18 Mayıs 2016 Çarşamba

V - TARİHSEL ÇERÇEVE - ULUS DEVLET OLUŞUMU



Ulus oluşturulması (nation-building) veya ulus-devlet oluşturulması (national state building) politika biliminin (political science) en temel konularından biri. Bu kavramlarda ülkenin iç dinamiklerini ele alan yaklaşımlar olduğu gibi dışarıdan yönlendirilen bir eylem olarak ele alan yaklaşımlar da var. Hatta son zamanlarda ulusal kimliğin başka uluların askeri müdahaleleri ve işgali ile dayatılmaya çalışıldığı örnekleri yaşıyoruz.

Burada Batıda 19. Yüzyılda ulus-devletlerin ağırlıklı olarak iç dinamikleriyle oluşumuna değinmek istiyorum. Bu nedenle “oluşturulma” değil “oluşma” sözcüğünü kullanmak sanırım daha doğru olacak.

Aslında ulus oluşumu (nation-building) ile ulus-devlet oluşumu (national state building) yakın da olsa farklı kavramlardır. Avrupa’da İngiltere Fransa gibi ülkelerde “devletin”  ulus-devlet yapılanmasından önce oluştuğunu; İtalya, Almanya gibi ülkelerde ise bu iki oluşumun paralel geliştiğini görüyoruz. Bu paralellikte de ulus oluşumunda devletin belirgin, öncü ve etkin rol oynadığını belirtmeliyiz. Öyle ki ulus oluşumu, “ulusal kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlanıyor.

Modern devletlerin oluşmasından önce, geleneksel, örneğin 1700 öncesi toplumlarında ortalama günlük yaşamın çok yerel olduğunu belirtmeliyiz. 50-60 Km ötesinden etkilenmek veya oraları etkilemek çok zordu. İklim, ekinler, evcil hayvanlar, yemekler hatta dil oldukça yereldi. İnsanlar kendilerini bir sülalenin, kabilenin üyesi olarak tanımlıyorlardı. Merkezi otoritenin en güçlü olduğu Fransa’da bile birkaç yüzyıl önce düzinelerce dil konuşuluyordu. 1870’de Fransız ordusuna alınanların yarısının ana dili Fransızca değildi. Bu yerel dillerin birçoğu 19. Yüzyıl sonundan başlayarak zayıfladı ve unutuldu.

Ayrıca merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı ama güçlü bir yerel otoritenin (asiller, toprak sahibi derebeyleri) olduğu feodal bir yapı görüyoruz.  Bu asiller Kral – İmparatorlar çevresinde veya orta ve Kuzey Avrupa’da Schmalkaldic Liginde gördüğümüz gibi mezheplerini temel alarak Prenslikler kendi aralarında örgütleniyorlardı. 

DİN – MEZHEP SAVAŞLARI

Bilindiği gibi tarihçiler Hristiyan dininde Protestan mezheplerini doğuran Reform hareketinin başlangıcı olarak, Martin Luther’in 1517’de Wittenberg Kilisesinin kapısına “95 Tez” olarak bilinen metni asmasını belirler. (Ne ilginç bir rastlantıdır ki Osmanlı Padişahlarının İslam Halifesi unvanını alması ve Osmanlı’nın Sünniliğinin belgelenmesi de aynı yıla rasgeliyor).

Bu tarihten başlayarak 1600’lerin sonuna dek Avrupa mezhep savaşlarının pençesindeydi:

  • Alman Köylü Ayaklanmaları (1524–1525) 
  • İsviçre’de Kappel Savaşı (1531)
  • Kutsal Roma İmparatorluğunda Lüterci – Katolik Savaşı (1546–1547)
  • Kuzey-Batı Avrupa’da 8 Yıl Savaşı (1568–1648)
  • Katoliklerle Protestanlar (Huguenot) arasında Fransız Din Savaşları (1562–1598)
  • Otuz Yıl Savaşı (1618–1648
  • Üç Krallık (İngiltere, İskoçya ve İrlanda) Savaşı (1639–1651)


Burada özellikle bu dönemde din-mezhep sorunlarını çözmeyi amaçlayan iki anlaşmaya değinmek istiyorum:

·         Koyu bir Katolik olan Kutsal Roma İmparatoru 5 Karl ile Luther’ci prenslerin oluşturduğu Schmalkaldic Ligi arasında orta ve Kuzey Avrupa’da 1531’de başlayan mezhep savaşları 1555’de Ausburg Anlaşması ile sona ermişti. Bugün bize çok inanılmaz geliyor ama bu anlaşmanın temel ilkesi “kimin bölgesi ise onun dini - Cuius regio, eius religio” olarak belirlenmişti. Yani Prens Luthercilik ve Katoliklik arasında bir seçim yapıyor; buna bağlı olarak da Prensin bölgesindeki insanların mezhebi belirleniyordu. Hatta Prens ileride mezhep değiştirirse yine bölgesindeki insanların mezhep değiştirmesi gerekiyordu! Bu “onaylı” mezhep dışında bir mezhebin uygulamaları yasaktı. Yukarıda verdiğim savaş listesinden de görüleceği gibi günümüzde devlet dini olarak yorumlanabilecek bu anlaşma başarısız bir model örneği olarak anılabilir.

·        1648 Westphalia Barışıyla sona eren Otuz Yıl Savaşları birçok tarihçi tarafından Avrupa’daki en kanlı savaş olarak nitelenir. 1643-1649 yılları arasında Avrupa’nın birçok kentinde yüzden fazla delegasyonun imzaladığı ve birçok metinden oluşan Westphalia barışı bir dizi anlaşmadan oluşur. Bu karmaşık anlaşma dizisinin bizi ilgilendiren yönü aşağıdaki biçimde özetlenebilir:
  • İmparatorluk Devletleri (status imperil-imperial states) Kutsal Roma İmparatorluğundan (ve dolayısıyla Papalıktan) bağımsız olarak kendi mezhepleri konusunda karar alabilecek;
  • Protestanlar ve Katolikler yasa önünde eşit olacak;
  • Bir bölgede çoğunluk olmayan mezhep mensupları da ibadetlerini kendi özel yaşamlarında istedikleri gibi ve kamusal alanda belirlenen saatlerde kendi inançları doğrultusunda yapabilecekler.
 Bu deneyimlerin sonucu olarak ülke boyutunda din ve mezhep temelli bir birlik sağlanamayacağı, aksine bitmez tükenmez mezhep çatışmalarının ulusal birliği engelleyeceği anlaşıldı.

“ULUSUN” KÜLTÜREL ALTYAPISI

“Tarihsel Çerçeve” yazı dizisinde ele aldığımız gibi yerel toplum yapısı Batı Avrupa’da, denizaşırı ticaret, sanayileşme, büyük kentler, demiryolu, telgraf… gibi gelişmelerle yıkıldı. Ekonomik gelişmeler ihracat-ithalat ve gümrük gibi kavramlar ülkelerin sınırlarının belirginleşmesine ve bu sınırlar içinde yaşayanlar için ortak bir paydaya geliştirilmesi gereğine yol açtı. “Biz kimiz?” sorusuna yanıt bulmak için yeni bir kimlik arayışı başladı. İşte “ulus” kavramı bu sorunun yanıtı olarak oluştu.

Ulus-devletin oluşumu kuşkusuz her bir Avrupa ülkesinde başka biçimde oldu. Örneğin Orta Avrupa Napoléon savaşları sonrasında 1850’lere kadar parçalanmış bir yapıdaydı ve bugün İtalya ve Almanya olarak tanıdığımız devletler yoktu. İngiltere ve Fransa ise en azından birliklerini oluşturmuş durumdaydı. Burada Napoléon savaşlarını anma nedenim yalnızca bir tarihsel dönemi anmaktan öteye, Napoléon’un Fransız ulusalcılığının diğer Avrupa ülkelerinde bir örnek olduğunu vurgulamak. Stendhal’in 1839’da yazdığı Parma Manastırı (La Chartreuse de Parme) adlı romanı Napoléon’un İtalya ulusalcılığına nasıl ilham kaynağı olduğunu çok güzel anlatır. Bu arada Stendhal’in uzun süre Napoléon ordularında çarpıştığını, hatta ünlü Moskova seferi gazilerinden olduğunu hatırlatmalıyım.

Yukarıda değindiğim gibi, yaşanan acı deneyimlerle 1600’lerin sonunda din-mezhep konusunun birleştirici değil ayrıştırıcı bir unsur olduğu herkes tarafından görülmüştü. Dolayısıyla yeni birleştirici unsurlara gerek vardı. 1800’lerin ilk yarısında ulusal dil - sanat – kültür- tarihin geliştirilmesi için aydınların yoğun çabalarını görüyoruz. Ulusun ortak gelenekleri, ortak folkloru, ortak dili vurgulanmaya başlandı. Örneğin Grimm kardeşler geleneksel Alman masallarını topluyor,  Schiller – Goethe yapıtlarıyla Almancanın olanaklarını geliştiriyor, Beethoven 9. Senfoninin korolu bölümünde Schiller’in dizeleri ile ulusal coşkuyu zirveye yükseltiyor; İngiltere’de Sir Walter Scott ünlü yapıtı “Ivanhoe” ile İngiltere tarihinin şövalyelik dönemini hatırlatıyor; G. Verdi’nin operaları İtalyan kültürünün oluşumunda çok önemli bir rol oynuyor. Bu arada Napoléon’u anmışken Beethoven’in 3. Senfonisinin (Eroica) 1803-1804 yıllarında onun ilhamıyla yazıldığını ama Napoléon imparator unvanı alınca başlığına “büyük bir adamın anısını kutlamak için bestelendi -composta per festeggiare il sovvenire di un grande Uomo” notunu yazdığını hatırlamalıyız.

1800’lerin ikinci yarısında bu ulusal kültürler üzerinde ulus-devletlerin oluştuğunu görüyoruz. Alman ve İtalyan birliklerinin oluşması bu döneme rastlıyor. Yukarıda değindiğim gibi ulus-devletler ulus bilincinin oluşumunda çok etkin rol oynadılar. Örneğin ulusal dilin ve ulusal kültürün ülke çapında öğretilmesi için okulların ulusal bir altyapıda düzenlenmesi gerekliydi. Burada vurgulanması gereken bu gelişimin doğal olduğu; ama aynı zamanda bu “kendiliğinden” bir oluşum olmadığıdır. Ulus bilincinin oluşumu için yoğun ve düzenli bir çaba yürütüldü. Bu konudaki kültürel gelişmeler aydınların bireysel çabalarının çok daha ötesine geçen bir yönelimi gösterir. Yazımın başında değindiğin gibi ulus oluşumu bir ulus-devletin kararlı yönlendirmesi ile oluşur. Ulus-devlet oluşumu da bir geri besleme döngüsü biçiminde ulusal “birlik” (unification) oluşumuna dayanır. Şimdi Alman ve İtalyan birliklerinin geçekleşmesine göz atalım.

ALMAN BİRLİĞİ

Orta çağdan beri gelen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) 1806’da dağılmıştı. Zaten İlber Ortaylı bu garip yapının ne Kutsal, ne Roma’lı, ne Germen, ne de İmparatorluk olduğunu vurguluyor. Kuzey Denizi sahillerinde Prusya’nın gelişimiyle başlayan Alman Birliğinin, Prusya’nın Fransız ordularını yenerek 1871’de Paris’te mutlu sona ulaştığını görüyoruz. Alman İmparatorluğunun (Deutsches Kaiserreich) Paris’te Versailles sarayında ilan edilmesi tarihin ilginç bir cilvesi oldu.

Bir not olarak Almanların bakış açısının biraz farklı olduğunu, onların “Reich” sözcüğünü  “imparatorluktan” çok “egemenlik alanı-hükümet-devlet” kavramını kapsayacak biçimde kullandıklarını ve bu anlamda kendilerini yukarıda andığımız Alman Birliği öncesini de içerecek biçimde tanımladıklarını belirtmeliyim. Onların sınıflamasına göre:

  • Birinci Reich (962-1806) Kutsal Roma-Germen imparatorluğu (Erstes Reich
  • İkinci Reich (1871-1918) Almanya İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich)
  • Weimar Cumhuriyeti (1919-1933) (Weimerar Republic)
  • Üçüncü Reich (1933- 1945) (Deutsches Reich - Großdeutsches Reich) Adolf Hitler yönetimindeki Nazi Almanya’sı.

Bu dönemlerin sınıflaması ana hatları ile yukarıdaki gibi olsa da ayrıntılarda pek de görüş birliği yok. Örneğin özellikle Nazi Almanya’sında Weimar Cumhuriyeti dönemi pek de Alman yönetimi sayılmı-yor. Ama herkesin görüş birliği içinde olduğu nokta etkin olduğu 30 yıl içinde (1860-1890) Alman Birliğinin ve ulus-devletinin oluşmasında şansölye Otto von Bismack’ın kilit bir rol oynadığı.

İTALYAN BİRLİĞİ

İtalyan birliğinin öyküsü ise oldukça farklı. 1830-1840’larda Avrupa’yı saran devrimci dalgada Guisppe Garibaldi adının devrim önderleri arasında öne çıktığını görüyoruz. Bu devrimci dalganın ardından Guiseppe Garibaldi’nin ulusçu kimliği ile İtalyan birliği için yarımadanın güneyinde (özellikle Sicilya ve Napoli) yürüttüğü çalışmalara ülkenin Kuzey-Batı’sındaki Savoy ve Sardinya krallıkları da katlınca 1861’de İtalya Krallığı (Regno d'Italia) ilan edildi. Daha önce Sardinya Kralı unvanını taşıyan II Victor Emmanuel İtalya Kralı oldu.

İtalya Krallığının yarımadada egemenliği ve birliği sağlaması için çatışmalar sürdü. Kuzey sınırında Avusturyalılarla yürütülen mücadeleler sonucunda Avusturya- İtalya sınırı çizildi. Yarımadanın ortasından Kuzey-Doğu’ya uzanan Papalık Devletlerinde (Stato Pontificio) Fransız garnizonları vardı. 1870-1871 Prusya-Fransa savaşı için Fransa bu garnizonlardaki askerlerini çekince İtalya Krallığı oluşan güç boşluğunu değerlendirdi ve yarımadanın bütününde egemenliği sağladı. 

