18 Mayıs 2016 Çarşamba

V - TARİHSEL ÇERÇEVE - ULUS DEVLET OLUŞUMU



Ulus oluşturulması (nation-building) veya ulus-devlet oluşturulması (national state building) politika biliminin (political science) en temel konularından biri. Bu kavramlarda ülkenin iç dinamiklerini ele alan yaklaşımlar olduğu gibi dışarıdan yönlendirilen bir eylem olarak ele alan yaklaşımlar da var. Hatta son zamanlarda ulusal kimliğin başka uluların askeri müdahaleleri ve işgali ile dayatılmaya çalışıldığı örnekleri yaşıyoruz.

Burada Batıda 19. Yüzyılda ulus-devletlerin ağırlıklı olarak iç dinamikleriyle oluşumuna değinmek istiyorum. Bu nedenle “oluşturulma” değil “oluşma” sözcüğünü kullanmak sanırım daha doğru olacak.

Aslında ulus oluşumu (nation-building) ile ulus-devlet oluşumu (national state building) yakın da olsa farklı kavramlardır. Avrupa’da İngiltere Fransa gibi ülkelerde “devletin”  ulus-devlet yapılanmasından önce oluştuğunu; İtalya, Almanya gibi ülkelerde ise bu iki oluşumun paralel geliştiğini görüyoruz. Bu paralellikte de ulus oluşumunda devletin belirgin, öncü ve etkin rol oynadığını belirtmeliyiz. Öyle ki ulus oluşumu, “ulusal kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlanıyor.

Modern devletlerin oluşmasından önce, geleneksel, örneğin 1700 öncesi toplumlarında ortalama günlük yaşamın çok yerel olduğunu belirtmeliyiz. 50-60 Km ötesinden etkilenmek veya oraları etkilemek çok zordu. İklim, ekinler, evcil hayvanlar, yemekler hatta dil oldukça yereldi. İnsanlar kendilerini bir sülalenin, kabilenin üyesi olarak tanımlıyorlardı. Merkezi otoritenin en güçlü olduğu Fransa’da bile birkaç yüzyıl önce düzinelerce dil konuşuluyordu. 1870’de Fransız ordusuna alınanların yarısının ana dili Fransızca değildi. Bu yerel dillerin birçoğu 19. Yüzyıl sonundan başlayarak zayıfladı ve unutuldu.

Ayrıca merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı ama güçlü bir yerel otoritenin (asiller, toprak sahibi derebeyleri) olduğu feodal bir yapı görüyoruz.  Bu asiller Kral – İmparatorlar çevresinde veya orta ve Kuzey Avrupa’da Schmalkaldic Liginde gördüğümüz gibi mezheplerini temel alarak Prenslikler kendi aralarında örgütleniyorlardı. 

DİN – MEZHEP SAVAŞLARI

Bilindiği gibi tarihçiler Hristiyan dininde Protestan mezheplerini doğuran Reform hareketinin başlangıcı olarak, Martin Luther’in 1517’de Wittenberg Kilisesinin kapısına “95 Tez” olarak bilinen metni asmasını belirler. (Ne ilginç bir rastlantıdır ki Osmanlı Padişahlarının İslam Halifesi unvanını alması ve Osmanlı’nın Sünniliğinin belgelenmesi de aynı yıla rasgeliyor).

Bu tarihten başlayarak 1600’lerin sonuna dek Avrupa mezhep savaşlarının pençesindeydi:

  • Alman Köylü Ayaklanmaları (1524–1525) 
  • İsviçre’de Kappel Savaşı (1531)
  • Kutsal Roma İmparatorluğunda Lüterci – Katolik Savaşı (1546–1547)
  • Kuzey-Batı Avrupa’da 8 Yıl Savaşı (1568–1648)
  • Katoliklerle Protestanlar (Huguenot) arasında Fransız Din Savaşları (1562–1598)
  • Otuz Yıl Savaşı (1618–1648
  • Üç Krallık (İngiltere, İskoçya ve İrlanda) Savaşı (1639–1651)


Burada özellikle bu dönemde din-mezhep sorunlarını çözmeyi amaçlayan iki anlaşmaya değinmek istiyorum:

