19 Ekim 2016 Çarşamba

OSMANLI KÜLTÜRÜNÜN GÜNÜMÜZE TAŞINMASI




Geçen gün Osmanlı Mimarisinin kötü kopyaları olarak son yıllarda yapılan camilerden yakınıyordum. Bir dostum “Yoksa sen Osmanlı kültürünü sevmiyor musun?” dedi. Bu soru üzerinde biraz durup kendimi sorguladım. 
 
Özgün Osmanlı kültürünü çok sevdiğime karar verdim. Klasik Türk müziğinin birçok şarkısını büyük bir beğeni içinde mırıldanarak dinliyorum. İstanbul’da bir Osmanlı camiine girdiğimde gönlümün gerçek bir sevgi ve saygı ile doluyor. Aruz vezni ile yazılmış dizilerin melodisi belleğime kazılmış. Safranbolu, Beypazarı gibi eski yerleşim yerlerine gittiğimde geleneksel evlerin fotoğraflarını çekmeden duramıyorum. 

Bireyler olarak bu tür kültürel kazanımlarımızı değerlendirmemiz gerekli. Merkezi veya yerel kurumlar da geçmiş uygarlıkların kültürel mirasını korumalı ve tanıtmalı. Benim karşı olduğum bunun ötesine geçip günümüzde Selçuklu veya Osmanlı stilini taklit eden cami, kamu binası, taksi durağı ısmarlamaları. Hatta bence İstanbul’da Osmanlı sarayları ve köşkleri kamu kurumlarınca işgal edilmemeli. Buraları müze, sergi salonu, kültür kurumu gibi halkın girebileceği, gezebileceği yerler olmalı.

Osmanlı kültürü üzerinde düşünürken birkaç noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Son zamanlarda Osmanlı’nın büyük bir özenti içinde uzak, görkemli ve gizemli bir dönemmiş gibi sunulmasını yadırgıyorum. Sanki Osmanlı değil de Polinezya kültürünü konuşuyoruz. Benim annem- babam Cumhuriyet’in genç kuşağıydı. Ama diğer yandan babam 1916 doğumluydu. Cumhuriyet 1923’da kurulduğuna göre yaşamının ilk 7 yılında “Osmanlı Tebaasıydı”. Bilindiği gibi harf devrimi 1928’de yapıldı. Babam eski harflerle de rahatça okur ve yazardı. Dedelerimin Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı anılarını dinleyerek büyüdüm. Piza, cheescake, hambuger gibi birkaç yiyeceği ayırırsak günümüzde yediğimiz yemekler  –Osmanlı’nın saray mutfağı değil ama- büyük annelerimizin yaptıkları yemeklerdi. Yani Osmanlı mutfağıydı. 

Bu konuda dikkatinizi çekmek istediğim ikinci nokta da “Osmanlı” konusunda genelleme yapmanın zorluğu hatta olanaksızlığı. Osmanlı’yı 600 yıla yayılan ve Balkanlar’dan Arap çöllerine; Kuzey Afrika’dan İran’a uzanan bir coğrafyada ele alınca genelleme yapamıyoruz. “Osmanlı merkezi bir imparatorluktu” desek, küçük bir boy olarak başladığı günleri, Balkanlar’daki oldukça özerk yönetimleri, fetret devrini, Mısır Hidivliğinin öyküsünü vb. ne yapacağız?  Avrupalıların korkulu rüyasıydı” desek, kuruluş yıllarında Bizans ile işbirliğine, yarı-sömürge olarak yürüttüğü denge politikasına, Yeşilköy’e gelen Rus Ordusunun durdurulmasına, Kırım Savaşına vb. ne diyeceğiz? Bence cümlelerin “18. Yüzyılda Balkanlarda” gibi başlaması ve çok daha dar bir çerçeve içine oturtulması gerekiyor.

