20 Haziran 2015 Cumartesi

SØREN KIERKEGARD (1813-1855)



Kierkegard’ı özellikle Varoluşculuk (existentialisme) çizgisindeki düşüncenin hazırlayıcısı olarak tanırız.  Burada ise Kierkegard’ı dinsel bakış açısı ile aydınlanma ve daha genel olarak modern çağ düşünce sistemine oldukça kapsamlı biçimde karşı çıkan bir düşünür olarak ele almak istiyorum.
Günümüzde Kierkegard’ın bir felsefeci mi, teolog mu psikolog mu; yoksa insanlara ilham veren bir yazar mı olduğu tartışılıyor. Hatta bir idealist düşünür mü yoksa idealizm karşıtı mı olduğu; ilerici mi, gerici mi olduğu da tartışılıyor. Belki de bunun nedeni uyguladığı “Sokratesçi” yöntem.

SOKRATES İLE İLİŞKİ

Kierkegard’ın düşünce serüvenini anlamak için “Sokrates’in İronisi” adlı uzmanlık tezinden başlamamız gerekiyor.  [Concept of Irony, 1841] Adlı yapıtında “ironi” sözcüğünü, “gerçek olmayan”, “komiklik derecesinde yanlış” anlamında kullanır.
Bilindiği gibi Sokrates yazılı bir yapıt bırakmadı. Onun hakkında bilgilerimizi öğrencileri Xenophon ve Platon’un yazdıklarına ve çağdaşı Aristophanes’in oyunlarında anlattıklarına borçluyuz. Sokrates ünlü diyaloglarına kendisinin hiç bir şey bilmediğini, buna karşılık karşısındakinin uzman olduğunu belirttiği bir konuda sohbet ederek başlar. Sorduğu bir dizi soru sonrasında karşısındakini zor durumda bırakır. Böylece Sokrates’in de bu konuyu çok yakından incelediğini, konu üzerinde derinlemesine düşündüğünü anlarız. Örneğin Euthyphro öyküsünde babasını mahkemeye veren ve “bu konuları çok iyi bildiğini” söyleyerek öğünen Euthyphro’ya sorular soramaya başlar [Plato, Atinalı Sokrates]. Sokrates’in soruları karşısında bir yandan babasından mahkemede şikâyetçi olan; diğer yandan büyüklerine saygısızlık etmenin ahlak acısından pek de doğru olmadığını bilen Euthyphro’nun çelişkileri o kadar rahatsız edici bir hal alır ki sonunda dayanamaz ve Euthyphro “benim ivedi bir işim var” diyerek uzaklaşır. İşte Sokrates’in ironisi budur: Bir yandan Sokrates alçak gönüllü davranıp aslında birçok şey bildiği bir konuda bilgili olmadığını söylerken; bilmediğini bilmeyen, kabul etmeyen, düşünmeyen, sorgulamayan insan ironiktir.  Kuşkusuz bu “sorgulama” düşüncesi, egemen fikirlerin doğruluğundan kuşku duyulmasını istemeyen kent yöneticilerinin hiç işine gelmez. “Sokrates devletin benimsediği tanrıları ret ettiği, onların yerine kendi kutsal değerlerini yerleştirdiği ve gençleri ayarttığı için suçlu” bulunur.  [Xenophon, Memorabilia Kitap 1] ve bildiğimiz gibi ölüme mahkum edilir.
Sokrates tartışmalarında kendi fikrini söylemez. Sürekli bir olumsuzlama içindedir. Bir konu hakkında Sokrates’in neyin doğru olduğuna inandığını değil, neyi eleştirdiğini biliriz. Bu nedenle herkes onda kendi düşüncesini destekleyecek bir şeyler bulabilir. Eğer kendi “doğru bildiğini” yazsaydı bazıları buna karşı çıkabilirdi. Oysa Sokrates insanları yalnızca düşündürmek istedi. İşte Kierkegard da bu yaklaşımı benimser ve bu nedenle de okuyucu tarafından farklı biçimlerde yorumlanabilir.
Sokrates’in diyaloglarında karşılaştığımız önemli bir kavram “aporia-yanıt veremeyecek duruma düşmektir”. Tartışma bir sonuca varmadan sona erer: aporedic dialogue. Bu yaklaşım Kierkegard için de geçerlidir. “Concept of Irony”den beş yıl sonra Kierkegard yeniden Sokrates’e döner: “Sokrates diyaloglarının olumlu bir sonuca varmadan sona ermesinin, daha önceleri pek farkına varamadığım kadar derin bir gerekçesi vardır. Okuyucuyu etkin yapar” [Kierkegard, Günlükler, s.276]. Kierkegard bu fikri kendi uygulamalarında da benimser. Okuyucu böylece kendi inançlarını sorgulayacak, kendi fikirlerini irdeleyecektir.
Sokrates’in yaşadığı dönemde, MÖ 5. Yüzyılda, Atina sokaklarında dolaşan, gençlere, konuşma, tartışma, akıl yürütme gibi bir şeyler öğreten bunun karşılığında para alan “sofistler” yaygındı. Sokrates bir sofist olmadığını hep vurgulardı.  O hiç bir şey bilmediğini söyler, insanları şaşırtır, düşündürür, kuşku uyandırır hatta kızdırır ve bu işten para da almazdı. Kierkegard bu açıdan da kendini Sokrates’e yakın buldu. Örneğin kendisi yetkin bir teolog olduğu için, her şeyi bildiklerini söyleyen kilise yetkililerinin yanlışlarını kolayca görüyor ve gösteriyordu.
Kierkegard ile Sokrates arasındaki ilişkide son olarak işaret edeceğim boyut da “Daimon-vicdanın sesi” olacak. Antik Yunancada “mabet” anlamına kullanılan bu terimi Sokrates içten gelen bir tür “iç ses” olarak kullanır. Yanlış bir iş yapmaması için kendisini uyaran bir vicdan sesi [Platon, Sokrates’in Savunması, s.29]. Bu ses Sokrates doğru bir şeyler yaptığı zaman sessizdi. Yalnızca yanlış bir şeyler yapmaya kalkışınca daimon onu uyarıyordu.  Yaşamının son dönemindeki ünlü savunması sırasında bu sesi hiç duymamış olması da yanlış bir şey yapmadığının ve söylemediğinin bir kanıtıydı. Sokrates büyük bir huzur içinde zehri içebilirdi. Daimon kavramı da inançlı bir Hristiyan olan Kierkegard için çok uygundu. Tanrı da ona her zaman doğru yolu gösteriyordu.
Kierkegard için Sokrates’in yaklaşımı gerek içerik gerekse de yöntem olarak o denli önemlidir ki ömrünün sonunda kendi hakkında yaptığı değerlendirmede de Sokrates’e başvurduğunu görürüz: “Benden öncekilerle tek benzerliğim Sokrates yaklaşımıdır”.