·         Koyu bir Katolik olan Kutsal Roma İmparatoru 5 Karl ile Luther’ci prenslerin oluşturduğu Schmalkaldic Ligi arasında orta ve Kuzey Avrupa’da 1531’de başlayan mezhep savaşları 1555’de Ausburg Anlaşması ile sona ermişti. Bugün bize çok inanılmaz geliyor ama bu anlaşmanın temel ilkesi “kimin bölgesi ise onun dini - Cuius regio, eius religio” olarak belirlenmişti. Yani Prens Luthercilik ve Katoliklik arasında bir seçim yapıyor; buna bağlı olarak da Prensin bölgesindeki insanların mezhebi belirleniyordu. Hatta Prens ileride mezhep değiştirirse yine bölgesindeki insanların mezhep değiştirmesi gerekiyordu! Bu “onaylı” mezhep dışında bir mezhebin uygulamaları yasaktı. Yukarıda verdiğim savaş listesinden de görüleceği gibi günümüzde devlet dini olarak yorumlanabilecek bu anlaşma başarısız bir model örneği olarak anılabilir.

·        1648 Westphalia Barışıyla sona eren Otuz Yıl Savaşları birçok tarihçi tarafından Avrupa’daki en kanlı savaş olarak nitelenir. 1643-1649 yılları arasında Avrupa’nın birçok kentinde yüzden fazla delegasyonun imzaladığı ve birçok metinden oluşan Westphalia barışı bir dizi anlaşmadan oluşur. Bu karmaşık anlaşma dizisinin bizi ilgilendiren yönü aşağıdaki biçimde özetlenebilir:
  • İmparatorluk Devletleri (status imperil-imperial states) Kutsal Roma İmparatorluğundan (ve dolayısıyla Papalıktan) bağımsız olarak kendi mezhepleri konusunda karar alabilecek;
  • Protestanlar ve Katolikler yasa önünde eşit olacak;
  • Bir bölgede çoğunluk olmayan mezhep mensupları da ibadetlerini kendi özel yaşamlarında istedikleri gibi ve kamusal alanda belirlenen saatlerde kendi inançları doğrultusunda yapabilecekler.
 Bu deneyimlerin sonucu olarak ülke boyutunda din ve mezhep temelli bir birlik sağlanamayacağı, aksine bitmez tükenmez mezhep çatışmalarının ulusal birliği engelleyeceği anlaşıldı.

“ULUSUN” KÜLTÜREL ALTYAPISI

“Tarihsel Çerçeve” yazı dizisinde ele aldığımız gibi yerel toplum yapısı Batı Avrupa’da, denizaşırı ticaret, sanayileşme, büyük kentler, demiryolu, telgraf… gibi gelişmelerle yıkıldı. Ekonomik gelişmeler ihracat-ithalat ve gümrük gibi kavramlar ülkelerin sınırlarının belirginleşmesine ve bu sınırlar içinde yaşayanlar için ortak bir paydaya geliştirilmesi gereğine yol açtı. “Biz kimiz?” sorusuna yanıt bulmak için yeni bir kimlik arayışı başladı. İşte “ulus” kavramı bu sorunun yanıtı olarak oluştu.

Ulus-devletin oluşumu kuşkusuz her bir Avrupa ülkesinde başka biçimde oldu. Örneğin Orta Avrupa Napoléon savaşları sonrasında 1850’lere kadar parçalanmış bir yapıdaydı ve bugün İtalya ve Almanya olarak tanıdığımız devletler yoktu. İngiltere ve Fransa ise en azından birliklerini oluşturmuş durumdaydı. Burada Napoléon savaşlarını anma nedenim yalnızca bir tarihsel dönemi anmaktan öteye, Napoléon’un Fransız ulusalcılığının diğer Avrupa ülkelerinde bir örnek olduğunu vurgulamak. Stendhal’in 1839’da yazdığı Parma Manastırı (La Chartreuse de Parme) adlı romanı Napoléon’un İtalya ulusalcılığına nasıl ilham kaynağı olduğunu çok güzel anlatır. Bu arada Stendhal’in uzun süre Napoléon ordularında çarpıştığını, hatta ünlü Moskova seferi gazilerinden olduğunu hatırlatmalıyım.