ULUS-DEVLET ve ULUS OLUŞUMU

Yukarıda kültürel altyapının aydınlar tarafından oluşturulduğuna; ama ulus oluşumunun “ulusal kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlandığına değinmiştim. Ulus-devletin üstlendikleri hakkında birkaç örnek vermek sanırım yeterli olacaktır:

Bir ortak payda olarak ulusal bir kültürü geliştirilmesi ve yayılması gerekiyordu. Avrupa’da bu kavramın karşısındaki güç doğal olarak dinsel otoriteydi. Ortaçağdan beri eğitim kavramı din eğitimi anlamında gelişmişti. İlk üniversitelerin katedral ve manastırların çatısı altında açıldığını ve ağırlıklı olarak din adamı yetiştirdiklerini biliyoruz. Sonradan silahların ve orduların gelişmesiyle buna askeri okullar, ticaretin gelişmesiyle hukuk okulları vb. katıldı. Ama şimdi çok daha geniş kitleleri eğitmek, ulus bilinci vermek söz konusuydu. Kim okul açacak? Öğretmenler kime bağlı olacak? Ne öğretilecek? Bu açıdan devlet kiliseye karşı bir konum aldı. Bu çatışmayı en güzel gösteren desenlerden birinde Alman ulusunun birliği için çalışan Otto von Bismarck Papa ile satranç oyuyor, “kültür savaşı” yapıyor. Üstelik çizimde Bismarck’ın kazandığını görüyoruz.

Ulus-devletin oluşturulmasında önemli bir etki de basınla, özellikle gazete basımı ve dağıtımı ile sağlandı. İnsanlar yalnızca yerel haberlere değil yüzlerce kilometre ötedeki başkentlerindeki gelişmeleri de izlemeye başladılar. Bu konunun teknolojik yönü yanında siyasal bir yönü de vardı. İngiltere’de toplam gazete satışı 1836-1854 yılları arasında 3 kattan fazla arttı ve ilk “savaş muhabiri” Kırım Savaşında (1853-1856) The Times tarafından görevlendirildi.

Ulus-devletin önemli bir bileşeni de posta dağıtımı idi. Kuşkusuz demiryolu, telgraf, ardından telefon bu hizmet için gerekli teknolojik alt yapıyı oluşturmuştu. Devletler de yaygın posta-telgraf-telefon ağları kurarak bu iletişimi sağladı. Posta idarelerinin en büyük müşterisi, yukarıda değindiğim gazete dağıtımı oldu. Bu konuda ilginç bir ayrıntı demiryolcu, postacı hatta öğrenci ve öğretmen gibi yeni kurulan “devlet hizmetlerinde” yer alanların üniforma giymesidir. Daha önceleri askerler gibi yeni devlet görevlileri de bir örnek giysileriyle adeta ulusun “birliğini” simgelediler (İngilizce ve Almanca “uniform”, Fransızca “uniforme”, sözcüğündeki uni-bir, form-biçim, şekil köklerine dikkatinizi çekerim). Geleneksel askeri üniformalar unvan ve sınıflara göre büyük farklılıklar gösterirken bu yeni görevliler çok daha geniş bir birliktelik sergiliyordu.

Ulus-devlet, ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal dil, ulusal bayramlar belirleyerek, hatta stadyumlar, kültür merkezleri kurarak ulusal kimliği oluşturdu. Bu “yeni” ortak değerlerin geliştirilmesinin amacı ulus-devletin yurttaşlarının etnik kökenlerine ve din-mezhep farklılıklarına göre bölünmesinin önüne geçilmesiydi. Avrupa’daki ulus-devletlerin bu konuda oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Etnik farklılıklar konusuna Fransa’yı örnek verirsek ülkenin Batısında Breton, Güney-Batı’da Akuitanyan (Aquitai), Kuzey-Batı’da İskandinav (Scandinavie), Kuzey-Doğuda Alman (Alaman) ve Güney-Doğuda Liguryan (Ligures) etkinliğinden söz edebiliriz. Ayrıca Fransa’nın 20. Yüzyıl başından beri önemli göç aldı ve 2004 sayılarıyla toplam 60 Milyon kişiye ulaşan toplam kentsel nüfusunun %85’ini beyazlar oluştururken %10’unu Kuzey Afrikalılar, %3’ünü Sahra Altı Afrika’dan gelenler ve %2’sini Asya kökenliler oluşturmaya başladı. Din-Mezhep farklılıkları konusunda ise günümüz Almanya’sını örnek verirsek 2011’de Almanların %33’ü kendilerinin dinsiz-tanrısız olarak, %32’si Hristiyan-Protestan olarak, %31’i Hristiyan-Katolik olarak niteliyor.

Ulus kavramının oluşması sırasında fazla iyimser bazı beklentiler de oluştu. Papalığın, imparatorların, derebeylerinin güçlerinin kırılması sonucunda halklar arasındaki çatışmaların ortadan kalkacağına, bağısız ulusların dayanışma ve kardeşlik içinde el ele barışa yürüyeceğine ilişkin pek de gerçekçi olmayan ümitler yeşerdi. 

Diğer yandan ulusal bilinç oluşturma kapsamında bir farklılık bilincinin oluşturulduğunu da biliyoruz. “Biz” - “onlar” duygu ve algısı ile ayrım yapılmasına çalışıldı. Ulusal duygu ve algılar yurtseverlikten şovenizme uzandı. Bir dizi ülke içinde faşizm gelişti ve uluslar arası çıkar çatışmaları sonucunda tarihin en büyük savaşları yaşandı. Ama bu dönem, Batı’nın “modernleşme” öyküsünün başlangıç yıllarını ele aldığım bu tarihsel çerçevenin dışında kalıyor.

Kısaca değinmeden geçemeyeceğim bir konu da bizim deneyimimiz, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus-devlet olarak kurulması. Batı’daki uluslaşma çalışmaları, Kemal Atatürk liderliğinde yürütülen çabaları anlamak için bir anahtar oluşturuyor. Devletin laik bir temel üzerine kurulması, dilin özüne dönülmesi, ulusal tarih köklerinin araştırılması, eğitimin yaygınlaştırılması, Köy Enstitülerinin kurulması, tercüme bürosunun kurulup dünya düşünce – edebiyat klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, çağdaş sanatların özendirilmesi, yurt çapında Halk Evlerinin ve Türk Ocaklarının kurulması gibi çabaları daha iyi anlıyoruz.

12 Mayıs 2016 Perşembe

IV – TARİHSEL ÇERÇEVE - DEMOKRATİK ADIMLAR VE LİBERALİZM



1700’LERDE “DEMOKRATİK DEVRİMLER”

Yukarıdaki başlığı okuyunca “1700’lerde ne demokrasisi?” diyeceğinizi biliyorum. Zaten ben de onun için tırnak içine aldım. Terim benim değil. Birkaç tarihçinin kullandığını biliyorum. Aşağıda birini anacağım. Özellikle değineceğim coğrafya da Fransa-Amerika Birleşik Devletleri-İngiltere. Yine kendilerinin kullandığı terimle “Atlantik Ülkeleri”.

Önce 1700’lerin başındaki kurulu düzene ve toplum katmanlarına bir göz atalım (bugünkü kullanımıyla sınıf oldukça farklı bir anlamda olduğu için “sınıf” değil “katman” diyorum). Batı ve doğu toplumlarında kaçınılmaz olarak yönetici –imparator, kral, padişah, sultan … ve yakın çevresi-, alt tabakalar –temel olarak köylü, biraz esnaf, zanaatkar- ve bunların arasında bir “ara kesim” var. Batı’daki “ara kesim” asiller, din adamları ve zenginlerden oluşuyor. Asillik bilindiği gibi soyla ilgili bir kavram. Babadan evlatlara geçiyor ve belirli bir toprağın ve üzerindeki taşınmazların mülkiyetini de içeriyor. Birçok kamu görevinin kral tarafından satışa çıkarıldığını ve zenginler tarafından –yine miras yoluyla babadan oğula geçecek biçimde- satın alındığını görüyoruz.  Bu zenginler kralın hoşuna gidecek bir şeyler yapıca uygun bir asalet unvanı alıp asiller arasında da geçebiliyor. Ara kesim bölgelerde “parlemant” ve kentlerde “council” gibi yapılar oluşturuyor. Asillerin başta vergi vermemek, belirli arazilerin mülkiyetine sahip olmak ve miras yoluyla bunu evlatlarına aktarmak gibi soylu kanlarının sağladığı birçok ayrıcalıkları var. Kentliler (o günkü anlayış içinde citizen) ise kentlerde yaşama hakkına sahip olanlar. Kentlilerin de kentlerde yaşayabilmek, esnaf loncalarında örgütlenebilmek, bir kentten diğerine gidebilmek gibi bazı hak ve ayrıcalıkları var. Toplumun en alt tabakasını oluşturan serfler ise toprağa bağlı köylüler. Üzerinde yaşadıkları toprakla birlikte alınıp satılıyorlar. 1700’lerin Rusya’sını gösteren K. B. Lebedev’in “Serflik” tablosu bu durumu çok çarpıcı biçimde gösteriyor. Bir asilzadenin malları satışa çıkarılmış. Müzayededeki alıcılar malları inceliyorlar. Tablonun sağında toprakla birlikte satışa sunulan köylüler de var!

1700’lerde Batı Avrupa’da toplum yapısında çok önemli dönüşümler olduğunu biliyoruz. Denizaşırı ticaretin gelişmesiyle Batı Avrupa ülkeleri diğer kıtalarda koloniler oluşturuyor, devlet şirketleri kuruyor. Bu kolonilerin gelişme ve korunması güçlü donanmalar ve çok kalabalık değilse de vurucu gücü yüksek kara kuvvetlerini gerektiriyor. Kuşkusuz bu ticaret çok kârlı bir alan. Bankalar kredi veriyor, sigorta şirketleri gemileri sigortalıyor. Böylece finans sektörü de gelişiyor. Kısacası kralın başkanlığındaki devlet örgütü ticaret-asker-finans üçlüsü ile bir dönüşüm geçiriyor. Artık düzenli vergilere gereksinim var. Büyük yelkenlilere uzun yolculuklar yaptıracak denizciler, devlet girişimcilerini yönetecek kadrolar, gelişen silahları kullanacak eğitimli askerlere gerekli. Bu gelişmelerin sonucunda yukarıda belirtildiği gibi asillerden oluşan, yeteneğe değil babadan oğula geçen kan bağına dayanan “ara kesim” yetersiz kalıyor. Kral geleneksel ara kesimi zayıflatmak, başta vergi olmak üzere birçok ayrıcalıklarına son vermek; asiller de kazanılmış haklarını korumak istiyor. İşte temelinde kral ile ara kesim arasındaki bu çatışma yukarıda değindiğimiz ilk “demokratik devrimleri” oluşturuyor. “1700’lerdeki Demokratik Devrimler” nitelemesini tarihçiler bu anlamda kullanıyorlar “Demokratik devrim … insanlar sistematik biçimde oluşturulan yapıların dışında tutulduğunu hissettiklerinde, yeni yapılar oluşması gerektiğine inandığında veya otorite kaynağının değişmesini istediklerinde gündeme gelir.” [R. R. Palmer “The Age of Democratic Revolution”, (1959) s. 23] Aksine birkaç örnek olmakla birlikte birçok örnekte kentlilerin ve köylülerin kralın yanında, asillere karşı yer aldığı da görülüyor.

Ana konumuz Batı ülkeleri olsa da bu “ara kesim” konusundaki Doğu-Batı farklılığını vurgulamak için İslam toplumlarına da kısaca bir göz atarsak çok farklı bir kurulu düzenle karşılaşıyoruz. Öncelikle “ara kesim” diyebileceğimiz “ulema” daha çok dini bilgilerinden güç alıyor, adalette, yönetimde şeriat yasaları egemen. Avrupa asillerindeki gibi kendiliğinden babadan oğula geçen bir sistem yok. Toprak mülkiyeti yok. Beylik Sultan tarafından veriliyor. Reaya –en azından yasal olarak- toprağa bağlı değil. Sultanlar, hatta hanedanlar değişse de reaya için yaşamın ana kuralları geçerliğini koruyor. Bu yapıyı anlatırken yapıyı çok basite indirgediğimin ve şematik hale getirdiğimin farkındayım. Kuşkusuz feodal bir yapı, güçlü aileler var. Ulema çocukları medreseye gidiyor ve ulema oluyor. Osmanlı’daki Sened-i İttifak’ı (1808) hatırlıyorum. Ama yine de toplum yapıları arasındaki zıtlığa dikkat çekmek istedim. Çünkü “Magna Carta” yok, kralın başını çektiği deniz aşırı ticaret-asker-finans yapısı oluşmuyor dolayısıyla kendi ara kesimiyle bir çelişkisi yok.

İlk “demokratik” devrimlerde Batı ülkeleri farklı yollar izlediler. Fransa, Britanya ve ABD örnekleri bu açıdan çok farklı ve ilginçtir.

Fransa, 1700’lere Güneş Kral XIV. Louis (1643-1715) yönetiminde monarşinin altın çağı ile girmişti. Louis XIV ortaçağ feodalizmine son verip merkezi devlet yapısını ve kolonyal Fransız İmparatorluğunu kurdu. Yukarıda değindiğim Kral ile asiller arasındaki çatışma Fransa’da özellikle XV. Louis döneminde arasında 1740-1744 yıllarında yaşandı ve asiller kazandı. Yeni Kral XVI. Louis aristokratlara daha önce verilmiş olan hakları tanıdı. Bilindiği gibi bu adım 1789’da başlayıp 1793’de XVI. Louis’nin idamı ile süren gelişmeleri önleyemedi. Monarşi’nin Ancien Régime’i yıkıldı, bir yandan Avrupa’da cumhuriyetler ve liberal demokrasilere yol açıldı diğer yandan Fransa çalkantılı bir politik döneme girdi:


  • ·         Büyük Fransız Devrimi 1789-1792
  • ·         Birinci Cumhuriyet 1792-1804
  • ·         Birinci İmparatorluk (Napoléon I) 1804-1815
  • ·         Bourbon Restorasyonu ( Louis XVIII ve Charles X) (1815-1830)
  • ·         1830 Temmuz Devrimi (Les trois Glorieuses)
  • ·         Fransa Kralı değil Fransızların Kralı Luis Philippe d’Orleans (1830-1848)
  • ·         1848 Devrimi ile kurulan İkinci Cumhuriyet (1848-1852)
  • ·         1851 darbesi ve İkinci İmparatorluk (Napoléon III) 1852-1870
  • ·         Prusya yenilgisi, Paris Komünü ve Üçüncü Cumhuriyet 1870-1940

·          
Britanya’da Magna Carta’dan (1215) sonra 1600’lerdeki iç savaş ve 1680’lerdeki Görkemli Devrimle (Glorious Revolution) bir dizi hak ve özgürlük güvence altına alınmış ve kralın yetkileri Parlamento’nun gücü ile dengelenmişti.

Atlantik’in öteki yakasında, ABD’de de 1700’lerin ikinci yarısında ilginç gelişmeler yaşandı. Bir kere ABD’nin 1850’lere kadar tam bir “birleşik” devlet olmadığını, daha çok bir devletler topluluğu olduğunu belirtmeliyim. Bu anlayış kullanılan dile de yansıyor ve cümleler tekil bir anlatımla “ABD… yapıyor”, “United States of America is…” yerine çoğul bir anlatımla, “ABD… yapıyorlar”, “United States of America are…” yapısında kuruluyordu. İngiltere ile Fransa 7 yıl Savaşları olarak bilinen savaşlarda Kuzey Amerika’daki egemenlik bölgeleri için çarpıştı (1754-1763) ve 1763 Paris anlaşması ile –geçici de olsa- bir sonuca vardı.

Haritada görülen Atlantik kıyısındaki 13 koloni Britanya’nın egemenliği onaylandı. Bu kolonilerdeki göçmenler kendilerini Büyük Britanya’nın bir parçası olarak görüyor ve bu nedenle de Britanya’daki kazanımları kendi hakları olarak görüyordu. Diğer yandan Londra’daki Parlamentonun da Atlantik’in Batı yakasındakilerin haklarını yeterince korumadığını da gözlüyorlardı. Kolonilerde özel kurullar (colonial assembly) oluşturup 1760’lar boyunca Kral tarafından konan ve bu kurulların onaylamadığı vergilere karşı çıktılar. Tarihte okuduğumuz ünlü Boston çay partisinin (1770) nedeni, koloni halkının Britanya İmparatorluğundan bağımsız olmak istemesi değil Kralın koloni kurullarını tanımayarak keyfi vergiler koyup çay ticaretinin İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin tekeline vermesidir. Kolonilerin istekleri konusunda Britanya İmparatorluğunda bir gelişme sağlayamayınca 1775’de başlaya ayaklanma bir bağımsızlık savaşına dönüştü. Anılan 13 koloni önce bir Kıta Kongresi (Continental Congess) oluşturdu ve ardından bu Kongre Bağımsızlı Bildirgesini (Declaration of Independence) onayladı (1776). Bundan sonra 1781’e dek sürecek bir bağımsızlık savaşı dönemi yaşandı. Kongrenin onayladığı 1789 Anayasası birleşik bir devletten çok günümüz Avrupa Birliğine benzetilebilecek bir “Amerikan Birliğini” (American Union) tanımlıyordu. Bu yapıda -Fransa’dan ve Montesquieu’den alınan ilhamla- gücün ve yetkinin dağıtılmasının gözetildiğini, herhangi bir gücün (özellikle Başkanın) despotik egemenliğini önlemek için tek ses çıkmasının istenmediğini vurgulamak istiyorum. Kolonilerin ayrı cumhuriyetler (republic) olarak bir federasyon yapısında örgütlenmesi öngörüldü. Kongre, kolonilerden gelen temsilciler (günümüz Senatosu) ile özel olarak Kongre üyesi olarak seçilen kişilerden (günümüz Temsilciler Meclisi) olarak iki kanatlı olarak örgütlendi.

1700 ve 1800’LERDE LİBERALİZM

Birçok kavram gibi “liberalizm” de zaman içinde önemli değişikliklere uğramış bir kavram. ABD’de güncel yaşamda “liberal” terimi sol kanatta yer alanlar için kullanılıyor. 1980’lerde Türkiye’de daha çok ekonomik boyutu ile vurgulanan bu kavram günümüz Türkiye’sinde aslında sağcı olan ama solcu görünen, en azından bir zamanlar solcu bilinen kişilere “liberal” deniyor.

Oysa liberal düşüncenin ilk örneklerini gördüğümüz 1700’lerde bu kavram daha çok “yeniliklere ve deney yapmaya açık, geleneksel değerlere bağlı olmayan” anlamında kullanılıyordu. Daha az otorite, özellikle Kralın yasama-yargı-yürütme gibi alanlarda güçlerinin azaltılması despotluğa (tyrany) karşı olmak … Liberallerin önde gelen sloganlarıydı. Kapitalist ekonominin babası olarak nitelenen Adam Smith, ünlü yapıtları Ahlaki Duygular Teorisi  (The Theory of Moral Sentiments) (1759) ve Ulusların Zenginliğinde (An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations) (1776) konunun daha çok ekonomik boyutunu vurguladı. Kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin karşılıklı etkileşiminin nasıl toplumun çıkarlarına hizmet edebileceğini ve birbirinden ayrı iki olgunun, kişisel çıkarların ve toplumsal faydanın ilişkili olduğunu gösterdi. Bu anlamda Smith düzenin sanki bir “görünmez el” tarafından yönlendiriliyormuş gibi işlediğini söyler ve ardından da ortada görünmez bir şey olmadığını ve her şeyin bireylerin davranışlarına ve onlar arasındaki etkileşime atıfla açıklanabildiğini belirtti.

1760-70’lerde kuramsal alt yapısı kurulan bu “ekonomik” liberalizm, 1800’lerin ortasında tepe noktasına ulaştı. Kuşkusuz bu Liberalizm karşıtını da oluşturdu. Avrupa’da 1830-40’lardaki ayaklanmaları ve Marx ve Engels’in Komünist Manifestosunu (1848) hatırlamalıyız

Fransız Devriminde, 1830-40 dönemindeki ayaklanmalarda hatta 1871 komününde bile liberallerin önemli bir kısmı toplumun alt kesimlerini destekliyordu. Victor Hugo’nun (1802-1855) Sefiller (Les Misérables) romanında bunun edebiyat alanındaki yansımasını görüyoruz. Diğer yandan anılan ayaklanmalar bazı liberalleri korkuttu ve Kralın despotluğu kavramına (tyrany) ek olarak kalabalıkların despotluğuna (tyrany of the mob) karşı görüşler güçlendi. Benjamin Constant gibi bazı düşünürler bu iki eğilim arasında bir denge, orta yol bulmaya çalıştı.

“İkinci kuşak” diyebileceğimiz liberaller 1700’lerin mali-askeri devletine, devlet tekellerine, yabancı ülkelere ekonomik baskı uygulanmasına ve yüksek gümrük vergilerine karşı; ama mal sahipliğinden, ulusal devletten ve bir anlamda –İngiltere örneğindeki çift meclisli parlamento gibi- bazı demokratik ilkelerden yana bir tutum sergilediler.  Özellikle 1800’lerin sonuna doğru liberallerin bir kısmı özel sektördeki büyük şirketlerin, tekel-kartel gibi oluşumların da despotluğun bir türü haline geldiğini düşünmeye başlandı.

Örgütlenme yöntemi açısından 1800’lerin ortasında liberaller –kitlesel politik partilerin örgütlenmesi öncesinde- toplum bireylerinin kooperatifler ve birlikler (league) gibi yapılar içinde örgütlenmesine öncülük ettiler. Geleneksel toplumdaki yerel dayanışma, feodal dayanışma, meslek örgütleri ve loncalar yerine kente gelen yurttaşların bu yeni yapılarda örgütlenip güçlerini birleştirmesi gerektiğini savundular. Bu konuda başarılı bir örnek olarak “Mısır Yasasına Karşı Birlik” (Anti-Corn Law League) belirtilebilir. Britanya’da 1815’de yürürlüğe giren Mısır Yasası, buğday ithalatına yüksek gümrük vergileri getirerek büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını koruyan ve ekmek fiyatını artıran bir yasaydı. Buna karşı 1839’da oluşturulan birliği çalışmaları başarılı oldu ve 1846’da Mısır Yasası yürürlükten kaldırıldı. Birlik de çalışmalarına son verdi ve birçok önderi Liberal Parti içinde genel politik boyutu olan çabalara yöneldi. Bu arada bu tür hareketlerin yalnızca tabandan gelen bir halk hareketi olmadığını, örneğin anılan Mısır Yasasına Karşı Birliğin, büyük toprak sahiplerine karşı olan ve ekmek fiyatının yükselmesi nedeniyle işçi ücretlerinin artmasını istemeyen kapitalist sermeye grupları tarafından da desteklendiğini belirtmeliyim.

KİTLESEL POLİTİK PARTİLER

Ulusal devletle okullar yaygınlaştı ve bir okur kitlesi oluştu. Sanayi devrimi ile gazete, dergi ve broşürlerin basımı ucuzladı, kurulan demiryolu ağı ve posta idareleri ile gazetelerin dağıtımı sağlandı. Telgraf ve telefon sistemleri ulusal basının ülkenin hatta dünyanın uzak köşelerinden haber almasını kolaylaştırdı. Bütün bunlar geniş kitlelerin fikirlerinin oluşmasını sağladı. Gerçekler, değerler, eylemleri doğurdu ve fikirler geniş kitlelerin ideolojilerine dönüştü.

 “Demokrasinin” öncü ülkesi İngiltere’de 1600’lerde politik hareketler devlet yönetiminde etkin ama küçük gruplar olarak örgütlenmişti. Uzunca bir dönem Britanya İmparatorluğunda politikaya iki önemli grup (Whig’lerle Tory’ler) arasındaki çatışma damga vurdu. 1800’lerde ise bu gruplar kitlesel partilere dönüştü. Tory’ler 1834’de Muhafazakâr Partiye; 1850’de Whig ile Serbest Ticaretçi Peelite-Radikal gruplarının birleşmesi ile Liberal Parti kuruldu. İngiliz İşçi Partisinin kurulması için ise 1900’e kadar beklememiz gerekiyor. Politik kitle partilerinin ilk döneminde 1868-94 döneminde defalarca başbakan olmuş Liberal politikacı William Ewart Gladstone’a değinebiliriz. Benjamin Disraeli liderliğindeki Muhafazakâr Parti ile sürekli rekabet içinde olan Gladstone dönemlerinin kazanımları olarak seçimlerde gizli oy sisteminin yerleştirilmesini, oy verme hakkının yaygınlaştırılmasını (Third Reform Act-Representation of the People Act, 1884) belirtebiliriz. Diğer yandan bu yaygınlaşmadan sonra bile mülk sahibi erkeklerin avantajlı olduğunu, İngiltere ve Galler’de 3 yetişkin erkekten 2 sinin, İskoçya’da 5 yetişkin erkekten 3’ünün ve İrlanda’da 2 yetişkin erkekten 1’inin oy verebildiğini vurgulamalıyız.

ABD’de politik partilerin kitleselleşmesi birçok kıta Avrupası ülkesinden önce oldu (Demokrat Parti 1828, Cumhuriyetçi Parti 1854). Genellikle Avrupa’da üye sayıları milyonlar ulaşan partiler 1870-1900 döneminde örgütlendi.

Kuşkusuz kitlesel patilerin gelişimi ile oy verme hakkının konusundaki kısıtlamalar yakından ilgilidir. Önde gelen kısıtlamalar azınlık din ve mezheplerine, azınlık ırklara mensup olanlara, varlıklı olmayanlara ve kadınlara yönelikti. Bu kısıtlamalara ayrı başlıklar altında değinelim.

DİN VE MEZHEP SORUNLARI

Birçok geleneksel toplumda din ve mezhep birliği ve farklı din ve mezheplere karşıtlık toplumun en önemli çimentosu olarak değerlendirilirdi. Liberal düşüncede ise kutsal inanışlar konusundan farklı din ve mezheplere karşı tolerans öne çıkar. Ülkede egemen bir din veya bir mezhep olsa bile diğer din ve mezheplere toleranslı yaklaşılması gerektiğini savunur. Bu konuda sıkça verilen bir örnek İngiliz monarşisinin Anglikan mezhebinin yöneticisi olmasına karşın, günümüzde toplum düzeninin diğer din ve mezhepleri de kapsayacak biçimde örgütlenmiş olmasıdır.  Kuşkusuz bu gelişme büyük mücadeleler sonunda ve adım adım gerçekleşti. Britanya’da 1800’lerin ilk yıllarında genel oy verme hakkı üzerinde önemli kısıtlamalar olduğunu belirtebiliriz. Örneğin 1828’de Methodist ve Presbiteryenlerin, 1829’de Katoliklerin, 1858’de Yahudilerin avam kamarasına girme hakkı onaylandı.

Kıta Avrupa’sında da önemli gelişmeler gözlendi. Alman ulusal birliğinin kurulması (1871) sırasında Bismarck’ın Kilise ile çatışmasına Ulus Devletin Oluşumu bölümünde ele alacağım. Garibaldi önderliğinde İtalyan birliğinin sağlanması (1871) sürecinde Papalık devletlerinin yıkılması, Papanın gücü önemli ölçüde kırıldı ve Vatikan yönetimi Roma kenti içinde çok küçük bir bölgeye çekilmek zorunda kaldı.

ABD kolonilerindeki göçmenler içinde başından beri Avrupa’daki din ve mezhep baskılarından kaçan kitleler vardı. Bu nedenle ABD’de genel olarak “Hristiyan-Protestan” kitlelerin önceliği gözlense de Atlantik’in Batı yakasında demokrasinin gelişiminde din ve mezhep farklılığı bir baskı aracı olarak kullanılmadı. Bu öncelik en yaygın ifadesini WASP (White Anglo Saxson Protestant-Beyaz Aglo Sakson Protestan) kısaltmasında bulur. (Kuşkusuz Kennedy gibi Katolik, Obama gibi Afrika kökenli başkanların aykırı durumlar belirtilebilir akla geliyor.)

KADIN HAKLARI

Avrupa’da kadın hakları konusunda da liberallerin öncülüğünü görüyoruz. Örnek olarak İngiltere’deki durumu ele alırsak geleneksel yapı içinde madenî kanun (common law) kadının konumunu evlenmeden önceki (feme sole) ve sonraki (feme covert) olarak tümüyle farklı biçimde değerlendiriyor ve evlendikten sonra kadın ve erkeğin tek kişilik (entity) olduğunu vurguluyordu. (Yukarıda geçen terimler günümüz Fransızcasını andırıyorsa da Anglo-Norman kökenlidir ve bu nedenle de yazımları Fransızcadan farklıdır.)  Evlilikle oluşan bu birlikteliğin yasal sorumlulukları, görevleri ve yetkileri de koca tarafından temsil edildiğinden, evli kadın mülk sahibi olarak yasal belgeler imzalayamıyor veya sözleşme yapamıyordu.

1850’lerde İngiltere’de kadın hakları mücadelesi öncelikle bu sisteme yöneldi. Barbara Leigh Smith Bodichon gibi öncü kadınların ve ünlü düşünür John Stuart Mill (“Subjection of Women”,1869) gibi onları destekleyenlerin verdiği mücadeleler sonucunda 1870, 1882, 1884 ve 1893’de aşamalı olarak onaylanan evli Kadınların Mülkiyet Hakkı Yasaları (Married Women’s Property Acts) ile sorun kadınlar lehine çözülebildi.  Oy verme hakkı içinse yukarıda değindiğim Üçüncü Reform Yasasından sonra Dördüncü Reform Yasasını (Fourth Reform Act-Representation of the People Act, 1918) beklemek gerekiyor. 1870’lerin başında İngiliz toplumunda kadın sorunlarının edebiyata yansıması olarak George Eliot’un “Middlemarch” adlı yapıtını belirtebilirim.

Birçok Avrupa ülkesinde kadınlara oy hakkı Birinci Dünya Savaşının sonra verildi (Norveç 1913, Danimarka 1915, İngiltere ve Polonya 1918, Almanya ve Avusturya 1919, Çekoslovakya 1920.) Hatta kadınlara oy hakkının Fransa’da 1944, İtalya’da 1946, Yunanistan’da 1952, İsviçre’de 1971’de verildiğini unutamıyoruz. (Konumuzun dışında olmakla birlikte Atatürk Türkiye’sinde kadınların 1930’da yerel seçimlere, 1935’de genel seçimlere katıldığını anmadan geçemeyeceğim.)

KÖLELİĞİN KALDIRILMASI

Liberal düşüncenin önemli kazanımları arasında köleliğe kaşı mücadeleden söz etmeliyiz. 1830’da hem kiliseden hem de aydınlardan gelen baskılarla İngiltere’de ve İngiliz İmparatorluğunun egemen olduğu bütün bölgelerde kölelik yasaklandı. Çar II. Alexander 1861’de Rusya’da serfliğe son verdi.
ABD iç savaşı (1861-1865) sonucunda Başkan Abraham Lincoln ’un Özgürlük Bildirgesi (Emancipation Proclamation-1861) tüm kolonilerde geçerli oldu ve köleliğe son verildi. Yasal olarak son verilmekle birlikte 1960’larda hala siyahların mücadelesi sürüyordu. Unutmayalım ki büyük önder Martin Luther King 1968’de öldürüldü. Güney Amerika’da 1500’lerdeki Portekiz işgalinden beri Brezilya’da köle emeği çok önemli bir işgücü kaynağı olmuştu. Batı dünyasında köleliğin yasaklandığı son ülke de Brezilya oldu. 1888’de Kraliçe Isabella’nın Altın Yasa (Lei Àurea) olarak bilinen yasası ile kölelik yasaklandı ve yaklaşık 4 milyon köle özgürlüğüne kavuştu. Bu sayı Afrika’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya gönderilen köle sayısının yaklaşık %40’ıydı.

Batı dünyasındaki birçok ülkede köleliğin yasaklanmasına karşın köle ticaretinin kaynağında, Afrika’da yasaklanması için 20. Yüzyıla kadar beklememiz gerekti. Örneğin Fransız Batı Afrika’sında köle ticareti 1905’de yasaklandı.

Sağlanan bu gelişmeler sonunda 1870’lerde Anayasası olmayan yalnızca 3 devlet kaldığını belirtebiliriz. (ABD 1788, Fransa-Polonya-Litvanya 1791, İspanya 1812, Norveç 1814, Portekiz 1822, Sırbistan 1835, İsviçre 1848, …)

Yine ana tarihsel çizgimize dönersek yukarıda Avrupa’da bir dizi ülkede 1850-1870 döneminde liberallerin kitlelerin mücadelesinden ürktüklerini, 1870’lerin sonunda Liberal fikirlerin zayıfladığını ve liberallerin bölündüğünü görüyoruz. 1700’lerde liberal-gelenekçi çatışmasında gelenekçilik düzeni tehdit eden değişikliklere karşı bir tepkiydi. 1800’lerin sonunda ise düzen değişti ve muhafaza edilmesi söz konusu olan düzende monarşi ve aristokrasi, ulus devlet, kilise, ordu, imparatorluk gibi kavramlar öne çıktı. 1800’lerin sonundaki liberal çizgideki “geri” adımları aşağıda özetliyeyim:

1) Geleneksel düzene dönme konusunda en belirgin örnek Rusya’da görüldü. 1881’de Büyük Petro’dan bu yana en reformcu çar olarak tanımlanan Çar II. Alexander öldürüldü ve yerine III. Alexander geçti. Yukarıda değindiğim gibi II. Alexander köleliğe son vermiş, çarlığın yönetim ve adalet sistemini düzeltmiş, idam cezasını kaldırmış ve üniversiteleri güçlendirmişti. III. Alexander ise muhafazakârlığın, gelenekçiliğin sembolü olarak tanımlanabilir. Babasının döneminde gerçekleşen birçok reformda geri adımlar attı.

2) Serbest fikirli, kilise baskısına karşı tutum takınan liberallerin bir kısmı günümüz terminolojisi ile daha “sol” diyeceğimiz sosyal demokrasi ve sosyalizm gibi çizgilere kaydı. Kitlenin çıkarlarını bireyin çıkarları üstünde tutan, kuramsal haklar değil gerçek elle tutulur –bu anlamda “materyalist” olan- kazanımlar peşine düştüler.

3) “Kitlelerin çıkarları” konusunda dinsel otoritenin de pek duyarsız kalamadığını görüyoruz. Özellikle Katolik kilisesinde yoksullardan yana bir eğilim gözleniyor. Sanayi devriminin olumsuz etkilerine karşı çıkan Papa XIII. Leo, “Sosyal Hristiyanlık” diyebileceğimiz uygulamaları ile tanınıyor. (Bu çizginin günümüzde en bilinen temsilcisi Bavyera’nın Hristiyan Sosyal BirlikChristlich-Soziale Union-CSU Partisi)

4) Bu dönemde “ulusalcılık” kavramı da yeni bir boyut kazandı. “Kim gerçek Fransız- Kim gerçek Alman?” gibi sorular gündeme geldi. Fransa’da 1890’ların sonunda Dreyfus olayı “ulusalcılık” ile  “cumhuriyeti hukuku” kavramlarının çatışmasını gündeme getirdi. Ulusalcı görüşlerin ilk belirdiği günlerde “Prenslerin rekabetinden kurtulduğumuza göre uluslar kardeş olacak” görüşü vardı. (1800’lerin ortasında yapılmış aşağıdaki romantik tabloda bu iyimserliği görüyoruz. Kitleler Fransız, Alman, İtalyan bayrakları altında yürüyorlar.)

Oysa bu kez uluslar acımasız bir yarış içine girdiler. Hatta Darwin’in biyoloji alanındaki çalışmalarıyla (Türlerin Kökeni -Origin of Species- 1859) geliştirdiği evrim teorisi, “Sosyal Darwincilik” olarak adlandırılıp “güçlünün hayatta kalıp yarışı kazanacağı” düşüncesi ile ulusların yarışına gerekçe oldu. Örneğin liberalizmin öncü ülkesi İngiltere’de bile 1800’lerin ikinci yarısında Kraliçe Victorya’nın ünlü yargıcı Sir James Fitzjames Stephen “yarışta kazanmak için hükümetin güçlü olmasını” savunarak asalet unvanı aldı.

5) Son olarak bütün bu gelişmelerin tabanındaki ekonomik gerçeklere de değineyim. 1870-1890 döneminde ekonomilerini geliştirme çabası içindeki başta Almanya ve ABD olmak üzere bir dizi devlet serbest ticarete karşı gümrüklerle kendilerini korumaya başladılar. Öyle ki 1800’lerin sonunda serbest ticareti savunan yalnızca İngiltere kalmıştı. Ayrıca sanayi devrimi, ham madde sağlamak ve pazarı büyütmek için güçlü ülkelerin egemenlik alanlarını büyük bölgelere yayılmasının gerekçesini oluşturuyordu. Bu da yeni bir  “emperyalist” dalgaya yol açtı. 1700’lerde Avrupa politik çevrelerinin tekellere karşı savaştığını, 1800’lerin sonunda bu konuda geri adımlar atıldığını söyleyebiliriz.

Sonuç olarak 1800’lerin sonu-1900’lerin başında Batı dünyasında oluşan politik çizgilerin, günümüzde de ana politik akımları oluşturmaya devam ettiğini belirtebiliriz. Oluşan bu politik çizgileri 5 ana grupta toplayabiliriz:

Ulusal Gelenekçilik - Ulusal değerlerden, yerleşik dinden, ırkın saflığından, Pan-Slavizm, Pan-Germanizm, Pan-Amerikanizm… gibi görüşlerden, otorite sembolünden, monarşiden, ordudan, imparatorluk gücünden yana; toplumsal devrimlere karşı.

Ulusal Muhafazakârlık – Güçlü ulusal devletten, laiklikten, özellikle dinin politikayı etkilemesinin önlenmesinden, bu amaçla dinin denetlenmesinden, modern ordudan, güç ve kârın korunması için imparatorluktan, korumacılıktan, gümrük vergilerinden, büyük şirketlerden, profesyonellerden, modern iş adamlarından, kapitalist seçkinlerden yana. Alman Şansölyesi Otto von Bismarck bu çizginin örneği olabilir. Görüldüğü gibi bu tür “muhafazakârlık” eski geleneksel düzenin korunmasından yana olmak değil, yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumsal reformlarla modernleşmeden yanadır.

Liberalizm – 19. Yüzyıl ortalarında tanımlandığı biçimde liberaller, merkezi hükümetin gücünün sınırlanmasından, serbest ticaretten, serbest pazardan, bireysel özgürlüklerden laiklikten veya (İngiltere’de William Gladstone’da gördüğümüz gibi) Hristiyanlıktan ilham alan reformlardan yana tutum alılar. Büyük ordulara, güçlü devlet yanında büyük işletmelere, tekellere, büyük işçi sendikalarına,  imparatorluk gücünün kullanılmasına karşıdırlar. Eğer imparatorluğu destekliyorlarsa yayılmacı ve sömürücü özelliklerinin değil “uygarlaştırmacı” özelliklerinin ön plana çıkartılmasından yana bir tutum içindedirler. Bu arada yukarıda değinildiği gibi oy verme hakkının geniş bir tabana yayılmasından, kadın haklarından yanadırlar.

Demokratik Sosyalizm- Nispeten yeni olan bu çizginin savunucuları güçlü iş çevrelerine karşı ağırlığı olacak güçlü bir devletten yanadır. Bu güçlü devletin ileride özel mülkiyeti devralabileceğini, böylece kamusal mülkiyete ve kamusal kullanıma ulaşılabileceğini savunurlar. Laiklikten yana, dinsel otoritenin etkisine karşıdırlar. Fransa ve İspanya gibi ülkelerde yerleşik Katolik Kiliseye karşı olmak liberal, radikal veya sosyalist partiler için en tanımlayıcı özelliklerden biridir. Doğal olarak işçilerin başta sendikalar olmak üzere örgütlenmesini savunurlar. Örgütlenme yalnızca meslek olarak değil aynı zamanda –grevlerin örgütlenebilmesi için- işyeri temelinde olmalıdır. Ulusalcı değil çalışan sınıfların ülke sınırlarını aşarak uluslararası dayanışmasını savunurlar. Bu açıdan enternasyonalist, orduya karşı, emperyal isteklere karşıdırlar.

Devrimci Sosyalizm- Bilindiği gibi 19. Yüzyıl ortalarında Marx-Engels tarafından temel kuramı oluşturulmuş, 20. Yüzyıl başında Lenin tarafından geliştirilip uygulamaya başlanmış bu çizgide toplumsal koşulların tahammül edilemez olduğu, kurulu düzenle veya kurulu düzen içinde çalışılamayacağı savunulur. Kuşkusuz Laiktirler, dinsel otoriteye, orduya, polise karşıdırlar. Devletin de kendilerine karşı olduğunu bilirler ve yeraltı örgütleri, disiplinli hücreler oluştururlar. Koşullar olgunlaştığında genel grevler örgütler ve gerekirse şiddet kullanırlar. Bu çizgi de enternasyonalisttir, uluslararası işçi dayanışması ile ayaklanmanın –en azından- sanayi açısından gelişmiş bir dizi ülkeye yayılmasını öngörürler.