VAROLUŞÇULUK

Kierkegard öncelikle her zaman seçim yapmak zorunda olduğumuzu, bunun da bir gerilim, bir huzursuzluk kaynağı oluşturduğunu vurguladı. Bu görüş daha sonra J. P. Sartre gibi düşünür-yazarların çok ünlü yaptığı “existentialisme – varoluşçluk” düşüncesine yol açtı (Blogumun bir başka sayfasında Sartre’ı ele almıştım). Ama önde gelen varoluşçuların Tanrı tanımaz olmalarına karşın Kierkegard samimi bir Hristiyan hatta din kuramı üzerinde çalışan bir teologdur. Aydınlanma din temelli kurallara kuşku ile bakılması sonucunu doğurunca, insanlar üzerindeki bu seçim yükü daha da ağırlaştırılmış oldu. İşte Hristiyan teolojisini temel alan düşünce yapısı ile Kierkegard’ın  “modern” gelişimlere karşı çıkmasının temelini burada buluyoruz. Onun işaret ettiği nokta dinsel kurallara uygun yaşadığımız zaman hiç olmazsa bazı durumlarda seçim yapma ve bunun gerilimini çekme “derdinden” kurtulabileceğimizdir. O dinsel kurallara uymanın yararına inanmakla birlikte, birçok teologdan daha öznel (subjektive) bir görüş geliştiriyordu. İnsan, zevk verici davranışlar (hedonisme) ile ahlaki davranışlar arasında özgür bir seçim yapıyor ve bu özgürlük bizi mutlu etmek bir yana,  yukarıda değindiğim gibi huzursuzluğa neden oluyordu. Kierkegard’ın ifadesi ile bu “Özgürlüğün Baş Döndürmesi” idi [Concept of Anxiety, 1844]. İnsanoğlunun özgürleşmesi, hatta bir şeyler öğrenip bilinçlenmesi Kierkegard’a göre bunalıma yol açıyordu. İleride Varoluşçu düşünce bu noktadan hareket edip gelişecekti.

HEGEL İLE İLİŞKİ

Kierkegard düşüncesinde bir önemli boyut da Hegel karşıtlığıdır,  19. Yüzyıl ortasında kıta Avrupa’sında Hegel’in idealist felsefesi ve insanoğlunun kaçınılmaz olarak “tarihsel gelişimin belirleyici olduğu bir sistem içinde yer aldığı” görüşü felsefe çevrelerinde genel kabul gören bir görüştü.  Karl Marx’in buradan yola çıkarak Hegel’deki idealist özü tersine çevirip sınıf mücadelesini temele oturttuğunu biliyoruz (Blogumun bir başka sayfasında Marx’a da değindiğimi belirteyim). Kierkegard’ın iyi bir Hristiyan olarak “tarihin belirleyiciliğini” kabul etmesi beklenemezdi.
Kierkegard Kopenhag Üniversitesinde Sokrates üzerindeki tezini verdikten sonra özellikle Hegel (ve Hegel kaşıtlığı!) üzerinde çalışmak için Berlin'e gitti. 1840'ların Berlin'i düşünce açısından ilginçti. Hegel ölümü ile büyük bir boşluk yaratmış (1831); izinden gelenler bu büyük idealistin fikirlerinden yola çıkarak materyalist, dine karşı eleştirel bir yaklaşım içine girmişti. Feuerbach, Strauss, Marx, Engels, Bauer gibi Sol Hegelciler düşünce ve eylem dünyasında önemli bir destek sahibi olmuştu. Bu yönelimi durdurmak için Prusya kıralı Friedrich Wilhelm III, Berlin üniversitesinde Hegel’in idealst yorumlarına sahip çıkan Joseph Schelling'i görevlendirdi Schelling’in üniversitedeki konferansları başlangıçta çok ilgi çekti. Yerel Gazetelerde haber bile oldu. Kierkegard bu konferansları izledi. Ama bir süre sonra ilgisini yitirdi. "Ben bu konferansları dinlemek için ne kadar yaşlıysam, Schelling de konferans vermek için o kadar yaşlı" diyerek kendi çalışmalarına döndü [Kierkegard, Letters and Documents, Prinston University Press, 1978, s.141]. Zaten Berlin düşünce çevrelerinde Schelling’in yarattığı beklenti ve ilgi de giderek azalıyordu.