Yukarıda değindiğim gibi, yaşanan acı deneyimlerle 1600’lerin sonunda din-mezhep konusunun birleştirici değil ayrıştırıcı bir unsur olduğu herkes tarafından görülmüştü. Dolayısıyla yeni birleştirici unsurlara gerek vardı. 1800’lerin ilk yarısında ulusal dil - sanat – kültür- tarihin geliştirilmesi için aydınların yoğun çabalarını görüyoruz. Ulusun ortak gelenekleri, ortak folkloru, ortak dili vurgulanmaya başlandı. Örneğin Grimm kardeşler geleneksel Alman masallarını topluyor,  Schiller – Goethe yapıtlarıyla Almancanın olanaklarını geliştiriyor, Beethoven 9. Senfoninin korolu bölümünde Schiller’in dizeleri ile ulusal coşkuyu zirveye yükseltiyor; İngiltere’de Sir Walter Scott ünlü yapıtı “Ivanhoe” ile İngiltere tarihinin şövalyelik dönemini hatırlatıyor; G. Verdi’nin operaları İtalyan kültürünün oluşumunda çok önemli bir rol oynuyor. Bu arada Napoléon’u anmışken Beethoven’in 3. Senfonisinin (Eroica) 1803-1804 yıllarında onun ilhamıyla yazıldığını ama Napoléon imparator unvanı alınca başlığına “büyük bir adamın anısını kutlamak için bestelendi -composta per festeggiare il sovvenire di un grande Uomo” notunu yazdığını hatırlamalıyız.

1800’lerin ikinci yarısında bu ulusal kültürler üzerinde ulus-devletlerin oluştuğunu görüyoruz. Alman ve İtalyan birliklerinin oluşması bu döneme rastlıyor. Yukarıda değindiğim gibi ulus-devletler ulus bilincinin oluşumunda çok etkin rol oynadılar. Örneğin ulusal dilin ve ulusal kültürün ülke çapında öğretilmesi için okulların ulusal bir altyapıda düzenlenmesi gerekliydi. Burada vurgulanması gereken bu gelişimin doğal olduğu; ama aynı zamanda bu “kendiliğinden” bir oluşum olmadığıdır. Ulus bilincinin oluşumu için yoğun ve düzenli bir çaba yürütüldü. Bu konudaki kültürel gelişmeler aydınların bireysel çabalarının çok daha ötesine geçen bir yönelimi gösterir. Yazımın başında değindiğin gibi ulus oluşumu bir ulus-devletin kararlı yönlendirmesi ile oluşur. Ulus-devlet oluşumu da bir geri besleme döngüsü biçiminde ulusal “birlik” (unification) oluşumuna dayanır. Şimdi Alman ve İtalyan birliklerinin geçekleşmesine göz atalım.

ALMAN BİRLİĞİ

Orta çağdan beri gelen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) 1806’da dağılmıştı. Zaten İlber Ortaylı bu garip yapının ne Kutsal, ne Roma’lı, ne Germen, ne de İmparatorluk olduğunu vurguluyor. Kuzey Denizi sahillerinde Prusya’nın gelişimiyle başlayan Alman Birliğinin, Prusya’nın Fransız ordularını yenerek 1871’de Paris’te mutlu sona ulaştığını görüyoruz. Alman İmparatorluğunun (Deutsches Kaiserreich) Paris’te Versailles sarayında ilan edilmesi tarihin ilginç bir cilvesi oldu.

Bir not olarak Almanların bakış açısının biraz farklı olduğunu, onların “Reich” sözcüğünü  “imparatorluktan” çok “egemenlik alanı-hükümet-devlet” kavramını kapsayacak biçimde kullandıklarını ve bu anlamda kendilerini yukarıda andığımız Alman Birliği öncesini de içerecek biçimde tanımladıklarını belirtmeliyim. Onların sınıflamasına göre:

  • Birinci Reich (962-1806) Kutsal Roma-Germen imparatorluğu (Erstes Reich
  • İkinci Reich (1871-1918) Almanya İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich)
  • Weimar Cumhuriyeti (1919-1933) (Weimerar Republic)
  • Üçüncü Reich (1933- 1945) (Deutsches Reich - Großdeutsches Reich) Adolf Hitler yönetimindeki Nazi Almanya’sı.

