuit of happiness” (mutluluğun kovalanması) terimi ile özetlenen ana fikir Epikür’cü bir fikir olarak nitelenebilir [Sam Atkinson (Ed.) “The Philosopy Book”, New York: DK Publishing, 2011 (s.65)].
[3] Kökleri Miken uygarlığına kadar uzanan ve Antik Yunan kültüründe gelişen kapalı kendini geliştirme amaçlı bir mistik sistem (Eleusinian Mysteries).