Sanırım “Osmanlı” derken, Osmanlı’nın son yüzyıllarını değil yükseliş dönemi kastediliyor. Coğrafya olarak da İstanbul, saray ve çevresi düşünülüyor. Bu yaklaşım kuşkusuz çok büyük bir kısıtlama. Cami mimarisi Sinan’a, kılık-kıyafet-mobilya sultanlara köşklere indirgeniyor. Ayrıca bu durumda başka bir zorluk çıkıyor karşımıza. Evet, bu dönem ve yaşam günümüz Türkiye’sinden çok daha şaşalı, ama bir o denli de uzak, farklı, bilinmezlerle dolu. Hatta batılı oryantalistlerin bakış açısından birçok çizgi taşıyor. Bu bloğun diğer sayfalarında oryantalizme çok değindiğim için bu konuya hiç girmeyeceğim. Sanırım Osmanlı’yı dönem ve saray çevresi olarak kısıtlama yukarıda değindiğim gibi Osmanlı’yı uzak, gizemli, görkemli yapıyor.

16. ve 17. Yüzyılı Nef’-i, Bakî, Fuzulî, Nedim ve Şeyh Galip gibi şairler, Itrî gibi besteciler taçlandırmış. Ne yazık ki birçok sanatçının yapıtları günümüze ulaşamamış. Ayrıca Divan şiirinin ağdalı dili, bugün kullanmadığımız birçok sözcük onları anlamamızı ve gerçek değerlerini kavramamızı zorlaştırıyor.

Diğer yandan Osmanlı Döneminin genel olarak İslam uygarlığının zayıfladığı –veya başka bir deyişle Avrupa’da yeni bir uygarlığının yükseldiği- dönemine denk geldiği çok üzücü bir gözlem. Evet, Osmanlı’nın İslam dünyasının yanında Avrupa içlerine yönelen askeri başarıları var. Ama Osmanlı’nın son yüzyıllarındaki zayıflama da çok belirgin. Genel olarak “Doğunun”, özel olarak Osmanlı’nın bu yarışta geri kalmasının nedenleri tümüyle başka ve çok daha geniş bir konu. Eğer kültürün, yaşam biçiminin odağında “düşünce-felsefe” varsa, yalnızca İslam dünyasının önde gelen düşünürlerinin yaşadıkları yıllara bakmak bile önemli ipuçları verecektir:

  • El-Kindî (801-873),
  • Muhammed el-Buhârî (810-869),
  • Farabi (872-951),
  • İbn-i Sina (980-1037),
  • İmam Gazali (1058-1111),
  • Abdülkadir Geylanî (1077-1166),
  • İbn-i Rüşt (1126-1198),
  • İbn-ül Arabî (1165-1239),
  • Mevlânâ Celâleddîn-i-Rûmî (1207-1273),
  • İbn-i Haldun (1332-1406).

Horasan’dan Anadolu’ya uzanarak büyük halk kitlelerini etkileyen “Anadolu erenleri” çizgisini düşünürsek:

  • Ahmet Yesevî (1093-1166),
  • Ahi Evran (1171-1261),
  • Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271),
  • Taptuk Emre (1210-1280?)
  • Sultan Veled (1226-1312),
  • Yunus Emre (1238-1321)
  • Şeyh Bedrettin (1359-1420),
  • Hacı Bayram-ı Veli (1352-1428).

Yukarıdaki tarihlere bakınca 12-13. Yüzyıllardaki verimli dönemlerin ardından bir düşüş yaşadığımız belirgin.

“Yeni” Osmanlıcılık kuşkusuz bir mimari, giyim-kuşam, mobilya vb. modası olmakla kalmıyor. Bir yaşam, anlayış, yönetim biçimi olması; eğitilen kuşakların bu yönde bilinçlendirilmesi için de çalışmalar yapılıyor. Örneğin Lise sınıflarında Osmanlıca bir seçmeli ders olarak eğitim programlarına girdi. Programın giriş bölümünde gerekçe şöyle tanımlanıyor:

Osmanlı Türkçesi, ecdadımızın bin yıla yakın bir süre kullandığı bir yazı dilidir. Bu yazı dili ile ecdadımız, milli kültürümüzü şekillendiren sayısız eser ortaya koymuştur. Osmanlı Türkçesi Öğretim Programı, bahsedilen büyük kültür birikimini, yazıldığı alfabeyle inceleyip,  değerlendirmenin yolunu açmayı hedeflemektedir.”

