15 Mart 2015 Pazar

CHARLES DARWIN (1809-1882)





Belki de daha çok düşünürleri ve sanatçıları ele aldığım Modern-Postmodern tartışmasında Darwin’in ne işi var? Diye soracaksınız. Bence Darwin 19. Yüzyıl düşünce yapısının (hatta günümüze uzanan tartışmaların) oluşması açısından çok önemli. Yeryüzünün evrenin merkezi olmadığı, güneşin çevresinde dönen gezegenlerden yalnızca biri olduğu veya okyanus ötesinde koskoca bir kıtanın varlığı ve her doğrunun yer aldığı kutsal metinlerde bundan hiç söz edilmediği anlaşılınca insanların düşünce yapısının ve inanç dünyasının nasıl alt-üst olduğunu hatırlayalım. İnsanın “gelişiminin” de diğer canlılardan farklı olmaması, onlarla aynı biyolojik kurallara tabi olması başlı başına çok sarsıcı ve devrimci bir kuram olarak karşımıza çıkar.

Charles Darwin’in evrim kuramı okuyucunun birçok kaynakta ve her ansiklopedide bulabileceği bir konudur. Burada üzerinde durmak istediğim yöntemin düşünsel kökleri ve modern dönemi oluşumunda yaptığı sarsıcı etkidir.

Darwin’i incelemeye kuramından önce temel yaklaşımından başlayabiliriz. Öncelikle doğada bir kriz ve çatışma gözler:

Doğanın sakin dış görünüşünün hemen altında tüyler ürpertici fakat sessiz bir savaş olduğuna inanmak zordur”. Charles Darwin, 1839. 

Diğer yandan Darwin bu sözüyle bir şeylerin görünür yüzünün önemsizliğini değil, tersine önemini vurgular. Birçok düşünür yüzeyin altına inilmesi gerektiğini, geçeğin derinde olduğunu söyler. Darwin böyle düşünmez. Yüzeyin, görünenin, ölçülebilenin ayrıntılı incelenmesini yeterli görür. 

Burada Charles Darwin’in İngiliz Aydınlanma geleneğinin izinden gittiğini görüyoruz. Bu da Fransız-Alman geleneğinden çok farklıdır. İngiliz Aydınlanması –örneğin Fransız Aydınlanmasına göre- daha az “çatışmacı” ve daha çok daha fazla “deneycidir”. Bu farklı gelişimi kolayca Şanlı Devrim (Glorious Revolution) günlerine (1688) dek geriye götürebiliriz. John Locke (1632-1704) bu devrimin düşünsel arka planındaki temel taştır. Toplumsal Anlaşma (social contract) ve bu anlaşmayı kabul etme (consent) temel kavramlardır. Locke’a göre yönetilenler kendi akılcı (rational) kararlarıyla daha fazla güvenlik elde etmek için özgürlüklerinin bir kısmından vaz geçerler. Yönetenler bu anlaşmaya uymadıkları zaman da yönetilenlerin karşı gelme, direnme, devrim yapma, yönetenleri değiştirme hakkı vardır. Kuşkusuz bu 17. Yüzyıl için çok radikal bir görüştü ve yukarıda değindiğim 1688 devriminin düşünsel alt yapısını oluşturdu. 

Locke “doğal hak” ve “tolerans” kavramlarının “toplumsal anlaşmayı” destekleyen kavramlar olduğunu savundu:

·         Doğal hak (natural rights-law of nature) terimini insanların yalnızca insan olarak doğarak kazandığı yaşam, özgürlük, mutluluk peşinde koşmak gibi haklar olarak tanımladı. İnsanların bu tür haklarla eşit olarak doğduğunu savundu. Bu kavramın özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluşunda, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde çok vurgulandığını görüyoruz.

·         Tolerans kavramı da uzun yıllar süren mezhep çatışmaları, ayaklanmalar ve iç savaşlar sonucunda gelişti. Özellikle farklı mezheplere, görüşlere karşı tolerans, “kavga etmeden anlaşmamak konusunda anlaşmak” (agree to disagree without fight) biçimine şekillendi.

Günümüzde bu kavramlar rahatça benimseyebildiğimiz kavramlar olarak görülebilir. Ama 17. Yüzyılda örneğin farklı mezheplerdeki insanların aynı ülkede birlikte yaşamalarının çok zor olduğunu düşünmeliyiz. Darwin ünlü Beagle gemisiyle yaptığı yolculuk hakkında yazdıklarında, kölelerin dayanılmaz yaşam koşullarını ve köle tacirlerinin uyguladığı inanılmaz işkenceleri nefretle anlatır.