Bu dönemlerin sınıflaması ana hatları ile yukarıdaki gibi olsa da ayrıntılarda pek de görüş birliği yok. Örneğin özellikle Nazi Almanya’sında Weimar Cumhuriyeti dönemi pek de Alman yönetimi sayılmı-yor. Ama herkesin görüş birliği içinde olduğu nokta etkin olduğu 30 yıl içinde (1860-1890) Alman Birliğinin ve ulus-devletinin oluşmasında şansölye Otto von Bismack’ın kilit bir rol oynadığı.

İTALYAN BİRLİĞİ

İtalyan birliğinin öyküsü ise oldukça farklı. 1830-1840’larda Avrupa’yı saran devrimci dalgada Guisppe Garibaldi adının devrim önderleri arasında öne çıktığını görüyoruz. Bu devrimci dalganın ardından Guiseppe Garibaldi’nin ulusçu kimliği ile İtalyan birliği için yarımadanın güneyinde (özellikle Sicilya ve Napoli) yürüttüğü çalışmalara ülkenin Kuzey-Batı’sındaki Savoy ve Sardinya krallıkları da katlınca 1861’de İtalya Krallığı (Regno d'Italia) ilan edildi. Daha önce Sardinya Kralı unvanını taşıyan II Victor Emmanuel İtalya Kralı oldu.

İtalya Krallığının yarımadada egemenliği ve birliği sağlaması için çatışmalar sürdü. Kuzey sınırında Avusturyalılarla yürütülen mücadeleler sonucunda Avusturya- İtalya sınırı çizildi. Yarımadanın ortasından Kuzey-Doğu’ya uzanan Papalık Devletlerinde (Stato Pontificio) Fransız garnizonları vardı. 1870-1871 Prusya-Fransa savaşı için Fransa bu garnizonlardaki askerlerini çekince İtalya Krallığı oluşan güç boşluğunu değerlendirdi ve yarımadanın bütününde egemenliği sağladı. 

ULUS-DEVLET ve ULUS OLUŞUMU

Yukarıda kültürel altyapının aydınlar tarafından oluşturulduğuna; ama ulus oluşumunun “ulusal kimliğin devlet gücü ile oluşturulması” olarak tanımlandığına değinmiştim. Ulus-devletin üstlendikleri hakkında birkaç örnek vermek sanırım yeterli olacaktır:

Bir ortak payda olarak ulusal bir kültürü geliştirilmesi ve yayılması gerekiyordu. Avrupa’da bu kavramın karşısındaki güç doğal olarak dinsel otoriteydi. Ortaçağdan beri eğitim kavramı din eğitimi anlamında gelişmişti. İlk üniversitelerin katedral ve manastırların çatısı altında açıldığını ve ağırlıklı olarak din adamı yetiştirdiklerini biliyoruz. Sonradan silahların ve orduların gelişmesiyle buna askeri okullar, ticaretin gelişmesiyle hukuk okulları vb. katıldı. Ama şimdi çok daha geniş kitleleri eğitmek, ulus bilinci vermek söz konusuydu. Kim okul açacak? Öğretmenler kime bağlı olacak? Ne öğretilecek? Bu açıdan devlet kiliseye karşı bir konum aldı. Bu çatışmayı en güzel gösteren desenlerden birinde Alman ulusunun birliği için çalışan Otto von Bismarck Papa ile satranç oyuyor, “kültür savaşı” yapıyor. Üstelik çizimde Bismarck’ın kazandığını görüyoruz.

Ulus-devletin oluşturulmasında önemli bir etki de basınla, özellikle gazete basımı ve dağıtımı ile sağlandı. İnsanlar yalnızca yerel haberlere değil yüzlerce kilometre ötedeki başkentlerindeki gelişmeleri de izlemeye başladılar. Bu konunun teknolojik yönü yanında siyasal bir yönü de vardı. İngiltere’de toplam gazete satışı 1836-1854 yılları arasında 3 kattan fazla arttı ve ilk “savaş muhabiri” Kırım Savaşında (1853-1856) The Times tarafından görevlendirildi.