DİNSEL YAKLAŞIM

Kierkegard’ın düşünce sisteminde Hıristiyanlığın temel oluşturduğunu biliyoruz. Oysa 1800’lerin ortasında bilim ve düşünce çevrelerinde dini savunmak hiç de kolay değildi. Örneğin Atlantik ötesinde koskoca bir kıta olduğu, her doğruyu yazan kutsal kitaplarda yoktu. Güneşin çevresinde dönen dünyamızın evrendeki birçok gezegenden biri olduğu; insanın da bu gezegen üzerinde evrimle çevresine uyan bir canlı olduğu anlaşılmıştı. Bu gibi bilgilerle akıl-bilim, inanç dünyasına darbe vuruyor ve düşünce dünyasının binlerce yıllık temellerini sarsıyordu.
Tanrı’nın yol göstermesi ile “bilgi” arasındaki ilişki Tevrat’taki Cennetten Kovulma öyküsüne dek uzanır. Âdem ile Havva Cennette kaygısız, mutlu ve masum bir yaşam sürerler. Çevreleri ile uyum içinde yaşarlar. Tanrı yalnızca bilgi ağacının meyvelerini yemelerini yasaklanmıştır.  Çünkü “bilginin” onlar için zararlı olduğunu bilir! Efsanenin devamında bilindiği gibi yılan Havva'yı, Havva da Âdem’i kandırır ve bilgi – ölümsüzlük ağacının meyvesini yerler. Cennetten kovulurlar ve yeryüzündeki zorlu çaba başlar. Yani insanoğlu “bilmeden” daha mutludur. Kuşkusuz bu ilginç efsanede teologların tartıştığı birçok boyut vardır. Çok zararlı ise neden Cennette böyle bir ağaç yaratıldı? Tanrı neden yalnızca yasakladı, tümüyle engel olmadı? Tanrı insanoğlunu Cennetinden kovdu ama neden bilgi edinme yeteneğini geri almadı? Ama bizim için burada ilginç olan “bilginin zararlı olması” kavramıdır. Bu görüş kuşkusuz Hıristiyan inancının bir yansıması olarak aydınlanma düşüncesine çok önemli bir eleştiri getirir.  Geleneklere, dinsel buyruklara göre yaşamamızı isteyen düşünce sistemlerine ve kurumlarına göre bilgi tehlikeli bir şeydir, bizi doğadan uzaklaştırır, çevremize yabancılaştırır.
(Kuşkusuz Aydınlanma düşüncesi bu konuda tam zıt şeyler söyler. İnsan doğasında öğrenme isteği vardır, bizi hayvanlar âleminden ayıran budur, bilgi güçtür, bilgi gelişmedir vb!)
Bireysellik ayrı bir boyut. Toplumun genel yaklaşımını, değerlerini, inançlarını beğenmeyenler bunlara karşı çıkabilir. Bunla da çoğu zaman bir bedel öderler. Bazen toplumdan dışlanırlar, bazen Sokrates örneğinde gördüğümüz gibi idam edilirler. Hegel de bu karşı çıkma hakkını savunur, Kierkegard da. Bu anlamda bireycidirler.
Kierkegard’ın dikkati kendisinin ne olmak, ne yapmak istediğine yoğunlaştı. Sonunda yine Sokrates'e döndü ve kendi çağında ve Kopenhag'da bir Sokrates olmaya karar veridi.
Birbiri ardından birçok kitap yazdı. Çok ayrıntılı günlüklerde düşüncelerini aktardı. Kitaplarının birçoğunda farklı yazar isimleri kullandı. Bunu kendini gizlemek için değil, farklı karakterleri tanımlayıp onların bakış açısıyla yazmak için yapıyordu. Zaten birçoğunda kendini "editör" olarak belirtti.
Avrupa'nın birçok kentini alt-üst eden 1848 ayaklanması Kopenhag'ı da vurdu, yeni bir anayasa yürürlüğe girdi. Bu çalkantılı günlerde Kierkegard’ın kralcıların yanında yer aldığını görüyoruz. Ama sonradan Danimarka kralının danışmanlık teklifini geri çevirdi.
Benzer biçimde devlet dinine, kilisenin devletten aldığı güce de hep karşı çıktı. Kierkegard’ın çok içten bir bireyci olduğunu söyleyebiliriz. Samimi bir Hristiyan’dı, samimi bir kralcıydı. Ama bu kavramlar kilise örgütlenmesinde veya bir kralın kişiliğinde somutlaşınca bu kurumlardan uzak duruyordu.
Kierkegard’ın bir yandan Sokrates' e bir yandan da Hristiyanlığa başvuran kitaplar yazması bir çelişki olarak görülebilir. Hz. İsa'dan yüzyıllarca önce, çok tanrılı dinlerin, çeşitli Pagan inançlarının egemen olduğu bir çağda yaşayan bir düşünür ile Hristiyan felsefesinin ne ortak yönü olabilir? Kierkegard böyle düşünmüyordu: "Doğru. Sokrates'in Hristiyan olmadığını biliyorum. Ama kesinlikle inanıyorum ki sonradan Hıristiyan oldu" [The Point of View, Princeton University Press, 1998, s. 54]. Kuşkusuz Kierkegard burada dogmacıları kışkırtıyor ve Hristiyan değerlerini, kavramlarını Sokrates’te bulduğunu vurguluyor.
Kierkegard Philosophical Fragments kitabında (1844) Hristiyanlığın çok çetrefilli bir konusu olan Tanrı’nın neden insan bedeni (Hz. İsa) içinde göründüğü (revelation, incarnation) konusunu ele alır. İnsan beyninin hiç görmediği, anlamadığı, hayal bile edemediği bir şeyi (örneğin Tanrı’yı) kavrayamayacağını anlatır. Her zamanki gibi çok açık söylemese de Hıristiyan teolojisinde “Tanrının insan bedeninde görünmesini” de bu nedene dayandırır.
Hatta bir adım daha ileri giderek sorabiliriz: Acaba Kierkegard’a göre Sokrates de Tanrının insanlara sorgulamayı ve düşünmeyi öğretmek için gönderdiği özel bir kişi mi? Kuşkusuz yöneticilerin her ikisini de zararlı bulup idam etmeleri de ilginç bir “ironi”.