Düşünce yapısı olarak ele alındığında Darwin bir aydınlanma figürüdür. Darwin’in düşünsel kökleri arasında Faydacılığı (Utilitarianism) ve Romantizmi anabiliriz. Yaşamında Faydacılığın yalnızca ölçülebilir şeylere değer vermesini ve Romantizmin coşkulu doğa sevgisini bulabiliriz. Akıl yürütme ve düşünme ile değil etkin bir yöntemle doğaya gidip her şeyi ayrıntıları ile inceleyerek gerçeklere ulaştı. Biyoloji dünyasında değişikliğin bir kriz sonucunda gerçekleştiğini gözledi ve bu krizin sonuçları üzerinde çalıştı. Tümüyle başka alanlarda çalışmalarına rağmen bu açıdan Marx’ın paralel çalışmalar yaptığı söylenebilir. 

Bir bilim adamı olarak temel niteliği, olağan üstü özenli, ayrıntılı, toplama-biriktirme-sınıflama özelliğine ve bulgular üzerinde yoğun bir düşünce gücüne sahip olmasıdır.

Charles Darwin doğal seçimle evrim (evolution by natural selection) üzerindeki bilimsel kuramını ayrıntıları ile anlattığı “Türlerin Kökeni – On the Origin of Species” adlı ünlü kitabını 20 yıllık bir çalışma sonunda 1859’da yayınladı. 

Evrim, uzun süredir doğa bilimcilerinin gündeminde olan bir konuydu. Çözülemeyen bilmeceler ise yeryüzünde neden bu kadar çok tür olduğu, neden bazı türlerin yok olduğu, yaşayan türler için evrimin neden ve nasıl geliştiği gibi konulardı. İşte Darwin bu neden ve nasılı açıkladı. Kuramın temelinde Doğal Seçim vardı:

Yararlı değişikliklerin korunması ve zararlı değişikliklerin reddedilmesine Doğal Seçim diyorum.
Charles Darwin, Türlerin Kökeni – Origin of Species  

Doğada yaşaması mümkün olandan fazla doğum-üreme vardır ve bu yukarıda değinildiği gibi bir kriz oluşturur. Türlerin nüfusu hakkında üç gerçek vurgulanır:

  • Bireyler arasında biçim (morphoogy), işlev (physiology) ve davranış (behaiviour) açılarından farklılıklar vardır. Darwin sonrasında yapılan çalışmalar çeşitliliğin kaynakları konusunda ek bulgular sağladı. Günümüzde kuşaktan kuşağa geçişte oluşan hatalar, virüsler, X ışınları, radyasyon, mor ötesi ışınlar, bazı kimyasallar, ani sıcaklık değişimleri gibi etkenler hakkında çok daha fazla şey biliyoruz.
  • Farklı özellikler yaşama ve üreme açısından farklı düzeylerde avantaj sağlar (farklı uyum – differential fitness). Türün bireyleri için yaşamsal önemde olan birçok kaynak (örneğin besin, yaşam alanı, çiftleşecek eş…) sınırlıdır. Türün bireylerinin üreme yeteneği genellikle bu kaynakların artışından daha büyük bir hızla artar (Thomas Robert Malthus, 1766-1834). Bu da türün bireyleri arasında rekabet oluşturur.
  • Özellikler kuşaktan kuşağa aktarılabilir (uyun kalıtımı – heritability of fitness). Kalıtım konusu da biyolojinin (ve tarım-hayvancılık gibi uygulamaların) oldukça geleneksel bir konusudur (Gregor Mendel, 1822-1884). Türün bireylerinin özellikleri iki gruba ayrılır. Soyyapı (genotype) kısaca kalıtım yoluyla gelecek kuşaklara aktarılabilen ve dışyapı (phenotype) kalıtım yoluyla aktarılamayan özellikler. 
 Böylece art arda gelen kuşaklarda nüfusun üyeleri, doğal seçimin gerçekleştiği biyolojik ve fiziksel çevreye daha iyi uyum sağlayan bireylerin torunlarından oluşur.

Burada Darwin’in evrim kuramı konusunda iki yanlış anlaşılmaya-yoruma değinmek istiyorum. 

Herbert Spencer’den (1820-1903) kaynaklanan “gelişmeci” düşünce, hem biyolojik evrimin hem de toplumsal evrimin “ilkel” yapılardan “gelişmiş” yapılara doğru evrimleştiğini öne sürer.  Canlı türleri veya toplumlar adeta bir merdivenin basamaklarını çıkar gibi “daha gelişmişe” doğru ilerler. Ne yazık ki bu çizgi insanın diğer canlılardan; Batı toplumlarının Batılı olmayan toplumlardan daha “gelişmiş” olduğu gibi “ırkçı” söylem ve uygulamalara yol açtı. 

Darwin’in kuramında ise “gelişme” kavramı yoktur. Kuşaktan kuşağa kalıtsal aktarımla daha iyi uyum sağlama yönünde özellikler kazanma sürecidir. Uyum sağlayamayan türler zaman içinde yok olurlar. Ama örneğin, çağımızda yaşayan insan türü karınca türünden daha “gelişmiş” değildir.

Köklerini Jean-Baptiste Lamarck’da (1744-1829) bulduğumuz çizgi ise yukarıda değindiğimiz soyyapı-dışyapı ayrımını yapmaz. Örneğin zürafaların ağaçların yüksek dallarındaki yaprakları yemek için boyunlarını uzattıklarını, bu çabanın kuşaktan kuşağa aktarılması ile zürafaların uzun boyunlu olduklarını savunur. Oysa kasların çalışması veya farelerin kuyruğunun kesilmesi (Weismann deneyi) bireyin dışyapı özellikleridir. Dolayısıyla kalıtım yoluyla gelecek kuşaklara aktarılabilen özellikler değildir.

Darwin kendi gözlemlerinin yoğunluğu yanında çağının bilimsel buluşlarından da çok yararlandı. Özellikle Malthus’un nüfus üzerinde söyledikleri ve jeolojinin yeryüzünün nasıl yavaş yavaş değiştiğini göstermesi Darwin için çok ilham verici oldu. 

Darwin’in 3 temel yapıtı vardır:

Beagle Gemisi ile Ziyaret Edilen Ülkelerin Doğa Tarihi ve Jeolojisine İlişkin Araştırma Güncesi - Journal of Reseaches into the Natural History and Geology of the Countries Visited by the H.M.S. Beagle (1845)’de Darwin yaklaşık 5 yıl süren dünya turunda yaptığı gözlemleri aktarır. Burada jeoloji anahtardır. Milyonlarca yıl geriye uzanan ve günümüzde de etken olan yeryüzünün ilginç değişimi onu çok etkiler. Doğada pek çok küçük değişimin birikip büyük değişiklilere yol açtığını gözler.

Türlerin Kökeni - On the Origin of Species (1859) oldukça derin ve çok ayrıntılı bilimsel bir yapıttır. Ama diğer boyutu ile de çok uzman olmayanların da anlayabileceği bir dilde genel okuyucu kitlesi için yazılmıştır. Bu açıdan bu kadar bilimsel ihtirası olan son kitap olduğu söylenir. Kitapta savunulan türlerin doğal bir özü (natural essence) olmadığı, türlerin üreme ile oluştuğu savı çok devrimci bir savdır. İnsan türü evrimin amacı değil evrim sürecinin bir ürünüdür. Darwin bu durumun insan türünü alçaltmadığını, aksine bizi organik dünya ile bütünleştirdiğini savunur. Bir konuşmasında “çevresinde gördüğü bazı insanlardansa atasının tüylü bir maymun olmasını tercih ettiğini” söyler. Ama bu bilimsel kuram, özellikle dinsel düşünce için kabul edilmesi oldukça zor kavramlar getirir ve bildiğiniz gibi eleştiriler günümüze dek sürer.

İnsanın Türeyişi - The Descent of Man (1871) adlı yapıtında Darwin Türlerin Kökeni Üzerine’nin bazı temel bulgularını vurgular. Ardından dört temel gözlemi vurgular:

  • Zekâ evrimin itici gücü değil, sonuçlarından biridir.
  • Ahlak uyum gösteren bir değişimdir ve birlikte yaşamanın avantajlarının doğmuştur. Evrimi yönlendiren bir kavram değildir.
  • Cinsel seçim var olma kavgasından değil, dişiye sahip olmak için erkekler arasındaki mücadeleden kaynaklanır. Başarısız birey için sonuç ölüm değil, yavru sahibi olamamaktır. Doğada seçimi dişinin yapması  -tavus kuşu örneğinde olduğu gibi- erkeklerin daha çekici bir görünüşe sahip olmalarına yol açar.
  • İnsan diğer primatlardan farklı bir evrim çizgisi izledi. Ama onlarla ortak bir atası vardır.
Böylece anladık ki insan, Eski Çağlarda tüylü, kuyruklu, büyük olasılıkla ağaçta yaşayan bir dört ayaklıdan gelir.”
Charles Darwin, İnsanın Türeyişi - Descent of Men

Kuşkusuz bu cümle okuyucu için hiç de sürpriz değildir. Ama işte bu cümle ile Darwin öldürücü darbesini vurur. Nicolaus Copernicus’dan sonra dünya nasıl aynı dünya değilse, Charles Darwin’den sonra da insan aynı insan değildir.