Bu laf kalabalığındaki “ecdadımızın” kısa bir tarih penceresindeki son derece küçük bir topluluk olduğunu biliyoruz. “Kültür birikimini aktaran sayısız eser” konusu da olduça büyük bir iddia. Matbaanın Osmanlı’ya geç gelmesi konusu çok tartışılan bir konu. Ben konunun başka bir yönüne değinmek istiyorum. Matbaa geç geldi, tamam; ama ne basıldı? Kaç adet basıldı? Mehmet Ali Yılmaz Hürriyet gazetesindeki 29 Aralık 2014 tarihli yazısında Şevket Rado’nun arşivine dayanarak İbrahim Müteferrika’nın bastığı kitap sayısının yalnızca 17 adet olduğunu belirtiyor. Ardından matbaa el değiştiriyor ve 6 kitap daha basılıyor. Kitapların çoğu sözlük, harita ve anı. Baskı sayıları da 300-1000. Aynı yazar 3 Eylül 2016 tarihli yazısında ise eski harflerle basılan tüm kitapların yaklaşık 40 000 adet olduğunu belirtiyor. Bunların 20 000’i aynı eserin tekrar baskıları. Kalan 20 000’in 15 000’i yabancı yazarlardan çeviri veya özetleme-derleme. Bu durumda özgün yapıtların sayısı en fazla 5 000. Bunların da çoğu yeni harflerle basılmış. (Burada bir parantez açıp kitaplaşmamış belgelerden, arşivlerden söz etmediğimi belirtmeliyim. Bu nitelikli belgelerin değerlendirilmesi kuşkusuz çok önemli. Ama bu da Lise öğrencilerinin değil uzman tarihçilerin işi!) 

Okuryazar oranı da oldukça tartışmalı bir konu. Devletin resmi istatistikleri, harf devrimi öncesinde 1927’de, toplam nüfusu 13 650 000, okuryazar oranını % 8,1 olarak veriyor. Bunda bir yanılma payı olsa bile her halde Osmanlı’nın son dönemlerinde oran %10’un altında.

Kısacası yazılı değil sözlü kültürün egemen olduğu bir coğrafyada bugün yaşamayan bir “yazı dilinin“sayısız eserle” “kültür birikimini aktarmasını” beklemek hiç de gerçekçi değil.
Dünyanın yarısının konuştuğu-yazdığı, hele İnternet ile giderek daha yaygınlaşan İngilizceyi okullarımızda çok daha geniş programlarla öğretme –veya öğretememe- becerimiz aklıma geliyor. Korkarım ki birkaç yıl sonra “Okulda yıllarca Osmanlıca öğrettiler; ama şimdi hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne okuyacak bir kitap-dergi buldum, ne konuşacak insan” diyen kızgın ve kırgın gençler göreceğiz.

Bunları geçmiş kültürümüzü küçümsemek veya yok saymak amacı ile yazmıyorum. Aksine, bu eserleri bilimsel yöntemlerle incelemek, korumak ve tanıtmaktan yanayım. Alman ulusal birliğinin ve kültürünün oluşması sırasında Grimm Kardeşler halk masallarını derlemişti. Ama Goethe, Schiller dönemlerinin konularını ele alan yapıtlar vermişti. Müzelerde hayranlıkla resimler, heykeller izliyoruz. İtalya’da Leonardo stilinde resim, Michelangelo stilinde heykel yapılıyor mu? Mozart’ın, Beethoven’in eserleri bizi bugün de büyülüyor. Ama Viyana’da günümüzde çok farklı eserler besteleniyor.

Bence gerçek sanatçılar bütün –kendi ülkelerinin ve evrensel düzeye yükselmiş bütün!- kültür mirası içinde yaşıyor, bu yapıtları inceliyor; kendi dönemlerinin yaşamının, güncel fikirlerinin, olanaklarının ve sorunlarının süzgecinden geçirerek yapıtlar oluşturuyor. Günümüzde her mimarımızın Sinan’ın camilerini incelediğine, her şairimizin divan edebiyatının örneklerini okuduğuna, müzik alanında bir şeyler yapmak isteyen herkesin klasik bestelerimizi dinlediğine inanıyorum. Zorlamalar, özentiler yapay kısıtlamalar olmazsa çağdaş ve yaratıcı sanatçılarımız kentlerimizi güzel camilerle, kamu binalarıyla, parklarla, meydanlarla, heykellerle süsleyecekler.