Ulus-devletin önemli bir bileşeni de posta dağıtımı idi. Kuşkusuz demiryolu, telgraf, ardından telefon bu hizmet için gerekli teknolojik alt yapıyı oluşturmuştu. Devletler de yaygın posta-telgraf-telefon ağları kurarak bu iletişimi sağladı. Posta idarelerinin en büyük müşterisi, yukarıda değindiğim gazete dağıtımı oldu. Bu konuda ilginç bir ayrıntı demiryolcu, postacı hatta öğrenci ve öğretmen gibi yeni kurulan “devlet hizmetlerinde” yer alanların üniforma giymesidir. Daha önceleri askerler gibi yeni devlet görevlileri de bir örnek giysileriyle adeta ulusun “birliğini” simgelediler (İngilizce ve Almanca “uniform”, Fransızca “uniforme”, sözcüğündeki uni-bir, form-biçim, şekil köklerine dikkatinizi çekerim). Geleneksel askeri üniformalar unvan ve sınıflara göre büyük farklılıklar gösterirken bu yeni görevliler çok daha geniş bir birliktelik sergiliyordu.

Ulus-devlet, ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal dil, ulusal bayramlar belirleyerek, hatta stadyumlar, kültür merkezleri kurarak ulusal kimliği oluşturdu. Bu “yeni” ortak değerlerin geliştirilmesinin amacı ulus-devletin yurttaşlarının etnik kökenlerine ve din-mezhep farklılıklarına göre bölünmesinin önüne geçilmesiydi. Avrupa’daki ulus-devletlerin bu konuda oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Etnik farklılıklar konusuna Fransa’yı örnek verirsek ülkenin Batısında Breton, Güney-Batı’da Akuitanyan (Aquitai), Kuzey-Batı’da İskandinav (Scandinavie), Kuzey-Doğuda Alman (Alaman) ve Güney-Doğuda Liguryan (Ligures) etkinliğinden söz edebiliriz. Ayrıca Fransa’nın 20. Yüzyıl başından beri önemli göç aldı ve 2004 sayılarıyla toplam 60 Milyon kişiye ulaşan toplam kentsel nüfusunun %85’ini beyazlar oluştururken %10’unu Kuzey Afrikalılar, %3’ünü Sahra Altı Afrika’dan gelenler ve %2’sini Asya kökenliler oluşturmaya başladı. Din-Mezhep farklılıkları konusunda ise günümüz Almanya’sını örnek verirsek 2011’de Almanların %33’ü kendilerinin dinsiz-tanrısız olarak, %32’si Hristiyan-Protestan olarak, %31’i Hristiyan-Katolik olarak niteliyor.

Ulus kavramının oluşması sırasında fazla iyimser bazı beklentiler de oluştu. Papalığın, imparatorların, derebeylerinin güçlerinin kırılması sonucunda halklar arasındaki çatışmaların ortadan kalkacağına, bağısız ulusların dayanışma ve kardeşlik içinde el ele barışa yürüyeceğine ilişkin pek de gerçekçi olmayan ümitler yeşerdi. 

Diğer yandan ulusal bilinç oluşturma kapsamında bir farklılık bilincinin oluşturulduğunu da biliyoruz. “Biz” - “onlar” duygu ve algısı ile ayrım yapılmasına çalışıldı. Ulusal duygu ve algılar yurtseverlikten şovenizme uzandı. Bir dizi ülke içinde faşizm gelişti ve uluslar arası çıkar çatışmaları sonucunda tarihin en büyük savaşları yaşandı. Ama bu dönem, Batı’nın “modernleşme” öyküsünün başlangıç yıllarını ele aldığım bu tarihsel çerçevenin dışında kalıyor.

Kısaca değinmeden geçemeyeceğim bir konu da bizim deneyimimiz, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus-devlet olarak kurulması. Batı’daki uluslaşma çalışmaları, Kemal Atatürk liderliğinde yürütülen çabaları anlamak için bir anahtar oluşturuyor. Devletin laik bir temel üzerine kurulması, dilin özüne dönülmesi, ulusal tarih köklerinin araştırılması, eğitimin yaygınlaştırılması, Köy Enstitülerinin kurulması, tercüme bürosunun kurulup dünya düşünce – edebiyat klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, çağdaş sanatların özendirilmesi, yurt çapında Halk Evlerinin ve Türk Ocaklarının kurulması gibi çabaları daha iyi anlıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder